Ancak bu değişim, seyreltilenden kalan boşluğa kendi dünyalarında kabul gören ve adına “erdem” dedikleri dünya görüşlerini yerleştirebilmek arzusuyla ilgili. Halbuki erdem toplumun tamamıyla ilgilidir
Cumhuriyet tarihinin efsane öğretmenlerinden Sakallı Celal’e, lise müdürlüğü yaptığı dönemde, ki 1920-1925 arası bir tarihe denk gelmekte, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bir yazı gelir. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver imzalı yazıda, Ankara’nın okuryazara olan ihtiyacından bahsedilmektedir. Genç cumhuriyetin medeni kurumlarına insan sermayesi ihtiyacının hasıl olduğu, yabancı dil bilen hemen herkesin hariciyede görevlendirildiği, ortaokul mezunlarının doğrudan mühendislik okullarına ya da hukuk mektebine gönderildiği bir dönemden bahsediyoruz.
Bakanlıktan gelen yazıda Celal Hoca’dan ülkenin bu yetişmiş adam ihtiyacını karşılamak için son ve sondan bir önceki sınıf öğrencilerini mezun etmesi, bunun için de bitirme sınavlarında öğrencilere “yardım etmesi” istenmektedir. Sakallı Celal karakterinden bekleneceği üzere bu talebi reddeder ve istifasını verir. Arkadaşı da olan bakan Hamdullah Suphi Bey kendisine ulaşıp istifasını geri almasını istemiş ve ihtiyacı bir kez daha anlatmışsa da Sakallı fikrini değiştirmez ve arkadaşına bence bugün bile tüm devlet dairelerinde duvarlara yazılması gereken o veciz sözü söyler. “Meşrutiyet ilân ettik olmadı, cumhuriyeti getirdik yine olmadı. Bir de ciddiyeti denemeye ne dersin…’’
Türkiye'nin yeni yüzyılında ciddiyetsiz bir maarif model
“Ciddiyetsizlik” muhtemelen AKP’nin 22 yıllık serüvenini en güzel özetleyen kavram. Erdoğan’ın ülkeyi Kasımpaşa bile böyle yönetilmez diyebileceğim üslubu; kamuya içkin her alana nüfuz etti. Sağlıktan güvenliğe, eğitimden şehirciliğe hemen her mevzuya yaklaşıma pervasız bir ciddiyetsizliğin sirayet ettiğini görüyoruz. İç içe geçmiş matruşka bebekler gibi, artık bir tek adam keyfiyetinin minyatür replikaları haline gelmiş sözde bürokratlar ordusunun elinde oyun hamuruna dönmüş vaziyette memlekete dair hemen her şey. Bu keyfiyetin aslan payını da eğitim aldı. Eğitimde yapısal değişiklikler meselesine ne boyutta bir ciddiyetsizlikle yaklaşıldığını anlamak için geçen hafta servis edilen maarif modelin takdimine bakmak dahi kafi gelecektir: “Türkiye’nin Yeni Yüzyılında Maarif Model”.
“Türkiye’nin Yeni Yüzyılı” hepimizin bildiği üzere bir kampanya sloganı olarak ortaya çıktı. İçine girdiği organizmanın imkân bulduğunda denetimini ele geçiren virüs misali, AKP cenahı zorlu kazanımlarla bina edilmiş cumhuriyetin yeni yüzyılı anlatısını da böyle bir keyfiyetle ele geçirdi.
Yeni maarif sistemine dair esastan önce usul üzerine birkaç şey söylemek isterim, zira ciddiyetsizliğin kendisini en çok gösterdiği tarafı da budur bana sorarsanız. 22 yıl bir iktidar için fazla uzun, ancak 100 yıllık bir cumhuriyet için oldukça kısa süre. Gelgelelim bu süreçte eğitim ve sınav sisteminde 20’ye yakın kapsamlı değişiklik yapıldığını görüyoruz. Değişimin kendisi, eğitim biçiminin ve içeriğinin değişen dünya düzenine ayak uydurmak zorunluluğu dikkate alındığında temel problem değil. Bu değişikliklerin yapılma usulü ve neticeleri burada sorunlu olan. Zira eğitim sistemi neydi ne oldu diye baktığımızda vaziyet içler acısı. Bunu ‘eğitim sistemi AKP’den önce muazzamdı’ gibi gerçek dışı bir nostalji ile söylemiyorum. Şüphesiz ki eğitim sistemi, en azından benim jenerasyonum için, biz kendimizi bildik bileli bir tür yozlaşmanın içinde. Ancak burada AKP kendilerinden önce gelenlerden farklı olarak birkaç bilinçli ve istikrarlı değişiklik yaptı. Nedir bunlar? Müsaadenizle sıralayayım…
Eğitimin finansallaşması
Gördüğümüz en fahiş durum şüphesiz ki eğitimin finansallaşması. Bugün İstanbul’da özel okul sayısı devlet okul sayısını geçmiş durumda. Köklü birkaç özel okulu saymazsak, özel okul dediğimiz şey eskiden Anadolu ve fen liseleri sınavlarında istenen başarıyı yakalayamamış çocukları için maddi imkanı “eli yüzü düzgün” bir yerlerde çocuğunu okutmayı mümkün kılan bir kesimin tercih ettiği kurumlardan ibaretti. Bugün devlet okulları nitelikleri itibarıyla birçok insan için bir alternatif olmaktan tamamıyla çıktı. Bugün bu okullara çocuğunu göndermek isteyen ebeveynler katır yüküyle para ödemek zorundalar. O da ancak evlatları LGS’den azımsanmayacak bir puanı alabilirlerse, kuralarda isimleri çıkabilirse, ya da kendileri de bu okullara gitmişlerse. Bu okulların ücretlerine baktığımızda bugün beyaz yakalı bir çiftin tek çocukları olduğu bir evrende bile karşılamaları imkansız rayiçleri görüyoruz. Belki kendiniz tecrübe ediyorsunuz, belki birilerinden duyuyorsunuzdur, bir geniş aile maaile kaynaklarını birleştirip bir çocuğu okutmak derdine düşer hale geldi. Atadan malı mülkü kalan şanslı azınlık, maaşlarıyla karşılamaları mümkün olmayan bu okul giderlerini sırtlayabilmek için hazırdan yemek zorundalar. Burada tartışmaya mahal bırakmayacak bir gerçek olarak karşımıza çıkan iyi okul arzının talepten çok daha düşük olduğudur.
Eğitimin finansallaşması akılalmaz bir hızda oldu aslında. Ben ilkokuldan sonra Anadolu lisesine giren son kuşaktanım. İlkokul sonrası İngilizce hazırlık okuduğum ve ortaokulda temel dersleri de İngilizce gördüğüm Ankara Gazi Anadolu Lisesi’nde aldığım İngilizce eğitimi beni bir saat özel ders almak ihtiyacı dahi duymadan, üstelik de lise sonrasında Türkçe bir lisans programını tamamlamış olmama rağmen, dünyanın sayılı üniversitelerinden birinde ders verebildiğim bir akademik kariyere taşıdı. Hatırlarım, o vakit en büyük kaynak problemi “şu kitap da ne kadar pahalıymış”tan ibaretti, onun da korsanı, ikinci eli vardı, abilerden ablalardan kitaplar miras kalırdı ve mesele bir şekilde çözülürdü.
Bu okulların en güzel tarafı da birbiriyle kıyaslanamayacak sosyal sınıflardan ailelerin çocuklarını çok küçük yaşta bir araya getirebilmeleriydi. Ekseriyetle orta gelirli ailelerin çocuklarıydık, ancak aramızda babası holding sahibi olan da vardı inşaat işçisi de. Ve fakat öğrenciler başarılarından başka bir kıstasla değerlendirilmediklerinden sosyal sınıf tali bir konuydu. Hani bu yeni model “yetkin ve erdemli öğrenci” yetiştirecekmiş ya, bizler için mesela tevazu, bugün altı çizildiği gibi bir erdem değil bir ön koşuldu. Şimdi bu okullardan mezun olan bizler, bu okullarda sağlanan imkanların ancak bir izdüşümünü sağlayabilen özel okullara çocuklarımızı göndermek için varımızı yoğumuzu vakfetmek durumundayız.
Eğitimin finansallaşmasından bahsederken, bu hamburger zinciri gibi açılan okullarda ancak kıt kanaat geçinmeyi mümkün kılan maaşlarla çalışan öğretmenlerin vaziyetine de değinmek gerek. Öğretmen, yani eski dilde muallim kimdi? Kelimenin yapı bozumuyla vaktiyle; talim ettiren, ilim öğreten, alemin gerçeğine kapı aralayan öğretmenlerden bugün beklenen müşteri memnuniyetine hizmet etmeleri. Eğitim sisteminin yaşadığı erozyon öğretmeni de kendine ve geleceğine güvensiz, etki alanı dar bir pozisyona hapsetti. Birçoğu idealizmle bu mesleğe girmiş pırıl pırıl gençleri ülkenin, kaygılı velilerin akılları ve çalıştıkları kurumların finansal bekaları arasında cambazlık yapmak durumundalar. Burada öğretmen öğrenci arasında kurulması zaruri rasyonel otoritenin kaybolduğunu görüyoruz. Velilerin ve öğrencilerin öğretmeni ciddiye almadığı, mesai yaptıkları kurumların ise öğretmenleri sadece üretim bandının bir parçası olarak kullandığı bir iklimden, yani işlevini kaybetmiş bir sistemden bahsediyorum. İlim öğretmek ülküsü çıkarıldığında muallimlikten geriye manası boşalmış bir çocuk bakıcılığından fazlası kalamıyor.
Eğitimin içeriği ve sınav sistemi arasındaki organik bağ koptu
Hoş özel okula gönderince iş çözülmüyor. Zira bu özel okulların birçoğunda da doğru düzgün bir eğitim verildiğini ya da sınavda başarının hedeflenebileceğini söylemek mümkün değil. Hatta çocuğunu kıt kanaat özel okullarda okutmak zorunda kalan kesimin bir de çocukları sınavlarda muvaffak olabilsin diye okulun kendisiyle mücadele etmek durumunda olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Türkiye’de sınav sistemi ve eğitim sistemi arasındaki organik bağ koptu. Bana göre bu da AKP döneminde bile isteye yol açılan bir değişim. Aslında yakın tarihimize dönüp baktığımızda bu eğitim ve başarı ölçümleme arasındaki bağın kopuşunun cemaat eliyle inşa edilen “dershanecilik” furyası ile başladığını görmek mümkün. Bu minvalde AKP baba evinden devraldığı bayrağı taşıyor diyebiliriz aslında.
AKP öncesi dönem şaha kalkan “dershanecilik”, sınav sistemine sıklıkla getirilen değişiklikler ve içeriden sınav sorularının şimdi adına FETÖ dediğimiz cemaate yakın dershaneler eliyle öğrencilere servis edildiği dönemin bir olgusu. Şimdi geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki, sınav sorularına ve sınavda başarıya doğrudan yapılan bu ahlaksız müdahalelerle rekabet için, FETÖ’nün varlığından dahi limitli haberi olan biz seküler cenah için dershane bir zaruret haline gelmiş, okuldan sonra gidilen bu okullara para vakfedilmeye başlanmıştı. Malumunuz dershane meselesi tarihimizde “dershane krizi” şeklinde yer bulmuştur, 2013’teki özel dershanelerin kapatılma mevzusudur ve AKP ve Fethullahçılar arasındaki ayrışmanın ilk büyük emaresidir. O vakte kadar zımnen bilinen ve 15 Temmuz sonrası alenen ortaya serilen bu soruların servis edilmesi mevzusu bugün bile sınav sistemine olan güvensizliğin nüvesini oluşturmakla beraber aynı zamanda başarılı olmak için “ekstra’’ para harcanması gerekliliğini devam ettiren bir sistemi bize miras bırakmıştır.
Sulandırılarak seyreltilmiş bir müfredat
Yeni müfredatta yüzde 35’lik bir seyreltilme yapılarak ders içerikleri sadeleştirilmiş. Peki bu sulandırılarak seyreltilen eğitim sistemi nitelikli insan yetiştirmek ülküsü için ne anlam ifade ediyor? “Sadeleştirilmiş derinleşmeye olanak tanıyan maarif modeli” diye servis edilen bu oksimoron müfredat, üniversite eğitimi için gerekli donanımı vermekten aciz. Şüphesiz ki hem öğretmenler hem de akademisyenler ve dahi iş insanları bu sebepten oldukça endişeli. Bu yazıyı yazmak için konuştuğum ve hayatını geçindirmek için hemen her öğretmen gibi özel ders vermek durumunda kalan bir matematik öğretmeni bana; bugün özel ders verdiği öğrencilerin azımsanmayacak bir kısmının bir şekilde iyi bir üniversiteye girebilmiş, ne var ki orada verilen matematik eğitimiyle baş edemeyen üniversite öğrencileri olduğunu söyledi. İntegral dahi görmeden iktisat ya da mühendislik fakültesine girmiş bir öğrencinin maça ne kadar geriden başladığını tarif etmekten hicap duyuyorum.
Üniversiteye hazırlamayan ancak bir teknik lise gibi mesleki donanım vermekten de aciz bu okulların vasatlık çizgisine çekilmesi hadisesi bugün içi boşaltılmış üniversitelerle de pekiştirilmekte. Selçuk Şirin Hoca’nın gazetemizin geçen sayısında kaleme aldığı yazıyı hatırlayalım. Selçuk Hoca bize 208 üniversitemizden sadece 75’inin Times Higher Education listesine girebildiğini, bunların içinde de sadece üç tanesinin ilk 500’de kendisine yer bulabildiğini söylemişti. Bu vahim neticede AKP’li yıllarda üniversitelere ve akademisyenlere adeta savaş açılması kadar, öğrencilerin üniversiteye kadar geçen süreçte sulandırılan eğitim sistemiyle niteliksizleştirilmesinin de şüphesiz payı var.
Bu seyreltme işinin fikri planında anlamından kopardıkları “maarif” kavramı yatmakta. Maarif kelime kökenine baktığımızda marifetten gelmekte. Halbuki bilgiyi seyreltip maharete ermek ne mümkün? Bilginin maharetle takasının mümkün olmayacağını şüphesiz ki onlar da sizin benim gibi biliyorlar. Ancak bu değişim, seyreltilenden kalan boşluğa kendi dünyalarında kabul gören ve adına “erdem” dedikleri dünya görüşlerini yerleştirebilmek arzusuyla ilgili. Halbuki erdem çocuğun parçası olduğu toplumun tamamıyla ilgilidir. Kısmi erdem diye bir şey olamaz. Siz bir elinizle toplumda ahlaksızlaşmayı körüklerken diğer elinizle okulda çocukları nasıl erdemle donatacaksınız? Erdem deyince de aklınıza evrensel erdemler gelmesin ve dahi bunların ters fonksiyonunu düşünün. Zira erdem diye işaret edilen şeylerin içinde aile yapısının ayet ve hadisler ışığında öğretilmesi, eşlerin sorumlulukları, kadınların iş hayatına katılımı için uygun koşullar gibi uzun ve sıkıntılı bir liste var.
Dumbing down: Bir aptallaştırma hareketi
Size tam burada iki akademisyen dostum, Magnus Henrekson ve Johan Wennström’un İsveç eğitim sistemini detaylı olarak inceledikleri 2022 tarihli kitapları “Dumbing Down”dan bahsetmek isterim. Tesadüf o ki, “dumbing down” kavramını Türkçeye “basitleştirmek/seyreltmek” olarak da çevirebiliriz. Burada kastedilen aslında politikalar aracılığıyla sistematik olarak yürütülen bir aptallaştırma hareketidir. 1914’e kadar geçen yarım yüzyılda, İsveç neredeyse yüz yıl süren olağanüstü bir ekonomik büyüme yaşadı. Avrupa’nın en yoksul tarım topluluklarından biriyken, dünyanın en zengin ve teknolojik olarak en ileri sanayileşmiş ülkelerinden birine dönüşen İsveç’in alametifarikası neydi? Çünkü İsveç 1850 itibarıyla yetişkin okuryazarlık oranında %90 ile Avrupa’nın en okuryazar ülkesiydi. Yani öğrenme temayülü yüksek bir toplumdan bahsediyorum.
Endüstrileşmenin başladığı zamanlarda İsveç’te halihazırda ciddi bir düzeyde okuryazar ve bilgili işgücü mevcuttu ve bu sayede ülkenin ekonomik gelişimi adeta roket gibi yükseldi.
İktisat tarihçisi Sandberg’in “yoksul ama bilgili” olarak tanımladığı İsveç’teki köylülere “yoksul sofistike” adını verdiği bu miras bile ancak 1950’lere kadar devam edebildi. Çünkü genel nüfus içinde, özellikle işçi ve alt orta sınıflar arasında, bilginin önemli olduğu yönündeki bu güçlü inanç 1970’lere kadar kapsayıcı, bilgiye dayalı ve her şeyden önce eşitlikçi eğitim sisteminin yerini postmodern zamanın ruhunu yakalamak telaşesinde tatbik edilmeye başlanan acul müfredat değişikliklerine bıraktı. Depremde sağlam olanla çürük olan binanın aldığı hasar farkı gibi bir örneğe denk düştüğü için yazıyorum bunları. Adamların bir “aptallaştırma hareketi’’nin tasviri için aşağılayarak kullandıkları “eğitimde seyreltme’’ kavramını biz bugün yeni yüzyıl hedefi olarak kendimize koyuyorsak ört ki ölem…
Türkiye’de eğitim sisteminin böyle keyfi müdahalelere maruz kalmasıyla koparttığımız vaveylayı fazla bulanlara o yüzden söylemek isterim ki, yeni yüzyıla eşsiz sağlamlıkta bir altyapıyla giren İsveç gibi bir ülkede dahi eğitim sisteminin erozyonuna dair yaşanan endişe Türkiye’de dillendirdiğimizden çok daha fazladır.
Halbuki literatür bize gösteriyor ki eğitime yapılan yatırım, ama maddi ama fikri, diğer bütün kamu faaliyetlerinden daha fazla pozitif dışsallık üretmek, yani ülkenin bütünün hayrına hizmet etmek potansiyeline sahiptir. Biz bugün mevcudu dahi koruyamamış, bildiğimizi de unutmuş durumdayız. O yüzden ben de bir çoğunuz gibi bu garabetin müsebbibi olanları ciddiyete davet ediyorum.