Türkiye’de maganda kurşunları, töre cinayetleri ve kadına yönelik şiddet gibi trajediler, yalnızca yasa boşluğundan kaynaklanmıyor; derinlere işlemiş bir kültür ve zihniyet sorunu söz konusu. 1850’de Harput Valisi Yusuf İzzet Paşa’nın bir emirnameyle yasakladığı silahlı eğlenceler hâlâ hayatlarımızda sürüyor, günlük yaşamda öfke, bencillik ve agresif davranışlar normalleşti
Düğünlerde, asker eğlencelerinde, milli maç kutlamalarında ya da basit bir trafik tartışmasında havaya, bazen de doğrudan insanlara sıkılan kurşunlar... Bu ilkel, hayatı hiçe sayan eylem, maalesef “gelenek” adı altında varlığını inatla sürdürüyor. Her trajedide “Yasalar nerede?” diye feryat ediyoruz. Daha sert kanunlar, daha ağır cezalar istiyoruz. Ancak elimizdeki tarihi bir belge, bu sorunun kökeninin yasalardan çok daha derinlere indiğini çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
175 yıllık bir emirname ve değişmeyen zihniyet
Bu ülkenin makûs talihini gözler önüne seren o belge, 10 Haziran 1850 tarihini taşıyor. Dönemin Harput Eyaleti Valisi Yusuf İzzet Paşa, idaresi altındaki tüm sancak ve kazalara bir emirname gönderiyor. Emir, net ve açık: “Taşralarda vuk’u bulan arus cemiyetlerinde, kurşunlu tüfenk ve piştov endahtı yasaklanmıştır.” Yani, “Dışarıda yapılan düğün toplantılarında tüfek ve tabancayla ateş etmek yasaklanmıştır.”
Düşünün; bir Osmanlı valisi, padişahın temsilcisi, devletin gücüyle bu emri yayımlıyor. Ama ne oluyor? Hiçbir şey! Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bizler hâlâ o emirnamede yasaklanan eylemin kurbanlarını toprağa veriyoruz. Ne valinin fermanı, ne kanunun gücü ne de asırların değişimi, toplumun kültürüne kök salmış bu uygulamayı söküp atmaya yetmemiş.
Maganda kurşunlarının gölgesindeki hayatlar
Bu olaylar bize, sorunun sadece bir “yasa boşluğu” olmadığını, meselenin bir “kültür boşluğu” olduğunu haykırıyor. Toplumun derinliklerine işlemiş, bir tür gelenekleşmiş uygulamayla ne yasa baş edebiliyor, ne de en sert emir. Bu durum, sadece silahlı magandalıkta değil; töre cinayeti denilen canavarlıkta, kadına yönelik şiddette ya da çocuk istismarında da karşımıza çıkıyor.
İstediğimiz kadar yasa çıkaralım, Meclis’te kanun üstüne kanun kabul edelim; eğer o kanunları uygulayacak ve içselleştirecek kültürü ve zihniyeti dönüştüremezsek, bu vahim eylemler sürmeye devam edecek.
Bu ülkenin gerçekten gelişmesi, insani gelişmişlik sıralamalarında yükselmesi ve nihayet uygar ülkeler safına katılması, sadece ekonomik büyümeden değil insanı değiştirmekten geçiyor.
Sayıları ne kadar fazla olursa olsun, bu ülkenin magandasına, ilkeline yağ çekmekten, siyasi beklentiler uğruna onların oyuna talip olup bu ilkel tavırlara taviz vermekten, onlara yönelik popülist politikalar üretmekten vazgeçilmesi gerekiyor.
“Demokrasi” yutturmacasıyla ilkel halk dalkavukluğu yapmayı bırakıp, gerçek anlamda insanı geliştirmenin, eğitimi, sanatı, hukuku ve eleştirel düşünceyi toplumun temeline yerleştirmenin yollarını aramak zorundayız.
Aksi takdirde, aradan yüzlerce sene daha geçer ve gelecek kuşaklar hâlâ 1850’deki valinin yasaklamaya çalıştığı, acı gerçeği tekrar tekrar yazmak zorunda kalırlar.
Unutmayalım ki; bir toplumda demokrat olmak; o toplumun geri kalmış ve zararlı alışkanlıklarını “halkın değeri” sayıp kabullenmek değildir. Demokrasi, insanı geliştiren, medeniyete taşıyan bir araç olmalıdır. Türkiye’nin asıl ihtiyacı, yasalardan önce zihniyet devrimidir.
Türkiye’de yaşam kalitesi neden düşüyor?
Dünyanın dört bir yanındaki şehirler; Roma, Madrid, Cenevre gibi refah ve inceliğin hüküm sürdüğü yerler ile Kandahar, Phnom Penh, Nairobi gibi baskı, korku ve yıldırmanın kol gezdiği bölgeler olarak ikiye ayrılıyor. İnsanların ömürlerini nasıl geçirdiği, sadece cebindeki paranın çokluğuyla açıklanabilecek basit bir denklem değil. Zira nice yoksul Akdeniz ve Karayip kasabası var ki halk, yaşamını pırıltılı bir gökkuşağı altında, saygı, sevgi ve neşe içinde sürdürüyor. Öte yandan, yaşamın adeta bir cehenneme döndüğü petrol zengini Arap ülkeleri de mevcut. Bu denklemin anahtarı, yaşam kültürü denilen soyut ama hayati kavramda yatıyor.
İnsanoğlu, yirmi-otuz bin günlük kısa bir misafirlik için geldiği bu dünyada, doğanın ona sunduğu potansiyel ömrü sakin ve doğal bir biçimde yaşamak yerine, ne yazık ki bazı coğrafyalarda birbirine acı çektirmekten tuhaf bir haz alıyor. Ve büyük bir üzüntüyle belirtmek gerekir ki, Türkiye bu ikinci kategoride yer alıyor.
Trafikten toplumsal yaşama yansıyan düğüm
Bu acı gerçeği anlamak için, sabah saatlerinde trafiğe çıkmak yeterli. Sürücüler, aslında biraz daha hoşgörülü, biraz daha saygılı ve sakin davransalar, trafik bir nehir gibi akıp gidecek ve herkesin menfaatine olacak. Ancak bizdeki manzara tam tersi: Küçük fırsatçılıklar, agresif şerit değiştirmeler, bilinçli yol tıkamalar... Bu bencil hareketler sonucunda ise çözülmez düğümler oluşuyor ve herkes bulunduğu yerde sinirle sayıyor. Ardından gelen küfürler, kavgalar, levyeli saldırılar, sinir harpleri ve kazalar zinciri, bu çarpık yaşam kültürünün bir yansıması.
Peki, toplumsal yaşamımız bu trafik karmaşasından ne kadar farklı? Maalesef, ülkedeki insanların adeta ortak görevi, yaşamı diğerleri için çekilmez kılmak gibi bir hâl almış. Dedikodu, saldırı, iftira, zorluk, güçlük çıkarma, intikam duygusu... Eğer toplumda sizi sözüm ona “seçkin” kılan herhangi bir unvanınız, statünüz yoksa, günlük hayatta karşılaştığınız muamele acımasızlaşır. Telefonlar yüzünüze kapanır, bir kurumun danışma bölümünde oturan memur suratınıza bile bakmaz. Yurttaş vergileriyle dönen devlet daireleri sizi adam yerine koymaz, hastanelerde itilip kakılırsınız. Hakkınızı aramaya kalktığınızda ise, bazen polis copu tepenizde belirir. Bu, hangi çağın, hangi medeniyetin yurttaşlık anlayışıdır?
Kendi cehennemimizi yaratan öfke
Basındaki, politikadaki, spordaki acımasız kavga ve öfke atmosferine bakıp acı bir tebessüm beliriyor yüzümde. Çünkü bu atmosferi yaratanlar aslında kendi elleriyle ördükleri bir cehennemin içinde yaşıyorlar.
Bu bitmek bilmeyen sinir harbi ve sürekli gerilim, ne yazık ki sadece psikolojimizi değil, doğrudan biyolojimizi de etkiliyor. Sürekli yüksek tansiyon, sürekli öfke nöbetleri damarlarımızı yıpratıyor, enzim ve hormon dengemizi bozuyor. Uzmanlar da belirtiyor ki bu stres dolu yaşam biçiminin nihai sonucu, ömrün kısalmasıdır.
Belki sakin ve mutlu koşullarda biyolojik olarak 80-90 yıl yaşamaya programlanmış olan birçok insan, toplumsal gerilimin yarattığı yük altında, olması gerekenden çok daha genç yaşlarda hayata veda ediyor. O halde, bu öfkeli çığlıklar arasında boğulan herkesin sorması gereken tek bir soru var: Kendi ömrünüzü kısalttığınızın farkında mısınız? Başkasına çektirdiğimiz her acının, hayatımıza kattığımız her zorluğun bedeli, bizzat bizim yaşama süremizden mi çalınıyor?