Bizim mücadelemiz; demokratik, bütünleşmiş bir Türkiye kurmaktı. Herkesin birinci sınıf yurttaş olarak muamele gördüğü, diline ve kültürüne saygı duyulduğu, kültürel hakların tanındığı bir ülke…Bu yol, yasaklardan ve işkencelerden değil, hakların tanınmasından geçiyordu. Maalesef Türkiye’yi yöneten askerî ve sivil yönetimler, akılalmaz hatalarla (ve suçlarla) ülkeyi bu duruma getirdi
Aristoteles’in o kadim sözüyle başlar her şey: “İnsan, öğrenme ve bilme isteğiyle doğar.”
Her insanın içinde geleceğini bilebilmek, hayatının nereye doğru evrileceğini kestirebilmek gibi köklü bir merak var. Bu sezgi, bireyler için olduğu kadar toplum için de vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Geleceği tasarlama eylemi; sadece geçmişten alınan örnekler, veriler ve mantıkla değil, aynı zamanda derin bir sezgiyle harmanlandığında bizi ayakta tutan en güçlü ögelerden biri haline gelir.
Bu ihtiyacın toplumsal karşılığına dair çarpıcı bir örnek, 1986 yılında sevgili dostumuz Cengiz Aytmatov’un davetiyle gittiğimiz Kırgızistan’da karşımıza çıkmıştı. Aytmatov, “şerne” denilen ilginç bir adetten söz etmişti. Kırgız yaşlıları toplanır ve önlerindeki mevsimin nasıl geçeceğini tahmin etmeye çalışırlarmış. Dağlardaki kar miktarına bakıp su durumunu, ekinleri, üretimi ve ilişkileri konuştukları bu meclis, yani şerne, toplumun geleceği okuma çabasının ne denli önemli olduğunu gösteren güçlü bir gelenek.
Sezgi: Bilgiden daha derin olan
Bizler de önümüzdeki yılların bize neler getireceğini anlamaya çalışan insanlarız. Galiba benim bu konuda özel bir merakım var: Verilerden hareketle toplumu ve geleceği, yönelimleri tahmin etmeye meraklıyım. Bu merakın bilimsel bir metotla, çeşitli şablonlar kullanarak yapılması mümkün olsa da, benim yöntemim bu değil.
Ben, dünyayı kavramakta en önemli özelliğin sezgi olduğuna inanırım. Einstein gibi büyük beyinler bile sezginin bilgiden önemli olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü akademi, çok önemli çalışmalar yapılan bir disiplinler bütünü olsa da, ne yazık ki hayatı bölüm bölüm ayırır. O bölümlerin ayrıntılarına dalar, kanıtlar aramaya başlar ve kanıtlanamayan herhangi bir şeyi “Bilimsel değildir” diyerek bilginin dışında bırakır. Oysa toplumların yaşamını bütünsel olarak anlamaya çalışmak bu parçalı yöntemle tam olarak başarılamaz. Bir balığın karaya çıkınca öleceğini bilmeden hissetmesi ya da denizin içindeki akıntıları kavrayabilmesi ancak sezgi sayesinde mümkün olur. Bir sanatçı da toplumsal eğilimleri ancak bu sezgi ve bilgiyi sentezleyerek kavrayabilir.
Osmanlı’dan miras kalan strateji: Küresel bölünme planları
Geleceği okuma ve toplumsal eğilimleri sezme çabam, sadece ulusal sınırlarımız içindeki dinamiklerle sınırlı kalmadı. Küresel siyasetin karanlık stratejilerini anlama merakım, Orta Doğu’nun ve dolayısıyla Türkiye’nin kaderini belirleyen büyük oyunları görmemi sağladı.
Bu konuda yaşadığım en hayret verici anılardan biri, 2005 yılında Ahmet Ertegün’ün davetiyle aralarında Henry Kissinger’ın da bulunduğu küçük bir grupla katıldığımız akşam yemeğiydi. Şeytani planlarıyla tanınan, karanlık stratejiler uzmanı Kissinger, o akşam şaşırtıcı bir itirafta bulundu. “Her sabah Osmanlı haritasına büyük bir hayranlıkla baktığını” söyledi.
Bu sözüyle ne kastettiğini sorduğumda cevabı, bölgenin geleceğine dair tüm planı açık ediyordu:
“Osmanlılar 500 yıla yakın bir süre Orta Doğu’yu nasıl yönetti diye merak ettik ve anladık ki her bölgeyi Şii, Sünni, Kürt olarak ayırmışlar. Bizim de yeni programımız bu olacak.”
Bu hayret verici sözleri dinlerken, Osmanlı dönemindeki Irak’ın idari olarak Şii Basra, Sünni Bağdat ve Kürt Musul vilayetlerine ayrılmış olduğunu düşündüm. Demek ki, amaçları Orta Doğu’daki ulus devletleri yıkıp en azından federatif yapıya geçirmekti. Aynı planı değişik sözlerle Hillary Clinton ve Condoleezza Rice da dile getirdi. Bu planlar önce Irak’ta uygulandı, ardından Suriye’ye sıra geldi ve Esad rejiminin yıkılmasıyla merkezi yapı çökertildi.
Türkiye’nin üç kutuplu geleceğini sezmek ve bölgesel yayılım
1990’lı yıllarda köşe yazılarıma başladığım dönemde, Türkiye’de sağ ve sol kamplaşması çok keskindi. 80 öncesi şiddet, sağlıklı siyasi kanatların “tehlike” diye algılanmasına neden olmuştu. Oysa sağ ve sol kimliğiyle ölen onca insan, bilerek isteyerek kışkırtılmış bir katliamın sonucuydu.
İşte o yıllarda, sağın ve solun çözülmeye başladığını, yerini üç kutuplu bir Türkiye’ye bıraktığını sezmeye başlamıştım. Henüz etnik ve dinsel temelli hareketler güçlenmemişti, ancak daha sonra bilinçli bir şekilde milliyetçi, etnik ve dinî hareketler teşvik edildi ve her biri kendi partisini oluşturdu. Çünkü artık sağ ve sol kutuplar, ülkenin karmaşık gerçekliğini ifade etmiyordu. Sanki Türkiye’nin etrafına üç büyük mıknatıs yerleştirilmişti ve ülke, duygusal olarak üçe bölünüyordu.
Kissinger’ın Osmanlı haritası üzerinden ifade ettiği bu stratejiyi dinlerken, yıllar önce sezdiğim ”Üç Kutuplu Türkiye” öngörüsünün sadece ulusal bir olay olmadığını, aksine bütün Orta Doğu’ya yayılmaya başlayan çok daha büyük bir projenin parçası olduğunu anladım. Bizim iç siyasetimizde, sağ ve sol yerine etnik, dinî ve milliyetçi ayrımların teşvik edilmesiyle yaratılan duygusal bölünme, bölgedeki ulus devletlerin mezhepsel ve etnik ayrılıklar üzerinden parçalanmasıyla birebir örtüşüyordu. Bu gelişmeler, Türkiye’nin de bu tehlikeli sonucun çok yakınına getirildiğini açıkça gösterdi.
Bu gelecek okumamı pek çok platformda anlatmaya çalıştım. Fakat bu uyarılar, Türkiye’ye henüz gelmemiş bir filmden bahseder gibi boşa gitti. Bugün artık herkesin dilinde olan kutuplaşma sözü bile zamanında yadırganıyordu.
Bölünmenin gerçek tehlikesi
Bugün ise iyice ortaya çıktı ki, Türkiye artık kutuplaşmıştır, en azından duygusal olarak üçe bölünmüştür.
Bu durumun tehlikesi; ekonomik politikalarda farklılaşan modern sağ-sol yapılar yerine, binlerce yıla dayanan dinî, etnik ve milliyetçi ayrımları siyasetin merkezine koymaktır. Bu, ülkeyi bölünmeye yaklaştıran en büyük risktir.
Bizim mücadelemiz; bölücülük değil, tam tersine demokratik ve daha bütünleşmiş bir Türkiye kurmaktı. Herkesin birinci sınıf yurttaş olarak muamele gördüğü, diline ve kültürüne saygı duyulduğu, kültürel hakların tanındığı bir ülke.. Bu yol, yasaklardan ve işkencelerden değil, hakların tanınmasından geçiyordu. Maalesef Türkiye’yi yöneten askerî ve sivil yönetimler, akılalmaz hatalarla (ve suçlarla) ülkeyi bu duruma getirdi. Halk çok acı çekti. Bu acılara tercüman olmak isteyen aydınlar da aynı kaderi paylaştı.
Ve geldik bugüne.