Kurtarıcı: Yavrum korkma, seni buradan çıkaracağız ama önce kolonu kesmemiz lazım.
Çocuk: Amca, kolumu mu keseceksiniz?
Kurtarıcı: Hayır yavrum, kolonu keseceğiz kolunu değil.
Çocuk: Kesin ama önce annemi kurtarın!
Çileli halkımız şarkıda dile getirir sitemini. ‘’Ben feleğe neylemişem / Beni her bahar ağlatır’’ der.
Sadece bahar mı, her kış, her yaz, her güz. Kötü yönetimlere ve kişisel hırslara yenik düşmüş olan ülkede halk ne yapacağını şaşırmış durumda. Pahalılık, yoksulluk, sömürü, soygun, yargısız infaz, terör dalgalarıyla boğuşan halkı arada bir de deprem vurur. Yürek götürmez acılar yaşanır. Ailesini kaybeden bir baba dün intihar etti. Halkın çoğunluğu iyi niyetle yardımlaşmak, yardım etmek için çırpınırken bazı sırtlanlar da selden kütük kapmaya çalışır.
Hükümetlerin tek derdi ise kendi itibarını ve gücünü korumaktır. Bu yüzden hatalarını gizler, sivil toplumun hayati önemdeki desteklerine de engel olmaya çalışır. Türkiye’de zengin olmanın en kestirme yolu inşaat yapmaktır. Bu yüzden ülkenin siyasetçisi, sanayicisi, tekstilcisi, her daldaki uyanıkları ‘’Dünyada mekan, ahrette iman’’ ve ‘’Başını sokacak ev’’ derdine düşmüş halka satmak için konut projeleri başlatır. Önce gözüne bir arazi kestirir, sonra belediyeyle ya da Ankara’yla karanlık anlaşmalar yaparak imar izni alır ve genellikle yabancı şık bir isim altında dairelerini pazarladığı 1500-2000 konutluk inşaatlar yapar.
Bunların bazısı çimentoyu demiri düzgün yapar ama çoğunluğu üç beş kuruş için masum insanları öldürecek binalar teslim eder. Ruhsat denetim vs de aynı karanlık ilişkilerle halledilir. Bilenlere sordum: Çürük yapı ile sağlam yapı arasındaki maliyet farkı, toplam harcamanın yüzde 5’ini geçmezmiş. İşte bu yüzde 5 yüzünden, sahte içkiyle insanları öldüren vicdansızlar gibi çocuklarımızın kanına girerler. Gözlerini toprak doyursun sözü bu çakallar için söylenmiştir. Bir ülkede çöküşün sırası vardır: Önce ahlak çöker, sonra siyaset, ticaret, kültür ve sosyal hayat onu takip eder. Depreme kabahat bulmayalım. Suçlu olan biziz. Çocuklarımızı enkaz altında bırakan şey ahlaksızlık, daha çok kazanma hırsı, statü çılgınlığı.
Dilimize yerleşen ‘’gecekondu’’ kelimesi görece olarak masum bir ‘’başını sokacak dam’’ isteğini yansıtıyordu. Peki imar aflarından yararlanarak o gecekonduyu beş katlı, on katlı kaçak yapıya dönüştürme, altını dükkan olarak kiraya vermek için kolon kesme açgözlülükten başka neyle açıklanacak. Gecekonduda kurtulabilecek olan çocukları o beton mezarlara gömen de bu hırs değil mi?
Korkarım ki, bu korkunç deprem ve acıları da unutulacak. Her şeyi ayaküstü ve gündelik olarak yaşayan cennet vatan yine başka gündemlere dalıp gidecek. Bu ülke aylardır 6’lı Masa ile yatıp kalkıyor. Binlerce saat süren TV programları yapıldı, binlerce yazı yazıldı. Hiç, ‘’Deprem için önleminiz ne’’ diye soran oldu mu? Keşke yanılsam ama şimdi sizlerle paylaşacağım eski yazılarım umudumu azaltıyor. Bazı siyasi yorumcular, 1994’te kaçak yapılara karşı mücadele açmamın seçim kaybettirdiğini öne sürüyor. Öyleyse doğru bir iş yapmışım. Yoksa, yüzde 75’i kaçak olan bir şehirde yaşanabilecek felaketlerin vicdanıma yükleyeceği azaba dayanamazdım.
Anlamak mümkün değil
Bunca yıla, çabaya ve emeğe rağmen kendimi, Türkiye’yi anlayabilmiş bir kişi olarak göremiyorum. Çünkü olup bitene aklım ermiyor. Bunları ironik bir üslupla yazdığımı sanmayın; kelimenin tam anlamıyla Türkiye’de olup bitenleri anlayamıyorum. Ne dediğimi daha iyi anlatabilmek için bir iki örnek vereyim: Bildiğiniz gibi 1999 depreminden sonra İstanbul hop oturup hop kalktı. Herkes bir deprem korkusuna kapıldı. Geceleri başucuna deprem çantaları yerleştirenler mi istersiniz, hazırlıksız yakalanmamak için mayoyla banyo yapanlar mı… Herkes kendince bir tedbir peşine düştü. Peki sonra ne oldu dersiniz. İstanbul, depreme karşı hiçbir önlem alınmamasına karşın ve büyük ölçüde yıkılacağı kesin olduğu halde tarihinin en parlak dönemini yaşamaya başladı.
“Aman İstanbul!” diyen diyene. Şehirde müthiş Pompei eğlenceleri başladı, fiyatlar aldı başını gitti. Çoğu depremde yıkılacak olan konutlara yüz binlerce dolar ödenmeye başladı. En riskli semtin ise Avcılar olduğu söylenmişti. En fazla bina burada yıkılmış, en fazla ölü burada verilmişti. Şimdi ne olmuş biliyor musunuz? Depremden bu yana Avcılar’ın nüfusu üç misli artmış. Geçenlerde hükümetin etkili bakanlarından birisiyle uçakta konuşuyorduk. Deprem konusunu açtım. Evi Avcılar’daymış ve bina, depremde feci biçimde çatlamış. Sonra ne yaptıklarını sordum. “Önce korkup birkaç ay kaçtık ama sonra biraz tamir edip aynı eve döndük. Allah ne yazdıysa o olur” dedi.
Onun yorumu da yine deprem konusunda uyarmaya çalıştığım iki başka bakanın “İstanbul’u kurtarmaya dünyanın parası yetmez. Allah yazmasın!” yorumundan farklı değildi. Meclis’te uluslararası ünlü mühendis Ersin Arıoğlu’nun, bizim de desteklediğimiz girişimleri oldu. Hiç kimse tınmadı bile. İşte bunlara aklım ermiyor, gerçekten ermiyor. Yarın bir gün İstanbul, tarihte birçok kez görüldüğü gibi yıkılacak, yine enkaz altında kalanlar, yine sağ kurtulan bebek mucizeleri, yine gözyaşı, yine feryat figan kaplayacak ortalığı.
Görevliler bazı sokaklara üç ay giremeyecek, kimse kimseye yardım edemeyecek, acımasız bir yağma başlayacak ve insan acıları katlanarak artacak.
Ama bunları düşünen yok. Türkiye, yarını yokmuş gibi yaşıyor. Ödeyemeyeceği biçimde borçlanıyor; kaçak yapılarla şehirlerinin, balık çiftlikleri ve atıklarla denizlerinin, HES’lerle nehirlerinin, şiddete ve uyuşturucuya bulaşan gençliğiyle geleceğinin canına okuyor ama yine de halinden memnun olan çok. Millet eğleniyor, yarınsız bir Türkiye’nin keyfini çıkarıyor. Niye böyle oluyor diye üzülüp kaygılanmak ise bizim gibi birkaç enayiye kalıyor. Bu ülke, sorumlulukla eğlenmeyi, hayattan zevk almayı birlikte götürülemeyecek iki kavram zannedenlerin elinde kaldı. Ve çıta çok düştü dostlar, çok düştü. (18.8.2006 VATAN)
Bekleyen şehir
İstanbul, dünyanın en çileli megapollerinden birisi. Önce yağmalandı. Devlet, yurttaşları Batı’ya yerleştirme politikası ile bu kentin plansız, programsız büyümesine göz yumdu. Hatta teşvik etti. Her belediye başkanı, bir kez daha seçim kazanabilme umuduyla kendi taraftarlarının yüz binlerce kişilik kaçak mahalleler inşa etmesine izin verdi. Bu kaçak kasabalara belediye hizmeti götürdü. İstanbul kirli, gürültülü, her tarafı kokan, trafiği sıkışmış bir rezalet haline geldi. Bırakın Haliç’i, Boğaziçi bile lağım kokar oldu.
Bu kadar nüfus yoğunlaşması olunca, mafya çok kolay örgütlendi İstanbul’da. Anadolu’dan göç etmiş kitlelerin hemşerilik dayanışması ve bölgeci davranışları, adresi olmayan sokaklara, caddelere sahip kaçak mahallelerle birleşince inanılmaz bir mafya egemenliği çıktı ortaya. Bizans’ın ve Osmanlı’nın başkentinde kara paranın egemenliği kol geziyordu artık.
Üstelik hem karaydı bu para, hem de görgüsüzdü. Derhal kendi üslubunu yaydı şehre. Türkiye’nin en çürümüş, en yoz, en dejenere eğlenceleri bu kentte yapılır oldu. Balık baştan kokuyor ve Türkiye, İstanbul’dan çürüyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi İstanbullular yıllarca terör korkusuyla yaşadı. Şehrin kahvelerine, otobüs duraklarına ateş ediliyor, aydınlara suikastlar düzenleniyor ve katiller ellerini kollarını sallayarak geziyorlardı. İnsanlar sokağa çıkmaktan korkar olmuşlardı. Akşamları bomboş kalıyordu caddeler.
...
Bunu da atlattık diye düşünürken bu kez de deprem korkusuna kapıldı İstanbul halkı. Hadi pisliğe, trafiğe, mafyaya, kabalığa, görgüsüzlüğe, pahalılığa göğüs germişlerdi ama depremle nasıl başa çıkacaklardı?
Periyodik olarak depremlerle yıkılan bu büyük şehrin son deprem dilimi, şimdi yaşamakta olan kuşakları tehdit ediyordu. Her gece korkuyla yatağa girer oldular. Yatak odaları, dolaplar ve her türlü ev eşyası gözlerine düşman gibi görünmeye başladı. Geçmiş Marmara depremiyle, gelecek deprem arasına sıkıştılar.
Bütün bunları düşününce İstanbullulara üzülmemek elde değil. Nasıl bir hayattır, nasıl bir kaderdir bu?
Yine de sabırlı ve alçakgönüllü insanlar ki fazla sesleri çıkmıyor. Efendiliklerini bozmadan işlerine gidip geliyor, yaşamlarını sürdürüyor ve bekliyorlar. (12.04.2007)
Yine deprem
En önemli olaylara bile bir iki haftadan fazla odaklanmayı başaramayan Türkiye’de deprem konusu neredeyse gündemimizden çıkmıştı. Düşünüyor, taşınıyor ve buna bir anlam veremiyordum. Çevremdeki insanlara diyordum ki: “Millet deprem tehlikesi yokmuş gibi davranıyor. İstanbullular oy verirken, depreme karşı ne gibi önlemler alınacağını sormuyorlar. Seçtikleri hükümetten ya da belediye başkanından, binaların iyileştirilmesi, acil müdahale birimlerinin kurulması, erken uyan sisteminin işletilmesi gibi çoluk çocuklarının hayatını kurtaracak talepleri yok.’’ Bu vurdumduymazlığa anlam veremeden, gününü gün etmeye çalışan sevgili ülkemizi izleyip duruyordum. Ve bu kez deprem Doğu’dan vurdu. Yine acı, yine gözyaşı, yine ağıtlar!
Şimdi birkaç hafta insanlar birbirlerini suçlayacak, basın bir iki sahtekar müteahhidi teşhir edecek, sonra bu da unutulup gidecek. Kimse çürük binaların, hileli ihalelerin hesabını sormayacak. Başka gündemlere dalıp gideceğiz. Düşünüyorum da içine girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği ülkelerinde böyle büyük deprem riskleri olsa halk nasıl ayağa kalkar, nasıl hesap sorardı! Bizde ise her şey Allah’a emanet! Enkaz altından çocuklarımız sağ da çıkabilir ölü de! Ne yapalım Cenab-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş! Yani Türkçesi; saldım bayıra, Mevlam kayıra! Kim bilir 7’den büyük bir deprem bekleyen İstanbul ne olacak? Bu konuda çok yazı yazdım, insanları unutmamaya, uyanık olmaya, hazırlık yapmaya çağırdım ama kulak veren olmadı. Bırakın beni, uzmanları bile dinlemiyor kimse.
Ne Profesör Aykut Barka’nın uyarılarını dikkate aldılar ne de Profesör Celal Şengör’ün kaygılarını paylaştılar. Yerli televizyon dizilerinin kahramanlarını, depremden yüz kat daha fazla konuştular. Kafalarını kimin kiminle kaçamak yaptığına yordular. Mecliste Ersin Arıoğlu’nun yaptığı konuşma ve bu konuda alınacak önlemlerle ilgili uyarıları da çok fazla gündem yaratmadı. Seçim kampanyasında hiç kimse siyasi partilerden deprem konusunda bir talepte bulunmadı. Ne yapalım! Demek ki biz böyleyiz! Başa gelen çekilecek! (1.5.2003 VATAN)