26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
29.01.2021 08:00

Ruh obezliği

Önümüze gelen her abur cuburu nasıl midemize atıyorsak, kültür abur cuburunu da ruhlarımıza dolduruyoruz. Sonuçta vücudumuzun şeklinin bozulmasına benzeyen bir ruh obezliği baş gösteriyor

Dünya tarihinde ilk kez şişmanlığa bağlı hastalıklardan ölenlerin sayısı, açlıktan ölenlerin sayısını geçmiş. Böylece bizim eski ‘’Biri yer biri bakar/ Kıyamet ondan kopar’’ sözü doğrulanmış oluyor. Yiyen de ölüyor yemeyen de. Bu durum, gelir dağılımı adaletsizliğini akla getiriyor. Nasıl ki, obezler daha az yese ve yoksulların yiyeceği artsa dünya dengeye kavuşursa, gelir dağlımı konusunda da aynı durum yaşanıyor. Bunu Stieglitz başta olmak üzere herkes söylüyor zaten, sır değil. En zengin 10 firmanın sadece pandemi döneminde elde ettiği kârla tüm insanlık aşılanabilirmiş. Ama gözlerini toprak doyursun, yapmıyorlar bunu. Bizim yok ama onların kefenlerinin cebi var galiba.  Şimdi asıl meramıma geleyim. Obezitenin tehlikelerini herkes biliyor artık. Okullarda doymuş yağı, tuzu vs. azaltılmış ürünler satılıyormuş. Evet; yağ doyar, insan doymaz. Agop’un kazı gibi yedikçe yer insansoyu. Hele modern insan... Televizyonun karşısındaki kanepeye uzanıp, saatlerce homini gırtlak çalışır. Eski Türk filmlerindeki erkeklerin zayıflığına bakın, bir de şimdiki gençleri gözünüzün önüne getirin. Batı’da da durum böyle. Oysa oburluk, Hıristiyan dinindeki yedi günahtan biridir. Bizde de peygamberin “Sofradan aç kalkın!” öğüdü bilinir. *** Bedenimizin sağlığını abur cubur yemek bozuyorsa, ruh sağlığımızı da okuldan, televizyondan, basından, eğlence dünyasından yayılan abur cubur mahvediyor. Çünkü günümüz insanı farkında olsun olmasın, her gün milyonlarca mesaj alıyor: Ekrandan, gazetelerden, reklamlardan, arabada dinlediği radyolardan, eğlence endüstrisinden, siyasetten, afişlerden, el ilanlarından, maçlardan, sosyal medyadan mesaj akıyor da akıyor. Önümüze gelen abur cuburu gövdeye attığımız gibi, hatta daha da beter bir şekilde bu kültür abur cuburunu ruhumuza dolduruyoruz. Ayaküstü atıştırılan hazırlop gıdaların zararı biliniyor, insana olumsuz etkileri fark ediliyor. Ama ruhlarımıza doldurduğumuz abur cuburları henüz fark edemiyoruz. Oysa onlar da aynı etkiyi yapıyor. Yaşam kalitemizi bozuyor, toplumsal hayatımızı cehenneme çeviriyor. Ahlâk yapımızı derinden sarsıyor. Bunu görmek daha zor elbette. Çünkü doktorların uyarılarına inanmaktan farklı olarak, kültürel alandaki uyarılar “kişisel beğeni” noktasından algılanıyor. Ama bu arada ruhlarımız abur cubura alıştırılıyor, şekli şemaili bozulan obezler gibi bir ruh obezliği baş gösteriyor.  Acaba ileride ‘’kültür hekimleri’’ çıkıp, mucize kültür diyetleri mi tavsiye edecek diye düşünmeden edemiyorum.

Pierre Cardin giyim kuşamı hiç dert etmezdi

Gözlediğim kadarıyla, dünya modasına yön verenlerin çoğu özel bir tarza sahiptir. Bazıları Karl Lagerfeld gibi barok denilebilecek bir tarza bürünür, bazıları Armani gibi siyah t-shirt’ü tercih eder. Memur tarzı giyineni pek azdır, hatta belki de yoktur. Ama dünyadaki her şey gibi bunun da bir istisnası var.  Geçenlerde vefat eden Pierre Cardin ile yıllarca UNESCO iyi niyet elçileri grubunda birlikte çalıştık. Yemeklere gittik, uzun sohbetler ettik. Dünyaca çok tanınan, adı marka olmuş, ünlü Maxim’s’in sahibi, giyim kuşamı hiç dert etmezdi çünkü hep aynı şeyi giyerdi.
Pierre Cardin’i sadece bir kez hallice bir takım elbiseyle gördüm. O günden Cardin, Claudia Cardinale ve bendenizin olduğu bu fotoğraf hatıra kaldı
Pierre Cardin’i sadece bir kez hallice bir takım elbiseyle gördüm. O günden Cardin, Claudia Cardinale ve bendenizin olduğu bu fotoğraf hatıra kaldı
Hayrettin Karaca merhumun sırtından çıkarmadığı kazak gibi onun da mavi bir takım elbisesi vardı. Toplantılara hep onunla gelirdi. Omuzlarında da kepek eksik olmazdı.  İstese dünyanın en pahalı takımlarını diktirebilecek olan Cardin’e niye böyle yaptığını soramazdım elbette ama onun bir yemekte anlattıklarından, bir şeyler sezinledim sanırım. ‘’Ben İtalya’da servetini kaybederek yoksul düşmüş bir ailenin çocuğuyum. O kadar yoksuldum ki bırak giyinmeyi karnımı bile zor doyururdum, yarı aç yarı tok gezerdim, İtalya’dan Fransa’ya kadar yayan geldiğime inanabilir misin. Onca yolu yürüdüm ben. UNESCO’da ve FAO’da çalışmamın nedeni de bu. Yoksullukla mücadele edilmeden dünya iyi bir yer olamaz.’’   O zaman, belki de o günleri unutmamak için özel bir tarz benimsemiş diye düşündüm. Belki de haklıydı. Onu tek bir kez hallice bir takım içinde gördüm. O da yine UNESCO’nun düzenlediği, Seine Nehri üzerindeki bir tekne gezisinde. Kurumun fotoğrafçısı Cardin’i, Claudia Cardinale’yi ve bendenizi çekmiş. Bu resim anı kaldı. Toprağı bol olsun. Not: Dikkat ettiyseniz yukarıda kendimden bendeniz olarak sözettim. Osmanlı’da ben ben demek ayıp olduğu için bendeniz (size bağlanmış bend olmuş anlamında), abd-i aciz (aciz kulunuz), hakir (aşağı görülen) gibi sıfatlarla, övünme hissi verilmeden yazılmaya çalışılırdı. Bu sıralarda o kadar çok kişi “Ben var ya ben” diyor ki bu eski kelimeleri tercih eder duruma geldim. Bazıları bundan kurtulmak için kendinden “biz” diye söz ediyor ama insanın “Kaç kişisiniz?” diye soracağı geliyor. Bu arada Allah’ın kendinden biz diye çoğul olarak söz etmesini hiç anlayamadım. Oysa şirk en büyük günah değil mi? Başka tanrı mı var ki? Çeviri mi yanlış? Neyse, bilmediğim konulara burnumu sokmayayım. 

Bana okuyup okumadığını ve ne okuduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim

Oksijen’in ilk sayısında Türkiye’deki kitap satışlarının, niceliği ve niteliği ile özel bir durumda olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Geçen hafta yine Oksijen sayfalarında yer alan kitap satış listeleri beni doğruluyor. New York Times’ın çok satanlar listesine bakın. Sadece gerilim, uzay ve pembe diziler var. Bir tane edebiyat eseri yok. Zaten hiç olmaz. Bir de bizdekine bakın: Jose Saramago, Tolstoy, George Orwell, Anton Çehov, Anthony Burgess, John Steinbeck, Victor Hugo, dünya edebiyatının devleri.   İşte bu durum çok umut verici. Halkın büyük bölümü okumuyor, kabul ama okuyan kesim hiç de az değil ve seçerek, nitelikli kitap okuyorlar.  Bir kitapta “Okuyan insan dünyanın aklına sırtını yaslar” demiştim. Gerçekten öyle. Okuyan insan Aristo’yla, Platon’la, Nietzsche’yle, Yunus Emre’yle, Nazım Hikmet’le, Yaşar Kemal’le, Sabahattin Ali’yle, Sait Faik’le arkadaşlık eder. Ne dersiniz? Hiç de fena arkadaşlar değiller bence.