Modern çağda hepimiz giderek “bağlamı okuyamayan, empati kurmakta zorlanan” insanlara dönüşüyoruz. Bu, yalnızca otizm tanısı olan bireylerin değil, tüm toplumun yaşadığı bir sorun haline geliyor. İnsan ilişkileri zayıflıyor, anlam hissi kayboluyor, toplumsal iletişim giderek “duygusuz” hale geliyor. Çözüm, dünyaya tek gözle değil, iki gözle bakmak. Bir gözle ayrıntıyı görmek, diğeriyle bütünü fark etmek…
Bir arkadaşınızla kahve içiyorsunuz. Uzun zamandır görüşmemişsiniz. Sohbet ilerlerken birlikte yapmayı istediğiniz bir iş konusunu açıyorsunuz. “Olabilir…” diyor. Aklınızdakini biraz daha anlatıyor, takvimden bir tarih bile öneriyorsunuz. Günler geçiyor, konu ilerlemiyor, sabırsızlığınız kızgınlığa dönüşüyor, telafisi zor bir mesaj yazıyorsunuz. Halbuki biraz mesafelenip sakince bakabilseniz fark edebilirdiniz: Arkadaşınızın zor bir dönemden geçtiğini tamamen unutmuştunuz; kahve buluşmasındaki yorgunluğunu da hiç sezemediniz.
Oğlunuzun okul dönüşü yapmasını beklediğiniz bazı şeyler var. Neyse ki o da bu konulara dikkat ederdi. Fakat birkaç aydır durum değişti… Siz talebinizde ısrar ettikçe aranızdaki çatışma da giderek büyüyor. İpin ucunu kaçırırsanız sonu nereye varacak? Aklınız bununla meşgul; kontrolü elden bırakmamakta kararlısınız. Oysa oğlunuz bu yıl sınavlara hazırlanıyor; hem çok yorgun hem de stresli. Hocaların test performansıyla ilgili yakın markajı da onu iyice bunaltmış durumda. Üstelik büyüyor, hormonlarındaki değişim de cabası. Ama siz bunların hiç farkında değil gibisiniz.
Bugün çokça konuşulan konulardan biri otizm oranlarındaki artış. Halbuki esas bakmamız gereken belki de otizm değil, otizmde karşımıza sorun olarak çıkan özelliklerdeki belirgin yükseliş.
Johns Hopkins Bloomberg School’un Haziran 2025 verilerine göre son on yılda, yoğun ve devamlı destek gerektiren otizm grubundaki artış aslında çok sınırlı. Ciddi problem esas olarak daha hafif, “ince ayarı yapmadaki” zorluklarda görülüyor. Bağlamı okuma becerisi -yani yalnızca söylenen söze değil, onun söylendiği duruma, ortama, jestlere, mimiklere, ses tonuna ve duygusal atmosfere de dikkat edebilme- giderek daha sorunlu hale geliyor. Sosyal güçlükler toplumun genelinde yaygınlaşıyor ve şiddetleniyor. Bağlamı okuma, duygusal ipuçlarını anlama, empati ve duygu yönetiminde yaşadığımız sorunlar arttıkça -aile, iş, arkadaş, yakın ilişkiler- hayatımızın her alanı daha çatışmalı ve stresli hale geliyor.
2023’te PLOS ONE’da yayınlanan bir araştırma; sosyal bağlamı okumak, duyguları sezmek ve esnek biçimde yanıt verebilmek gibi becerilerdeki hafif zayıflıkların dahi anlaşılmayı zorlaştırdığını gösteriyor.
Koç Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştığım on dokuz yıllık dönemde doktora ve master öğrencilerimle yaptığımız psikoloji araştırmaları da bu bulguları destekler nitelikte: Otizm tanısı olan ve olmayan çocuklarda sosyal ve duygusal yetkinliğin en önemli belirleyicisi bilişsel esneklik olarak beliriyor. Bilişsel esneklik, birbirimizin bakış açısını alabilmemizi sağlıyor; bu becerinin zayıf olması ise hem kaygıyı hem saldırganlığı artırıyor.
Ve yeni, geniş örneklemlerden gelen bulgular, toplumda bu “ince” sosyal-iletişim zorluklarının daha fazla görülmeye başlandığını ortaya koyuyor.
Peki bilişsel esneklik neden zayıflıyor?
Bilişsel esneklikteki zayıflamayı en iyi açıklayan argümanlardan biri, çalışmalarını severek takip ettiğim psikiyatrist ve nörobilimci Profesör Iain McGilchrist’e ait. Beynin iki yarım küresinin dünyayı algılama biçimleri temelde farklı. Sol hemisfer “ayrıntıya, ölçülebilene ve kontrol edilebilir olana” odaklanıyor; sağ hemisfer ise “bütüne, bağlama ve ilişkiye” duyarlı. Profesör McGilchrist’e göre; insanlık tarihi boyunca sağ ve sol hemisferler arasında iyi bir görev paylaşımı ve iş birliği vardı; ama modern dünya, hız, verimlilik ve kesinlik arayışı içinde sol hemisferin diline teslim oldu; denge bozuldu.
Sol hemisferin çalışma biçimi -parçalara ayırarak kavramsallaştırmak ve tanımlamak- bilimsel ilerlemenin ve rasyonel düşüncenin temelini oluşturdu. Ve bu başarı, zamanla sol hemisferin dar ve kesinlik arayan yaklaşımını baskın hale getirdi. Böyle bir dünyada sağ hemisferin katkısı -yani sezgi, empati, bağlamı fark etme, anlamı hissetme- geri planda kaldı.
Profesör McGilchrist, The Master and His Emissary (Üstat ve Elçisi) ve The Matter with Things (Şeylerle ilgili Mesele) kitaplarında bu konuyu detaylı şekilde ele alıyor; ve sağ ile sol beyin arasındaki dengenin sadece nörolojik değil, kültürel de bir mesele olduğunu anlatıyor. Sağ hemisferin açık, meraklı ve bağlama duyarlı dikkat biçimi zayıfladığında, düşünce daha katı, tekrarlayıcı ve benmerkezli hale geliyor. Sol beyin, kendi temsil ettiği haritayı gerçeklik sanmaya başlıyor. Böylece farklı bakış açılarına, yeni bilgilere ve başkalarının duygularına karşı körleşiyoruz. Bu zihinsel daralma, hem bilişsel esnekliği hem empatiyi zayıflatıyor; bağlamı fark edemeyen zihin, yalnızca kendi doğruluğunu görüyor.
Bu dar odaklı ve kendi iç mantığına sıkışmış algı biçimi, bazı açılardan otizm spektrumundaki bilişsel örüntülerle benzerlik gösteriyor - orada da bağlamı fark etmeyen, sınırlı bir alandaki detaya odaklı, duygusal sinyallere kapalı bir işlem tarzı var. Dijital çağda giderek artan hız ve sürekli bilgi yüklemesi de dikkatimizi dar bir alanda tutarak sağ hemisferin geniş, bütünsel bakışını köreltiyor. Böyle bir ortamda sağlıklı iletişim ve ilişkiler zora düşüyor.

“Neyi kaybettik”ten, “nasıl geri kazanabiliriz”e bakarsak…
Bilişsel esnekliği geri kazanmanın yolu, dikkatin şeklini değiştirmekten geçiyor. Sol beyin dar, amaca yönelik, kontrolcü bir dikkat biçimi kullanıyor; sağ beyin ise açık, alıcı ve ilişkisel bir dikkat sunuyor. İlkini kaybetmemeliyiz -analiz için gerekli- ama ikinciyi de bilinçli biçimde yeniden etkinleştirmemiz gerekiyor.
McGilchrist bunu “dünyaya tek gözle değil, iki gözle birlikte bakmak” diye tarif ediyor: Biri odaklanıyor, diğeri çevreyi görüyor; biri çözümlüyor, diğeri anlam kuruyor.
Bu bakışı canlı tutmak için pek çok önerim olabilir. Ama şimdilik sadece üç tane…
Yavaşlayarak temas kurmak:
Dikkatin daralmasını önlemenin bir yolu, dünyayı fark etme hızını bilinçli olarak yavaşlatmak. Zihni geniş ekrana alarak yüz ifadesine, duygu farkındalığına, bazen sessizliğe yer açmak. Çünkü yavaşladığımızda temas çok daha mümkün. Ve ancak temas ettiğimiz şeyi anlayabiliyoruz. Gerçek temas -başka bir insanla, doğayla, sanatla- zihnimizin esnekliğini besliyor.
Dikkatin yönünü dışarıya çevirmek:
Zihinsel daralma genellikle kendine dönüklükle başlıyor. Dikkatimizi kendi düşüncelerimizden, doğrularımızdan ve kaygılarımızdan dışarıya -bir başka insana, bir duruma, bir manzaraya- yöneltmek hem esnekliğimizi hem de anlam hissimizi besliyor. O zaman dünyayı farklı şekillerde duymaya, görmeye de açık hale geliyoruz; anlayışımız değişebiliyor.
Merak ve şüphe potansiyelini korumak:
Zihinsel katılık, kesinlik arayışından doğar. Belirsizliğe tahammül edebilmek, emin olduğumuz bir duruma şüpheyle yaklaşıp “acaba?” diye sorabilmek, bilişsel esnekliğimizi geliştiriyor.
Bu çabayı sarf ettiğimizde, dikkatimizin keskinliği azalmadan algımız genişleyebiliyor; sadece bilgiye ulaşmakla kalmıyor anlamı da yakalayabiliyoruz. Ve işte o zaman birbirimizi daha iyi anlamamız da mümkün oluyor…
Düzeltme ve özür: Prof. Dr. Ayşe Bilge Selçuk’un gazetemizde yayımlanan biyografisinde bazı hatalar yer almıştır. Düzeltir, okurlarımızdan özür dileriz.