Türkiye’de Batılı demokrasilerdeki gibi özgür seçimler yapılsa ve ülke şeklen kendisini yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığına dayalı bir demokrasi olarak tanımlasa da göz önünde bulundurulması gereken en önemli gerçek, bu ülkede demokratik bir mücadele değil, bir rejim kavgası yaşandığıdır.
Öyle ki, 90’lı yıllardan beri anlatmaya çalıştığım “Üç Kutuplu Türkiye” ne yazık ki sonunda gerçekleşmiş bulunuyor ve duygusal olarak bölünmüş bir ülkede dine, milliyete ve etnisitiye dayalı kutupların oluşması, “denge ve denetim” kuralının işlemesine engel oluyor.
Mevcut iktidar, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri gizli buluşmalarda işlenen ve tarikat yurtlarında çocuklara, gençlere öğretilen “Şer-i şerife dayalı Osmanlı saltanatını devirip yerine bir gavur rejimi kurdular” şeklindeki ideolojik tezin siyasi zaferi olarak geldi.
“Dar-ül harp” olarak tarif ettikleri ülkede “Tamam İnşallah!” sloganı ile kastedilen ve “dava” olarak nitelenen “cihad” bu temele dayanıyordu. Buna karşılık laik çevreler de AKP’nin bu tezini olduğu gibi kabul edip “Osmanlı kötüdür, Cumhuriyet iyidir” diye özetlenebilecek bir karalama kampanyası içine girdiler.
2. Abdülhamid ve AKP arasındaki temel fark
Tartışmaların odağında ise 120 yıl önce siyasi hayatı sona ermiş olan 2. Abdülhamid vardı; hala da var. Nitekim günümüzde hükümet çevreleri 2. Abdülhamid’i allayıp pulluyor ve TRT dizileri de onu yabancı elçileri tokatlayan, İslam’ın zaferi için mücadele eden ve devamını AKP liderinde bulan bir “mücahit sultan” olarak sunuyor. Muhalif kadrolar ise dönemin koşullarını hiç sorgulamadan, bir ön kabulle “Hayır o adam kötüdür; kahrolsun istibdat!” sloganına sığınıyor.
Oysa üzerinden bir asırdan fazla geçmiş siyasi olaylara takılıp kalmak ve sonu felaketle bitmiş bir dönemin sloganlarını tekrarlamak yerine, i’lerin noktalarını koymak ve AKP çevrelerinin kafalara kazımaya çalıştığı popüler tarih tezini yeniden gözden geçirmek daha doğru olmaz mı? Bana kalırsa Osmanlı’ya sahip çıktığını söyleyen ve laik Cumhuriyet’i “100 yıllık bir parantez” olarak niteleyip parantezi kapatmaya hazırlanan AKP’ye karşı, “Hayır, bu teziniz yanlış; siz Osmanlı padişahlarının değil tutucu ulemanın devamısınız!” diye özetlenebilecek bir görüşle mücadele etmek daha doğrudur.
Bütün ciddi tarihçilerin anlattığı ve belgelediği gibi Devlet-i Aliyye’nin son yüz elli yılı başta Rumeli olmak üzere imparatorluk topraklarını koruma ve Batı ülkeleri ile Rusya’nın parçalama emellerine engel olabilmek için askeri ve sivil reformlar yapma, yani “modernleşme” çabalarıyla geçmiştir.
Devlet-i Aliyye’nin Araplarla bütünleşmiş bir imparatorluk olmadığı, Mekke’yi işgal eden Suud’ların Osmanlı Sultanı adına hutbe okunmasını reddederek, kendi adlarına hutbe okuma gösterisi gibi birçok olayla kanıtlanabilir. 2’nci Mahmud devrinde Vahhabi ordusunu, Kavalalı İbrahim Paşa’nın yardımıyla yenmek ve Abdullah Bin Suud’u İstanbul’a getirip padişahın huzurunda başını kesmek gibi kanlı olaylar sonucunda bu bela bir süre bastırılabilmiştir. (Ama iki taraf için de unutulmamıştır tabi.)
Buna karşılık gericilerin “Gavur Padişah” adını taktığı 2’nci Mahmut’un ve onu izleyenlerin Avrupa tarzı reformlar yapmak için çırpındıkları, büyük tepkileri göze alarak kız öğrencileri okutmak; salgın hastalıklara karşı ulemadan medet ummak yerine Pastör’ün yardımıyla bilimsel metotlara başvurmak; alaturka saati alafrangaya çevirmek; telgrafhane kurmak ve Avrupa devletleriyle iyi ilişkiler içinde olmak gibi yüzlerce çaba da göz ardı edilemez. Rusya’da Petro’nun yaptığı reformları bizde uygulamak isteyen padişahların karşısına hep ulema çıkmıştır.
II. Abdülhamid dönemindeki toprak kaybından daha önemlisi, onun korkuları nedeniyle başlayan korkunç sansür, herkesi birbirinden şüphe duymaya yönelten hafiye teşkilatı ve aydınların sürgüne gönderilmesi oldu
Bunun dışında Osmanlı ailesi de Avrupalılaşmıştır. Hemen hepsi piyano çalar; beste yapar; Paris’ten gelen giysilerle Avrupa tarzı giyinir; az ya da çok Fransızca bilir; alaturka dinlemez; rakı yerine konyak, rom tercih eder. İçlerinde eskrime merak salmış olan da vardır, Abdülhamid’in oğlu gibi Marx’a ve Lenin’e tutkuyla bağlı olan da. Zaten yurt dışına çıkarılınca da büyük ölçüde Avrupa şehirlerine yerleşmişlerdir. Evlilik gibi vesileler dışında İslam ülkelerine giden hanedan mensubu çok azdır. Bu konudaki örnekler çoğaltılabilir elbette ama bir gazete yazısı boyutunu aşar.
Abdülhamid’in tahttan indirilişinin, Şeyhülislamlık fetvasına göre “İslam’a zarar vermek, Kuran’ı Kerim’i ve din kitaplarını yasaklatmak” gibi iddialar içerdiğini anımsarsak, her şeyi siyah beyaz karikatüre indirgeyen kişilerin bu meseleyi tekrar düşünmeye çalışmasında yarar olduğu ortaya çıkar.
Abdülhamid elbette İslamcı politika gütmüştür. Büyük devletlere karşı kullanabileceğini düşündüğü hilafet kozunu oynamak istemiştir; ama bir yandan da ülke içinde azımsanmayacak reformlar yapmıştır. (Bu konuda François Georgeon’un 12 yıllık bir emekle yazdığı Abdülhamid kitabının okunmasını tavsiye ederim.)
Toprak kaybetti mi?
Abdülhamid elbette toprak kaybetti; hem de bugünkü Türkiye’nin iki misli kadar. Ama zaten imparatorluğun çöküş dönemindeki bu kayıptan daha da önemlisi, Sultan Hamid’in korkuları ve vehimleri sonucu korkunç bir sansür uygulaması; kardeşi kardeşten şüpheye düşürecek bir hafiye teşkilatı kurması; aydınları sürgüne göndermesi ve ülkenin sosyal sermayesini yok etmesi oldu. Tarih önünde en büyük suçu budur.
Tarih kitabı mı tarihi roman mı?
Tarihi olayları öğrenmek isteyen okur mutlaka güvenilir insanların yazdığı tarih kitaplarına ve arşivlere eğilmeli.
Tarihi hissetmek, o devrin zihniyetini, duygularını, hayallerini, kırgınlıklarını, kişilerin psikolojilerini anlamak isteyen okur ise iyi yazılmış, temel gerçeklere sadık tarihi romana ihtiyaç duymalı. İlki öğrenmek, ikincisi hissetmek için.
Ali Fethi Okyar
Bu konularda 1924/25 yıllarında başbakanlık yapmış olan devlet adamı Ali Fethi Okyar’ın ‘“Sultan İkinci Abdülhamid Han’la 113 Gün” adlı kitabını, olayları birinci elden öğrenmek için çok değerli buluyorum. Mustafa Kemal’in en yakınlarından olan, beraber okudukları Ali Fethi Bey, Enver Paşa’nın desteğiyle İttihat Terakki Cemiyeti’ne girmiş ve Abdülhamid’i devirmeye ant içmiş subaylardan birisidir.
Hayatı, önce Mustafa Kemal’le sonra Mustafa Kemal Paşa’yla ve daha sonra Cumhur reisi Kemal Atatürk ile beraber geçmiştir. O’nun en yakınlarından birisidir. Bu değerli devrimci, 1909 yılında Abdülhamid’in hapsedildiği Alatini köşkünde komutanlık yapmış ve 113 gün kalmıştır. Bu dönemi anlattığı kitabı okuyunca insan o devrin devrimcilerini de sultanlarını da daha iyi anlıyor.
Son söz
Kısaca dediğim şu: Avrupa Birliği, demokratikleşme, hukuk devleti ilkeleri, Atatürk prensipleri gibi konularda Türkiye’nin geleceği olan kadrolar, padişahlar konusunu da yanlış bir yorumla AKP’nin eline bırakmamalı. Son Osmanlı padişahları Batılılaşmaya çalışıyordu, AKP ideolojisi ise Araplaşma yolunda. Bu temel farkı göz önünde bulundurmazsak boşluğa düşeriz.