Ankara’ya her gidişimde ziyaret ettiğim Yaşar abilerin evinde geçen sefer buzdolabını açtığımda içindekilere gözüm takıldı. Hemen her şeyleri tamam gibi gözükse de ürünler daha önce adını hiç duymadığım markalardan oluşuyordu. Buzdolabındaki bu yeni vaziyet bana memleketin medeni yaşam idealinden ne kadar uzağa düştüğünü düşündürdü, dertlendim. Yaşar abilerin buzdolabının medeniyetle ne mi ilgisi var, sabrınıza talibim, müsaadenizle anlatayım
Yaşar abi emekli maliyecidir. Gençliğinin önemli bir kısmını görev aldığı Anadolu şehirlerinde geçirmiş. Üç evladının üçü de başka şehirlerde doğmuş. Şimdi emekliliğinde son görev yeri olan Ankara’da yaşıyor. Küçük yaşlarından istidadı varmış okumaya ama ailesinin elinde avucunda onu okutacak imkanlar yokmuş. Kendini kurtarsın diye liseyi -şimdi yerinde yeller esen- Ankara Maliye Mektebi’nde yatılı okumuş. Kasabadan Ankara’ya geldiğinde ilk kez karşılaştığı kent hayatına nasıl hayran kaldığını sıkça anlatır, bu yüzden Ankara sevdası başkadır. Liseden sonra memuriyet hayatına direkt başladıysa da bir taraftan çalışıp bir taraftan da Mülkiye’de üniversiteyi bitirmiş o da hemen her mezunu gibi Maliye Mektebi’nin.
Vergi zammından sonra arabasını sattı
Yaşar abi, yokluktan gelse de hayata dair mütevazı birtakım zevkler geliştirmiş yıllar içinde. Kendini bildi bileli her sabah sinekkaydı tıraşını olsa da mahalle berberine sık sık gitmeyi pek sever mesela, çünkü oradakilerle hasbihal etmeye bayılır. Gömleği ütülü, ceketi deliksiz, ayakkabıları cilalı olsun ister. Yaşar abi için kahvaltı mühimdir; tereyağında iki yumurta sever, yanına da taze simit, eski kaşar ve demli çay. Kahvaltısını yaparken de o senelerdir gün aksatmadan aldığı gazetesini okumazsa olmaz. Her Ramazan oruç tutan Yaşar abinin gözü iftar sofrasında birkaç dilim pastırmayı arar. İnançlıdır ama arada bir iki duble rakısını da içmek ister. Lise yıllarında Ankara’da tanıştığı tiyatronun müptelasıdır, sahne ona büyülü gelir. Tatil denen şey her ne kadar hayatına eli para tutmaya başladığı memuriyet hayatıyla girmiş olsa da yazları çoluğu çocuğu toplayıp muhakkak bir deniz tatili yaptırırmış. Emeklilik hayali evvelden beri sayfiye yerinde bir yazlıkmış. Olmamış.
İyi de bir vatandaş aslında Yaşar abi. Vatandaş olan Yaşar abi sosyal sözleşmenin bir tarafı, sözleşmenin diğer tarafında da her medeni ülkede olduğu gibi devlet var. Ödev ahlakı bütün Yaşar abi bu sözleşme kadük olmasın diye kendisinden ne istendiyse eksiksiz ifa ederek geçirmiş hayatını. Yap deneni yapmış, yapma deneni yapmamış. Ezcümle Yaşar abi kendi jenerasyonundaki birçok yeni orta sınıf Türkiyeli gibi, emekliliğinde ereceği rahatın da teşvikiyle, varını yoğunu işini düzgün yapmaya ve refah içinde yaşamalarını temenni ettiği “yurda yarar’’ evlatlar yetiştirmeye vakfetmiş. Fakat görünen o ki taraflardan diğeri sözünü tutmamış. Öyleyse vatandaşını ömür süresi içinde hayat koşullarına ezdiren, yani sözünün eri olmayan bir devlet vardır.
Sordum Yaşar abiye mesela artık berbere daha seyrek gidiyormuş. Zaruri oldukça hani şu her AVM’de bir şubesi olan mağazadan alıyormuş gömleklerini. Kumaşının sevdiği gibi pamuktan değil de polyesterden oluşuna çok takılmamaya çalışıyormuş. Motorlu taşıtlar vergisine geçen sene gelen zamdan sonra illallah edip satmaya karar vermiş 2000 model arabasını. Çünkü zaten arabaya da seyrek binebiliyormuş, benzin ateş pahası! Kahvaltısına da bir haller olmuş Yaşar abinin. Yumurtasını, kilosu 400 liraya yaklaşmış has tereyağı yerine 75’ten aldığı tereyağımsıya kırdığından mıdır, yoksa yanına o çok sevdiği Hemşin çayının kilosuna 180 lira vermek yerine 90’dan ‘Bişey’ Harman çayı demlediğinden midir bilmem… Zaten seneler seneler kahvaltısının eşlikçisi gazetesini de okumuyor artık, müsveddeye dönmüşmüş. Ne bu Ramazan sofrasının ne de komşusundan Ramazan bitince içerim diye alıp sakladığı ev yapımı rakının tadı tuzu varmış. Ne vakittir tatile de gitmiyor Yaşar abi. Aman diyeyim ona “Emeklilik zaten hep tatil değil mi!” demeyin, sinirleniyor. Çünkü fanatik bir Ankaralı da olsa senede bir kez suya girebilmek istiyor. Sizin anlayacağınız tadı tuzu kalmamış Yaşar abinin. Yaşar abi ne yaşıyor ne yaşamıyor.
Türkiye’de alım gücü günden güne eriyen orta gelirliler ve emekliler, refah şöyle dursun asgari yaşam standartlarını muhafaza edebilmek için amansız bir mücadele veriyorlar, ama olmuyor. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının 60 bin liraya yaklaştığı yerde birçoğunun evine 25 bin lira maaş son yapılan zamlarla daha yeni giriyor. 2020’de fert başına düşen milli gelir 8600 dolarken bir memurun eline ortalama yılda 5000 dolar gibi bir para geçiyordu. Bugün rekor kırdığı üzerine vaveyla koparılan fert başına düşen milli gelirin 13100 dolar olduğu Türkiye’de, 2023’de memurun eline ortalama dolar kuruyla yılda 6200 dolardan fazlası geçmemiştir. Biri yüzde 50’den fazla artarken diğeri onun yarısına bile varamamıştır. Yani artan bir refah olduğuna inansak bile, ortalama bir memur bu artıştan alması gereken payın çok uzağında ve bir sene daha yoksulluk sınırının yine altındadır.
Yaşamak yerine hayatta kalmak!
Dahası bu mücadele ettikleri buhran akut değil, kronik. Tüketim alışkanlıklarını da tekrar tekrar düzenlemek zorunda kalıyorlar yaratıcı çözümlerle. Milyonlarcası için bunun anlamı mütemadiyen daha kalitesiz olanı tüketmek, haliyle daha kalitesiz bir yaşam sürmek demek, yani yoksullaşmak.
Geçen haftaki yazımda mutlak yoksulluk ve hissedilen yoksulluk arasındaki farka değinmiş, bunun hayatta kalmak ve yaşamak arasındaki farka nasıl denk düştüğünü izah etmeye çalışmıştım. Filibeli Ahmet Hilmi A’mâk-ı Hayal’de der ki: “Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdaydım.” Yaşar abigillerin durumu da tam budur; kendilerinden daha beter durumdaki mutlak yoksulları düşünerek şükretmeleri, yaşam kalitelerinin günden güne azalarak yoksullaştıkları için şikayet etmemeleri beklenmektedir. Vatandaş olarak bütün görevlerini layıkıyla ifa etmiş olmaları bir anlam ifade etmez, onlara kendilerini yönetenlerin acziyetinin bedelini yaşamın kendisinden vazgeçerek sırtlamaları telkin edilmektedir. O kadar da et tüketmeyiverseler, sinemaya gitmeseler, dışarıda yemek yemeseler ne olurdur, alkol bütün kötülüklerin anasıdır, deniz tatili tiyatro falan dediğin zaten özenti hallerdir, durduk yere yeni kıyafet almaya ne gerek vardır.
Yaşamaları yerine hayatta kalmaları telkin edilen Yaşar abilerin trajedisini anlatmak, sadece fiyat artışına bakmakla mümkün değildir. Zira ekonomik göstergeler, bireyin ekonomisini resmedebildiği ölçüde işlevseldir (mesela ‘neşe’ bir değerden sayılmadığı için tablolarda görünmez.).
Miktardan değil kaliteden feragat etmek
Bu yüzdendir ki enflasyon oranları fiyat artışlarının doğru tespiti ancak eşzamanlı olarak ürün kalitesindeki değişimlerin de hesaba katılmasıyla mümkündür. Bu minvalde makroekonomi derslerinde ekseriyetle cep telefonlarını örnek veririz. Yeni bir cep telefonu modeli geçen yıla göre daha pahalı olabilir ancak bu fiyat artışı enflasyondan ziyade üründeki yeni özelliklerin tüketicilere sunduğu ekstra değeri, diğer bir deyişle faydadaki artışı da yansıtır. Eğer bu tip kalitedeki iyileşmeler hesaba katılmazsa, fiyat artışı yekten enflasyona isnat edilir ve enflasyon olduğundan daha yüksekmiş gibi gözükebilir.
Örneğe takla attıralım. Enflasyonist bir iklimde alım gücü düşen tüketici, Allah gördüğünden geri koymasın tükettiği şeyleri ve miktarı muhafaza etmeye çalışırken kaliteden feragat etmeye meyillidir. Buna cevaben talebi elinde tutmak isteyen işletmeler de haliyle daha düşük kaliteli alternatif ürün ve servisler arz etmeye başlarlar piyasaya. Siz ne olduğunu anlamadan dolap çer çöp dolar.
Her iktisatçının bildiği üzere kalitedeki değişimi –ama artışını ama azalışını– enflasyon hesabına katmak istatistiki olarak oldukça hataya açık bir iştir. İnsanların hissettiği enflasyon ile resmi rakamlar arasında gördüğümüz ciddi farklar kısmen bununla açıklanabilir. Zira kişisel deneyimlerimiz hem fiyatı hem de kaliteyi kapsadığından ev ekonomisi, makroekonomik göstergelerde her zaman doğru karşılık bulmaz. TÜİK verilerine baktığımızda 2023 yılı sonunda resmi enflasyon yüzde 65 iken tüketicilerin hissettiğinin yüzde 96 olması da önemli bir oranda bu yüzdendir. Kalite düşüşünü doğru hesaba katmayı bir tarafa bırakın, bugün enflasyon hesaplanırken dikkate alınan ürün sepetinin ne olduğunun dahi transparan bir biçimde açıklanmadığı Türkiye’de göstergeler bize Yaşar abigillerin gerçeğinin ancak bir kısmını anlatır.
Burada belki de daha vahim olanı, bu mesele Yaşar abilerin bugünüyle de sınırlı değildir. Kalite-yoksun hayatlar mevzubahis olduğunda, beni asıl korkutan yüksek enflasyonun beraberinde getirdiği bu ucuz tüketimin kalıcı etkileri ve dahi kültüre, medeni bir yaşam idealine zararlarıdır. Zira enflasyonun bile isteye isteye kronikleştirildiği ve yükünün yekten orta kesime bindirildiği bu işleyişte; değer yaratmak ve refah arasındaki organik bağ yine bile isteye koparılarak, sadece zenginler ve fakirlerden oluşan ikili bir sistem inşa edilmektedir. Bu sistemde ancak kaliteden –yani hayatta kalmanın değil de yaşamanın nüvesi unsurlardan– kendilerini mahrum bırakmakla var olabilen insanların bunu yeteri kadar uzun süre yapmaları halinde kalitesizliğin bir norm haline gelme riski vardır.
Hayal kurması bedava; diyelim ki sihirli bir değnek yarın ekonomiyi pirüpak yapsa bile kaliteli yaşamdan feragat yıllar içinde kanıksanmış olacağından, başka tür saiklerle değerli kılınan bir hayatın arzusu aynı hızda insanların içinde uyanmayabilecektir. Yaşar abi çocuklarını tiyatroya yahut denize götürebildiği için bugün onların da böyle merakları var. Memur çocuğu olarak kendimden biliyorum ki hayattaki lezzet arayışımın nüvesi annem ve babamın bana gösterdikleridir. Yani bu kalite-yoksun evrene çok küçük yaşlardan itibaren maruz kalan çocukların habitusu, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun de savunduğu gibi gelecekteki sosyal ve kültürel alışkanlıklarını, tercihlerini, davranışlarını, eğitim arayışlarını ve dahi estetik tercihlerini bile etkileyecektir. İçinde yaşadığımız durum cumhuriyet idealinde tasvir edilenin bu yüzden tam zıddıdır.
Yaşam koşullarına göre tanımlama...
Muasır medeniyet iddiası sadece laisizmle, demokrasiyle açıklanacak bir ideoloji değil, aynı zamanda yaşam pratiğine ilişkindir. Böyle giyinilir, sanatla böyle bağ kurulur, kızlı erkekli böyle dans edilir gibi dertlerin cumhuriyetin, vatandaşı için hayatta kalmasına değil yaşamasına da dönük bir idealin taşıyıcısı olduğunu bize söyler. Memleketleri sınırlarla ayırmak, bayraklarla tasnif etmekten daha gerçek olan tüketim alışkanlıkları ve yaşama koşullarına göre tanımlamaktır. Yani bir ülkenin konumu coğrafi bir tanım gibi gözükse de aslında kültürel bir tanımdır. Türkiye Batı’da mıdır, Doğu’da mıdır, bunun cevabını bize haritalar vermez. Yaşar abinin buzdolabı da verir.