Türk edebiyatını Rus klasikleri kadar etkileyen başka bir edebiyat olmadı dersem abartmış olmam. 10’uncu yüzyılda İslam dinine geçen Türkler’in, daha önceki sözlü edebiyatında Çin, Manikeizm, Şamanizm etkileri görünürken, din değiştirme sonucunda Arap ve Fars kültür dairesinin ağır bastığı görülür. Ne var ki 19. yüzyıl sonlarında gelişen roman yazımı konusunda en büyük etki Rus ve Fransız edebiyatından gelmiştir. Hatta Rus romanlarının etkisi, iyi çevirmenler ve nitelikli yayınlarla yalnız yazarları değil, geniş okur kitlelerini de tartışılmaz biçimde, -dünyayı da etkileyen- büyülü atmosferinin içine almıştır. O günden beri de bu etki giderek büyümektedir. Bizim 68’liler olarak tabir edilen kuşağımız ise çok güçlü bir biçimde Rus edebiyatı ile yetişmiştir diyebilirim. Rus edebiyatını sadece Puşkin, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, Çehov gibi edebiyat tanrılarından değil, Saltikov Scedrin, Michail Zoşcenko, Gonçarov, Lermontov, Zemyatov, Bunin ve benzerleri gibi dünyada o derece yaygın olmayan yazarlardan da okuyorduk.
İki dilin yakınlığı
Bu yıldızlar geçidinde bütün dünyada olduğu gibi bizde de birer kuyruklu yıldız olan Tolstoy ve Dostoyevski başı çekiyordu. Kitapları Türkçe’ye doğrudan doğruya Rusça’dan çok iyi çevirmenler tarafından aktarıldığı ve genellikle kısaltılmadığı için bu kitapların kalitesi, anlattıkları olaylar ve Rus edebiyatını bu kadar büyük yapan şefkat duygusu, daha çok aristokrasiyi anlatmalarına rağmen sıradan insanlara duydukları sevgiyi ortaya koyan şaheserleri başımızı döndürüyordu; bu etki hala devam ediyor. Çevirilerde iki dildeki deyimlerin yakınlığı da etkili oluyordu elbette. Mesela o romanlarda geçen ‘anacığım’ gibi kullanımlar bizim dilimizde de aynı etkiyi yaratıyordu. Bu yüzden Rusça’da yayınlanan kitaplarım dolayısıyla St. Petersburg’a davet edildiğimde bir edebiyat mabedinde dolaşıyormuş duygusuna kapılmış olmam doğaldı. Belki Rus halkı buna alışık ama bizim gibi yabancılar için çok sarsıcı bir deneyimdi bu. Hele onca romanda okuduğumuz Nevski Caddesi’ndeki Bokvoed Kitabevi’ndeki konuşma ve imza gününden sonra o büyük yazarların izini sürmek, Puşkin’in düelloya gitmeden önce son içkisini içtiği ve şimdi onun adını taşıyan lokantada Rus edebiyatçılarıyla bir akşam geçirmek emsalsiz bir deneyimdi. Kitaplarımı olduğu kadar konuşmalarımı da çeviren sevgili dostum Profesör Apollinaria Avrutina ile bir radyo söyleşisi için gittiğimiz eski, sarı, avlulu, nemli binalar ve benim avluya girer girmez ‘İşte burası Dostoyevski kokuyor’ demem üzerine Raskolnikov’un yaşadığı yerin yakında olduğunu açıklamaları insanı ister istemez bir edebiyat sarhoşluğuna sürüklüyordu. Hele aynı şehirde St. Petersburg Bienali dolayısıyla Milletler Evi’nde benim üzerime bir sergi açılması unutamadığım onurlar arasında yer aldı. Geçen yıl İstanbul’daki yayıncım benden Suç ve Ceza üzerine bir önsöz isteyince epey şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Evet, ilkgençlik yıllarımdan bu yana defalarca okuduğum, bütün dünya gibi beni de kendine hayran bırakan, neredeyse satır satır bildiğim bir romandan söz ediliyordu ama güneşin altında Dostoyevski üzerine söylenmemiş bir söz kalmış mıydı ki; bir önsözde basmakalıp tekrarların ötesine geçip yeni bir şeyler yazabileyim. Bunları düşündüğüm sırada edebiyat dergilerimizden birinde okuduğum bir söyleşide değerli ve Rusça bilen bir aydınımızın Dostoyevski ve Tolstoy’u karşılaştırdığını ve nedense ilkini enternasyonalist, ikincisini ise milliyetçi olarak nitelediğini görmek bahtsızlığına uğradım. Bildiklerimle, okuduklarımla taban tabana zıt bir görüştü bu. Elbette o dönemin birçok yazarında görüldüğü gibi, Tolstoy’da da kurtuluşu, çarmıhtaki peygamberin izinden giden Slav ruhunun sağlayacağı inancı vardı ama o büyük düşünür bunu hiçbir zaman, başka dinleri ve halkları aşağılayan bir fanatizmle ele almadı. O dönemin bütün yazarları, kabına sığamayan, büyük bir devrime doğru akan Rus toplumunu kavramaya çalıştılar. Çökmekte, dağılmakta olan bir imparatorluğu Batı düşüncesinin mi, dinin mi, Rus köylüsünün mü, radikal bir devrimin mi kurtaracağı sorusu, ömür boyu yaratıcılıklarının temel sorunsalını oluşturdu. Zaten o dönemin roman, şiir ve tiyatro eserlerini okurken kapıldığımız heyecan ve bu yapıtları boş, yavan ve süslü cümlelerden kurtararak, her birinin içinde bir nabız attığını duyumsatan etki buradan geliyor. Sanki her yapıtın içinde bir zemberek kuruludur ya da ne zaman patlayacağı belirsiz bir saatli bomba vardır. Çehov’un, sahnede eğer bir tüfek gösteriliyorsa oyunun sonunda mutlaka patlar düşüncesine uygun bir durumdur bu. Hem de Çehov o dönemin en sakin, en sade, en mizahi yazarı – onu çok seven Tolstoy’un ‘bir kız gibi kibar’ nitelemesini hak edecek kadar ince- olduğu ve derin ihtiraslardan uzak durduğu halde. Barajları devirmiş bir nehir gibi ihtilale akan toplum; Rus soyluları, mujikler, devlet memurları, üniversite öğrencileri; anarşistler, solcular, Çar’a düzenlenen suikastler, Çarlık Gizli Polisi’nin nefes alışını izlediği gizli gruplar, Sibirya sürgünleri ile müthiş bir huzursuzluğun pençesinde kıvranmaktadır. Bu huzursuzluk, toplum denizinin içindeki balıklar gibi her devinimi sezen yazarları bir çeşit düşünce romanı, şiiri ve oyunları yazmaya götürmüştür. Sanki bu büyük eserlerdeki her karakter, bir toplumsal duruş adına konuşmaktadır. Trenlerde, edebiyat suarelerinde, sosyete davetlerinde, meyhanelerde, kır gezilerinde tartışılan her sorun, Rusya Ana üzerine düşünme tonu taşır. Ama her büyük edebiyatta olduğu gibi, şematik, yapay, ideolojik roman kahramanları değildir bunlar. Yalnız Rusya’nın değil, insanlığın derin psikolojisini yansıtan karakterlerdir. Rus yazarlarının bir ‘meselesi’ olması, onların kuru ve ideolojik yapıtlar verme sığlığına düşmesi sonucunu doğurmamıştır. O dönemde Kont Tolstoy, derin insani duygularla kilisenin yanlış din yorumunu reddederken İsa’nın ve Rus köylüsünün safiyetine güvenmekte, Turgenyev kurtuluşu Avrupalılaşmakta aramakta, Çehov taşra malikanelerinde ne yapacağını şaşırmış durumda canı sıkılan bunalımlı insanlarla dalga geçmekte, Gorki en alttan gelen bir yazar olarak Rus edebiyatına gerçek mujiki sokmakta, Dostoyevski ise insan ruhunun karanlık derinliklerine inerek ‘suçluluk’ kavramını araştırmakta, bazen basit dini çözümlere başvursa bile neredeyse bir gelecekbilimci gibi yeni ve karmaşık bir dünyanın uğursuz kehanetini duyurarak tepki çekmektedir. Çağdaşları; Dostoyevski’nin yazdığı birçok romana, gerçekleri yansıtmayan, insanı kötü gösteren sahte yapıtlar olarak hücum ediyordu. Suç ve Ceza’nın konusunu bir gazete haberinden almasına, yani bu öğrenci cinayetinin gerçek olmasına rağmen, okurlar ve diğer yazarlar, nihilizmin insanı sürükleyeceği noktaları göstererek geleceği haber veren bu dehayı ‘aşırı’ buluyorlardı. Devrimden sonra Lenin’in bile bu büyük yazarı bir ‘kötülük dahisi’ olarak nitelemesi, Sovyetler Birliği’nin pozitif insan yaratma idealleriyle çelişmesine ve insan kalbindeki karanlığa eğilmiş olmasıyla açıklanabilir ancak. Oysa biz, bugünün okurları biliyoruz ki Raskolnikov’lar, Karamazov’lar aramızdadır; artık onlara yabancı değiliz. Dostoyevski yeni ve suça yatkın bir geleceğin habercisidir ama o dönemin öğretici, terbiye edici akımının etkisinde kalarak, suçluların ya İsa’ya sığınarak ya da suçlarını itiraf ederek ruhlarının kurtuluşunu sağlayacak bir sona erişmelerini amaçlamıştır. Diriliş romanında Tolstoy da yapmıştır bunu. Tam da bu noktada şunu belirtmeliyim: Dostoyevski’nin Raskolnikov’a yaşattığı vicdan azabı ve suçun itirafı yoluyla ruhunu kurtarma inancı ne yazık ki insanlığın tümüne mal edilemez. Bu görüş, Karamazov Kardeşler’deki Büyük Engizitör sahnesiyle kiliseyi eleştiren yazarın, aynı zamanda temel Hristiyanlık değerlerine bağlılığının mutlak bir kanıtıdır. Ahlaki bir duruş olarak, işlenen her suçun sonunda acı çekilmesi ve mutlaka itiraf edilmesi gerekmektedir. Ruhban sınıfına başvurarak günah çıkarma geleneğinin edebiyattaki bir devamı olarak algılanabilir bu. Slav milliyetçisiydi
Hristiyanlığın özünün şefkat ve bağışlama olduğunu düşünen Dostoyevski’nin başka dinler ve uluslar karşısındaki Slavcılığı ileri boyutlardadır. Zaten aşırı bir kişiliği olan bu dahinin Slavcılığı, ne yazık ki onu Puşkin, Tolstoy, Turgenyev gibi insancıl yazarlardan bir parça ayırır. Puşkin, Osmanlı-Rus harbini izlemiş ve izlenimlerini ‘Erzurum Yolculuğu’ kitabında anlatmıştır. Kitabı okuduğunuz zaman Puşkin’in insancıllığına hayran kalır ve o dönemin modasına uymadan kendi ordusunu da ‘düşman’ askerini de insan olarak görüşü karşısında saygıyla eğilirsiniz. Şehit düşmüş gencecik bir Osmanlı askerinin yüzündeki çocuksu saflığı anlattığı satırlar Puşkin’i ve onun insancıllığını, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yüceltir. Puşkin’den çok sonra Osmanlı-Sırp harbi sırasında Petersburg’da yazılanların pek çoğu bu insancıllığı taşımaz. Dostoyevski o dönemde bir Slav milliyetçisi olarak çıkar karşımıza. Ateşli yazılarında sürekli olarak, palasıyla hamile kadınların karnını deşen, bebekleri süngüsüne takarak dolaştıran korkunç bir Osmanlı tipi yaratarak, halkı galeyana getirmeye çalışır. Ona göre Konstantiniyye de bu barbarların elinden alınmalı, Rumlara da bırakılmamalıdır. Bu büyük şehrin sahibi olmaya layık olan tek halk Ruslardır. Buna benzer milliyetçi yazıları Dostoyevski’yi savaş yanlılarının ve Slavcı muhafazakarların gözünde yüceltirken, bir başka yazar daha insancıl bir bakış açısıyla Osmanlılara karşı bu ifadeleri kullanmıyor, bu açıdan Puşkin’in çizgisini izliyordu. Kont Lev Tolstoy bu tutumuyla neredeyse ‘vatan haini’ damgası yiyerek sert biçimde eleştirilmesine rağmen, yaşadığı yere yakın bir kamptaki Türk esirleri ziyaret ederek, ‘Kuran okuyan sakin ve efendi, olgun kişiler’ olduklarını yazmaktan geri durmuyordu. Dostoyevski Slav aşkı yüzünden Turgenyev’le de ters düşmüş, Avrupalılar’dan nefret eden bir yazar haline gelmişti. Bir Avrupa gezisinde tuttuğu notlarda, bu ülkelerde gördüğü ilerlemeler karşısında duyduğu hayranlığı gizlemek için şöyle yazar: ‘’Evet, muazzam köprüler yapıyorlar ama onlar da Ruslar kadar güzel çay demleyemezler.’’ Kısacası Dostoyevski’nin köleliğin kaldırılmasına karşı çıkmaktan tutun da şovenizme varan Slav inancına kadar birçok aşırılığı vardı ama bunların hiçbiri onun deha düzeyindeki büyük romancılığına leke süremedi. Yeraltından Notlar kitabının ilk cümlesindeki gibi ‘hasta bir adam’dı o. Baba kompleksi, gizli Petraşevski grubuna katıldığı için idam mangasının karşısına çıkarılması, son anda Çar tarafından bağışlanarak Sibirya sürgününe gönderilmesi, orada yaşadığı ve bugün ‘Ölüler Evinden Anılar’ı okuduğumuz zaman içimizi titreten acılar, onu ömür boyu kıvrandıran sara hastalığı, mutsuz evliliği, parasızlığı, kumar tutkusu, alacaklılarının şikayetiyle hapse girip çıkması, bu duyarlı yüreği çok hırpaladı, zaman zaman sağlıklı düşünme yetisini bile zedeledi ama onu asıl büyük kılan özelliğe hiç dokunamadı. O büyük yaratıcı, insan ruhundaki karanlığa bakma cesaretini göstererek, insanlık hallerinin keskin bir gözlemcisi oldu, hepimizin içinde bir köşede uyuyan Raskolnikovları, Karamazovları ortaya çıkardı. Onsuz eksik kalırdık
Dostoyevski’nin keskin gözlem gücü karşısında kendimizi çıplak hissediyor oluşumuzun nedeni budur. Raskolnikov’un, Dimitri’nin, İvan’ın, Alyoşa’nın hikayesi bir süre sonra bizim hikayemize dönüşür, biz de bu tutkulu insanlar gibi suç nedir, ceza nedir, insan yüreğinin derinliklerinde kötülük mü ağır basar iyilik mi diye sorarken buluruz kendimizi. Savrulan bir toplumdaki bireylerin iç dünyalarına en çok yaklaşabilen yazardır Dostoyevski. Bu bakımdan benzersizdir, psikoloji alanında Freud’un da öğretmenidir. Dostoyevski olmasaydı bir yanımız eksik kalırdı diye düşünmem bundandır. Dostoyevski’nin tek bir insan ruhunun labirentlerinde dolaşarak yazdığı Suç ve Ceza zıtlığını –ya da birlikteliğini- Tolstoy toplumsal alanda Savaş ve Barış zıtlığı olarak yaratmıştır. Dostoyevski onca yılın mutsuz evliliğinden sonra yaşlılık döneminde, bilindiği gibi hem kitaplarını hem de hayatını düzene sokan Anna adlı genç bir kızla evlendi. Kısa bir mutluluk döneminden sonra büyük romancı ölünce, cenaze töreninde Anna’ya; ‘’Çok genç bir kadınsınız, yeniden evlenecek misiniz?’’ diye sordular. Anna bu soruyu, müthiş bir karşı soruyla yanıtladı: ‘’Dostoyevski öldü, Tolstoy ise çok yaşlı. Dünyada evlenecek başka erkek var mı ki?’’