Sokakta, otobüste, vapurda, her yerde... Kimi görseniz, yüzünde gergin bir ifade, umutsuzluk, öfke, derin bir mutsuzluk. Herkes barut fıçısı gibi, en küçük sorun kavgaya dönüşüyor. Ekonomik sıkıntılar tabii ki hayatımızı karartıyor ama bu kadar da olur mu? Oluyor... Hem de gerginlik skalasında dünya liginde en üst sıralardayız. Dünyanın önde gelen araştırma şirketlerinden Gallup’un 122 ülkede yaptığı ‘Duygular Anketi’nin sonuçlarına göre, Türkiye öfkede Lübnan’ın ardından ikinci, üzüntüde ise Afganistan ve Lübnan’ın ardından üçüncü oldu. Sıralamaya bakar mısınız? Lübnan korkunç bir ekonomik kriz içinde, aç yatıp aç kalkan insanlarla dolu... Günde sadece dört saat elektrik veriliyor, millet karanlık içinde yaşıyor. Afganistan yeni iç savaştan çıktı, Taliban’ın baskısı altında inliyor. Ve bu iki ülkeyle aynı kategorideyiz! Peki bir mutluluk kırıntısı? Yine aynı araştırmaya göre, o da yok! Mutlu hissetmekte dünya 120’ncisi, gülümsemekte dünya 121’incisiyiz. “Peki ama biz nasıl böyle olduk?” sorusunun yanıtını bulmak için doğru ismi aramaya başladım. Kime sorduysam beni Sabancı Üniversitesi Sosyal Psikoloji Profesörü Nebi Sümer’e yönlendirdi. Sümer aynı zamanda İstanbul Politikalar Merkezi’nin de kıdemli araştırmacısı. Yani meseleyi hem sosyal psikoloji hem de siyasi açıdan değerlendirebilecek bir isim. Lafı uzatmadan sözü Prof. Sümer’e bırakıyorum.
“Türkiye’de sağ taban iyice katılaştı”
Hocam neden bu kadar öfkeliyiz, gerginiz, mutsuzuz?
Aslında bu kötü gidiş 2017’de başladı. Bu bilinen bir şeydi. Gallup, ülkelerin duygusal iklimini en iyi ölçen kuruluşlardan biri. İki şeyi ölçüyor. Biri bizim pozitif, olumlu duygu dediğimiz, gülme, eğlenme, kendini iyi hissetme, başkalarıyla ilgilenme, selam verme, saygı görme gibi duygular. Bir de negatif, olumsuz duygular var. Burada da kendimizi ne kadar kızgın, üzgün, öfkeli, gergin hissettiğimiz gibi duygular var. Gallup bu iki duygu durumunu ölçmeye 2006 yılında başladı. O zamandan bu yana dünyada olumsuz duyguda, kaygı ve depresyonda bir artış var. Örneğin 2006 yılında ülkelerin olumsuz duygu ortalaması 100 üzerinden 24 iken bu şimdi 33’e çıktı. Ama Türkiye’deki olumsuz duyguların artışı diğer ülkelerden asimetrik olarak ayrılıyor. Aynı enflasyon gibi... Şimdi güvenilir, uluslararası saygınlığı olan bilim insanları Türkiye’de enflasyon hesabı yaparken TÜİK rakamları bile kullanılsa, bunun yaklaşık yüzde 10 ile 18’inin uluslararası etkiden, kalanın ise içeriden kaynaklandığını gösteriyorlar. Burada da durum öyle. Asıl etki içeriden kaynaklanıyor. Çok faktörlü bir etki bu. Dönüm noktası ise 2017-2018 gibi.
Yani başkanlık sistemine geçtiğimiz dönem?
Evet. Sistemdeki bu değişim genel bir duygusal negatif iklim yarattı ve toplumda ‘kendini kötü hissetme’ hali giderek baskın hale geldi. Bu kendini kötü hissetme hali, bizim bakışımızı, algımızı, ilişkilerimizi, aldığımız kararları derinden etkiliyor. Tabii ki bunun başka dinamikleri de var ama belirleyici olan genel atmosferin olumsuz ve çatışmalı olması. Bu olumsuz atmosferin beslediği iki belirgin duygu var. Biri güvensizlik, diğeri dışlanmışlık. 33 OECD ülkesi arasında güvensizlikte en altlarda, 30’uncu sıradayız. Türkiye’de başkasına güvenenlerin oranı yüzde 14. Bizden sonra yüzde 13 ile Malezya geliyor, en sonda ise yüzde 11 ile Brezilya var. Bu da doğal. Çünkü özellikle duygusal politik kutuplaşmanın yüksek olduğu toplumlarda güvensizlik ve dışlanmışlık hissi yüksektir. Özellikle politik iklim çok çatışmalıysa belli gruplarda bu çok öne çıkıyor. Türkiye’deki araştırmalarda ben şunu gördüm. Örneğin, HDP taraftarları, eşcinseller, ateistler ve genel görüşleri Türkiye genelinden farklı olanların kümelendiği büyük bir dışlanmışlar grubu var. Ve bu gruba halka halka diğer muhalif gruplar ekleniyor.
Mesela?
CHP ve İyi Parti de bu grupların arasına giriyor. Bunu KONDA araştırmalarında görebiliyoruz.
“Üç kutuplu bir Türkiye var”
Yeri gelmişken biraz açabilir miyiz? Siz bu araştırmada ne gördünüz?
Özellikle 2019’dan sonra yapılan, politik liderlere ve gruplara olan mesafe ölçümlerine dayalı analizlerde bu çok net görülüyor. Türkiye’de üç politik kutup var. Birisi AKP ve çevresinde olanlar. MHP de zaman içinde ona yakınlaşmış gözüküyor. Ama tam dibinde değil. Bir kutup orada. Bir kutup CHP ve onun etrafında olanlar. Ama CHP büyük oranda yalnız bir kutup. İyi Parti ona yaklaşmış durumda. Partinin genel yeri CHP ile AKP arasında ama CHP’ye daha yakın bir yerde. Görüş olarak da öyle. Üçüncü kutup da HDP grubu. Kürtlerin, etrafında ateistlerin, eşcinsellerin, göçmenlerin de olduğu bir kutup.
Peki HDP’li kutbun içinde muhafazakâr, dindar Kürtler de var mı? Yoksa onlar AKP içinde mi?
Bunu tam olarak ayıracak bir soru yoktu ama KONDA’nın şöyle bir sorusu vardı, “Kendinizi 10 üzerinden yerleştirin. 1 en sol, 10 en sağ” diye… HDP’ye baktığımızda ortalaması 3.5 gibi solda, ama bu grup da çok heterojen, farklı… Yani HDP’li olup 6 diyen de var, 2 diyen de… Yani iyice solda olan da var.
Peki CHP 1’den 10’a kadar değerlendirmede nerede duruyor?
4 ile 5 arasında.
KONDA ile yaptığımız araştırmada şöyle bir soru vardı, ‘Kendinizi 10 üzerinden yerleştirin. 1 en sol, 10 en sağ’ diye… Burada en çarpıcı olan neydi biliyor musunuz? AKP ile MHP koalisyondan sonra kendi tabanlarını iyice sağa çekmiş. AKP 8’den 10’a evrilmiş, MHP 7’den 9’a evrilmiş...
Ortada diyebilir miyiz?
Beklendiği gibi birazcık solunda gibi… O da heterojen bir grup. Bu araştırma 2019’da yapılmış, 2022’nin mart ayında biz de aynı soruları sorduk. Oradaki en çarpıcı değişim ne biliyor musunuz, AKP ile MHP koalisyondan sonra kendi tabanlarını iyice sağa çekmiş. AKP 8’ken, 10’a evrilmiş. MHP 7 iken 9’a evrilmiş. Diğer partilerde bu tür bir değişme yok. Bu iki parti kendi taraflarını iyice sağa çekerek, toplumdaki kutuplaşma boşluğunu artırmışlar. İşte toplumda gördüğümüz bu gerginlik kısmen sağın daha da sağa kaymasından, katılaşmasından ya da katılaştırılmasından kaynaklanıyor. Solun daha da sola kaymasından değil.
Sağ daha da sağa kayınca, bunun topluma etkisi ne oluyor hocam?
Bu fark arttıkça, toplumda duygusal politik kutuplaşma artıyor. Duygusal politik kutuplaşma, karşı parti taraftarından hoşlanmamayla başlayan, zamanla ona olumsuz kişilik atfetme, onu olumsuz algılama ve ondan nefret etmeye doğru evrilen bir yelpaze. Mesela Amerika’da Demokratlara soruyorlar, “Sizce Cumhuriyetçiler nasıldır?” diye… Cevaplar arasında “Yalancıdır, üçkağıtçıdır, güvenilmezdir, çıkarcıdır” gibi şıklar var. “Bunlara ne kadar katılıyorsunuz?” diye soruyorlar. Zaman içerisinde kutuplaşma yüzünden bu olumsuz kişilik atfetmenin çok arttığını bulmuşlar. Şimdi Türkiye’de de benzer bir durum yaşanıyor. AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2012-2013’lere kadar bu iktidar görece heterojen bir koalisyondu aslında. Dindar muhafazakâr kanat merkezdeydi ama etrafında liberallerin, farklı politik görüşlerin yer aldığı, hatta CHP’li Ertuğrul Günay’ın bile bakanlık yaptığı bir gruptu AKP. Dolayısıyla yönetenler zaman zaman politik çıkar gereği kutuplaşmayı besleseler bile tabanda bu pek görünmüyordu. Yani insanlar karşıt gruplara nefret beslemiyorlardı. Şimdi bu grubun zamanla homojenleşmesi, aynılaşması ve artık tek kişinin karar verici olması, yeni sağ ittifakta zaten var olan, önyargıların ve ayrımcılığın daha görünür olmasıyla, bu grubun karşısındakiler kendilerini daha da dışlanmış hissettiler ve kutuplaşma pekişti. Artık her iki taraf da karşısındakini kötü niyetli diye görüyor. Bu topluma o kadar zarar veren bir durum ki! Eğer siz politik nedeni karşı grubun yöneticisine atfederseniz bunda pek sorun yok, o değişir. Ama politik nedeni tabana atfettiğinizde toplumsal yapıda yarılmaya doğru gider bu, doğal olarak.
“Mutsuzluk 2017’den sonra derinleşti!”
Kutuplaşmadan da öte bir şeyden bahsediyorsunuz…
Ne yazık ki öyle... Bu yüzden de giderek daha öfkeli, stresli, mutsuz bir toplum oluyoruz… Kadına şiddet, doktora şiddet, sokakta hayvana şiddet, komşular arasındaki, trafikteki kavgalar hep bu genel iklimden besleniyor. Gallup da bunu görmüş ve son raporunda “Türkiye’de ne oldu böyle?” diye bir paragraf yazmışlar. 2017’de ne olduğunu biz biliyoruz, bunun katlamalı etkileri oldu ve ondan sonra mutsuzluk derinleşti Türkiye’de.
Katlamalı etkiler neler peki?
Birincisi ve en önemlisi, karar mekanizmalarının homojenleşmesi, demokrasi endeksinde, özellikle ifade özgürlüğünde çok geriye düşmemiz, insanların kendilerini ifade edebilecekleri palyatif kanalların bile kapatılmış olması, kendi iç gruplarında sosyal medyaya sıkışmış hale gelmeleri. İkincisi, artan duygusal politik kutuplaşma. Üçüncüsü de derinleşen genç işsizliği. TÜİK rakamlarına göre, işsizlik oranı kadınlarda yüzde 28, erkeklerde yüzde 22… Üstelik üniversite mezunlarında çok daha fazla genç işsizlik. Tabii bir de şu var, eğitim tüm toplumu birleştiren bir değer, ortaklaşmış sınıf atlama hayalidir. Ama buradan da umut kesilmeye başlandı...
Türkiye’deki gerilim sağın daha da sağa kaymasından kaynaklanıyor dediniz. Gençlik festivallerinin yasaklanmasının sebebi de bu mu?
Tarihsel olarak baktığımızda genellikle otoriterlikle popülizm beraber olmazdı. Zira popülizm demokrasinin bir özelliğidir aslında. Adı üstünde, halktan geliyor, halkçılık aslında. Ama son 10-15 yıldır özellikle Macaristan, Polonya, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde, popülizmle otoriterleşmenin birleşmesi sonucunda şöyle bir şey ortaya çıktı: Popülizm, halkçılık ama burada sanki tek bir halk var! Halk tüm toplumu, herkesi kapsamıyor. Popülist liderler için halk öncelikle kendi taraftarlarını ve geleneksel görüşü kapsıyor. Çünkü popülizm elitizme de karşı ya! Türkiye’de de öyle. Oysa başta bu elitizme, seçkinciliğe karşıtlık, halktan, sıradan insanlar merkeze geliyor diye anlaşılmıştı ve öyle yola çıkılmıştı. Bu sol kesimin de çok ilgisini çekmişti. 2002-2010 Türkiye’sini düşünün, Hasan Cemal’ler, Cengiz Çandar’lar, hatta kimi saygın sosyal bilimciler bunun uzun uzun felsefesini yaptılar. “Bu ilk defa oluyor” diye… Çünkü popülizm elitizme karşı! Ama ne oldu? Popülizm çoğulculuğa da karşı oldu! Ve “Halk kimdir?” sorusunun karşılığı “Halk benim taraftarımdır” oldu. Bu halk içinde eşcinseller, ateistler, göçmenler, farklı dinden olanlar, muhalif parti mensupları var mı? Ee, bunlar yok! Madem halk tanımında bunlar yok, benim halkım ne diyorsa onun olması gerekiyor. Bütün bu festival ve toplanma yasaklarına dikkat ederseniz, genellikle bir dini grup kaymakam ya da valiye şikayet ediyor, o da gerekçesinde diyor ki “Halk rahatsız.” Mesela rock festivalinde, gece çadırlarda kalınması, kızlı erkekli bir arada olunması halkı rahatsız ediyor...
Aşırı otoriter popülizmde lider “Madem halk beni destekliyor, herkes benim gözümden bakmayı öğrenecek. Ben nasıl görüyorsam herkes öyle görecek” diyor ve böyle görmeyene de çok öfkeleniyor. “O zaman sen halka karşısın!” diyor. Bunu Venezuelalı sosyalist lider Chavez çok iyi söylemiş ölmeden önce. “Chavez diye bir şey yok. Chavez halktır, halk Chavez’dir” demiş. Dikkat ederseniz bu bize de hiç yabancı değil. Bir sosyoloğun tanımıyla, bu popülist liderlerin duygusal yatırımıdır. Duygusal yatırım o kadar yükselir ki, taraftarların öndere hayranlığı, adanmışlığı politik görüşün önüne geçer.
“Halktan sayılmayanların festivalleri yasaklanıyor”
Ülkedeki tüm olumsuzluklara rağmen mi?
Evet. Dolayısıyla gerçek bir demokraside olan performans değerlendirmesi neye dönüyor? Bir grup insan kendi haline, ülkenin haline, geçmişe bakarak değil, tamamen duygusal aidiyet üzerinden değerlendirme yapıyor ve öyle karar almaya başlıyor. Buradaki en önemli şey ise, bu otoriter popülist yönetimle, toplum elitizme, seçkinciliğe ve çoğulculuğa karşı birleşince bu sert statükoya, yani ağır mahalle baskısına dönüşüyor. Şimdi siz Yozgat’ta rock festivali yapmayı planlayın, hakikaten halka sorsanız yüzde 80’i hayır diyecektir. O zaman atanmış kaymakam ya da vali buna karşı ne yapabilir ki? Çünkü halk gerçekten rahatsız! Çünkü o halk tanımında rock festival düzenlemek isteyenler yok. İşte gerçek liberal demokrasiye en büyük tehdit bu: Çoğulculuktaki kapsayıcılığı ortadan kaldırıp popülist kapsayıcılıkla gitmek, bunun için de düşman yaratmak. Halk dediğimiz kimlerdir o zaman? Gerçekten bizim gibi düşünenler, aynı dinden olanlar. Zaten herkes aynı olmak zorunda. Bunun dışında “Rock seven, her tarafı dövmeli gençler benden değil, bizden değil, halk değil zaten. O zaman da bu festivallere izin vermem” deniyor. İşte Türkiye’de bu noktaya gelindi.
Artık sokağa çıkınca gökteki kuşu değil, yerdeki çöpü görüyoruz
Ekonomik olumsuzluklar, gelecek endişesi, belirsizlik, umutsuzluk, bir sürü faktör bir araya gelerek toplumdaki kendini kötü hissetme halini pekiştirdi ve olumsuz duygusal iklim maalesef dominant iklim oldu. Şöyle düşünün, en yakınımızla ne konuşuyoruz? Hep şöyleydik böyle olduk diye, olumsuzu tekrar etme halindeyiz. Bu bizim filtremiz oldu. Bu filtremizi takıyoruz ve sokağa çıkınca gökteki kuşu değil, yerdeki çöpü görüyoruz artık. Her şeyin kötüsünü görmeye başladık. Bu bize bilişsel, zihinsel ve davranışsal olarak inanılmaz zarar veriyor. Bu yüzden daha fazla ani ve genellikle yanlış kararlar alabiliyor ya da rasyonel kararlardan uzaklaşabiliyoruz.