20 Nisan 2024, Cumartesi
14.05.2021 06:00

Gemide bir evliya

1973 Nisan ayıydı. Bir sabah vakti Oslo’ya indim. Bu şirin, küçük ve temiz kentte aradığım adresi bulmam zor olmadı. Saçları uçuk sarı, solgun yüzlü genç bir kadın açtı kapıyı. Kucağında bir çocuk vardı. Türkiye’den geldiğimi söyledim, kendimi tanıttım. Hemen içeri buyur etti beni. Hep böyle bir mültecinin gelmesini beklermiş gibi bir hali vardı. Kocasının hastanede olduğunu söyleyerek ona telefon etti, biraz sonra geleceğini söyledi. Kadının adı Jana’ydı, Norveçliydi. Kerem adını taşıyan küçük çocuk, meraklı siyah gözlerle süzüyordu beni. Biraz sonra geniş ve dost gülümsemeli, yakışıklı bir doktor girdi içeri ve elimi sıkarak, “Hoş geldin!” dedi. “Benim adım Gencay Gürsoy.” İstanbul’dan onca uzakta bir yuvaya kavuşmuş gibi oldum. Birkaç saat sonra Gencay, karısı ve çocuğu, sanki yıllardır tanıdığım insanlar olmuşlardı. Öylesine dost, iyi niyetli ve sıcak insanlardı ki, o zor günlerimde bana gösterdikleri dostluğun farkında bile değillerdi. Birkaç gün sonra Gencay’la birlikte gazeteci Olof Storvik’i aradık. Daha önce Ankara’da evime gelmiş ve benimle 12 Mart üstüne konuşma yapmıştı. Olof hem şaşırdı, hem sevindi. Ankara’da ona çaldığım birkaç ağıtı hatırlayarak, “Hadi bir radyo programı yapalım” dedi. Böylece Avrupa’da ilk kez Oslo radyo stüdyosunda kayıt yaptım. Çaldığım parçaların açıklamalarının da yer aldığı program beğenildi ve birkaç kez tekrarlandı. İşte bu yayınlardan birinin kaydını duyan Özgüden’lerin Coodiff firması birkaç ay sonra, Avrupa’daki müzik yaşamımı başlatacak öneriyi yapacaktı. Bu kayıt, Oslo radyosunun 90’larda çıkardığı ve radyo tarihinden seçme yayınları içeren albümde de yer aldı. Gencay, İsveç’in politik mülteci hakları bakımından daha rahat olduğunu ve oraya başvurmanın daha doğru olacağını söylüyordu. Stockholm’de gitmem gereken kişi ise İlhan Koman’dı.

İsveç demokrasisi

Derken bir gece treniyle Oslo’dan Stockholm’e yola çıktım. Stockholm’deki T Centralen’de indiğimde sabah olmuştu. Aydınlık ve pırıl pırıl bir mayıs günü başlıyordu. Elimdeki kâğıtta yazılı semt Drottningholm’dü. Yaşlı, aydınlık yüzlü bir kadına Drottningholm’ü sordum. Gülümseyerek çok uzak bir semt olduğunu anlattı ve kaç numaralı otobüse binerek gidebileceğimi söyledi. Çok güzel İngilizce konuşuyordu, iyi günler dileyerek bisikletine atladı ve gitti. Biraz sonra bindiğim pırıl pırıl otobüsün kadın sürücüsü de İngilizce konuşuyordu. İsveç hakkındaki ilk izlenimlerim olağanüstü iyiydi. Galiba buraya gelmekle en doğru işi yapmıştım. Otobüsle uzun uzun gittik. Şehrin dış mahallelerine uzandıkça ormanlar, göller, adacıklar çıkıyordu karşımıza. Otobüsün önünden sincaplar geçtiğini gördüm. Şehrin içinde yaşıyorlardı. Drottningholm ise ayrı bir dünyaydı. Büyük bir sarayın çevresini kuşatan bahçelerin, ormanın ve denizin yarattığı güzellik insanın içini kamaştırıyordu doğrusu. Sonradan “drottning”in İsveç dilinde kraliçe anlamına geldiğini öğrenecektim. Gördüğüm saray da kraliçeye aitti, insanlar sere serpe kraliçe sarayının çimenlerine uzanmışlardı. Ne var ki o dekor içinde çıplaklık, sağlıktan başka hiçbir anlama gelmeyecek kadar dürüst bir tavırdı. Yere uzanmış olan genç babalar, karınlarının üzerine oturttukları sarışın çocuklarla oynuyor, genç kızlar bisiklete biniyordu. Kimsenin kraliçeden ya da muhafızlardan çekindiği yoktu, işte, dünyadaki hiyerarşik düzenleri altüst eden İsveç demokrasisinin ilk örneği gözlerimin önündeydi. Kömür sisinin insanın genzini yaktığı bir kentte, çamurlu yolların durmadan kesildiğini görmeye ve siyah arabalı büyüklerin geçişini izlemeye alışmış bir Ankaralı olarak bu pastoral resmi hayranlıkla izleyip durdum. Drottningholm’de dondurma satan şirin kulübenin üstünde “Kiosk” yazıyordu. Daha sonra “Kiosk”un Türkçedeki “köşk”ten geçmiş olduğunu öğrenecektim. İsveç kralı Demirbaş Şarl, Osmanlı’dan ülkesine dönerken “köşk” gibi birçok kelimeyi de birlikte götürmüştü. Panik anlamında kullandıkları “kalabalik” de bunlardan biriydi. İsveç mağazalarında satılan lahana dolmasının adı ise “koldolmar”dı. Kiosk’taki adama elimdeki adresi sordum. Denize doğru uzanan bir patikayı gösterdi. O dar yoldan yürüdüm, yürüdüm, karşıma bir gemi çıktı. Elimdeki kâğıttaki gibi M/S Hulda yazıyordu üstünde. Ben bu M/S Hulda’nın ne olduğunu anlayamamıştım. Demek ki aradığım adres bir gemiydi.
Bu fotoğraf Türk basınında ilk kez yayınlanıyor. 1973’te Stockholm Drottningholm’de, İlhan Koman’la birlikteyiz.
Bu fotoğraf Türk basınında ilk kez yayınlanıyor. 1973’te Stockholm Drottningholm’de, İlhan Koman’la birlikteyiz.

Koman’ın gemisi Hulda

Heykelci İlhan Koman, eski bir gemiyi almış, tamir etmiş, Drottningholm koyuna demirlemişti. Burada karısı Kerstin ve dört çocuğuyla yaşamaktaydı. Bembeyaz sakallı, ilginç ve çok yakışıklı bir adamdı İlhan Koman. Büyük bir heykelciydi. Akademide hocalık yapıyordu. Evliya gibi bir adamdı ve herkese evliya diye seslenirdi.  Bir Viking gemisini andırırdı Hulda. Geminin içinde hamaklar asılıydı; masada bir sürü çizim ve yarısı boşalmış şarap şişeleri dururdu. Sarışın, uzun saçlı bir kadın ve hamaklarda yatan bir sürü çocuk... Her öğle vakti koskoca bir tencerede sarımsak soslu İtalyan makarnası yapılır ve hep birlikte yenirdi. Teknenin tahtalarını sulama, yıkama işleri sırayla yapılırdı. Koman o sıralarda Atlas Copco şirketinin girişine konulacak çelik bir heykelle uğraşıyordu. Geminin yanaştığı karada kayalıkların içine bir mağara oymuştu. Atölyesiydi burası, içi binbir heykelle doluydu. Atlas Copco için bir çelik levhayı eğip büküyor, dünyada benzeri olmayan biçimlere sokuyordu ve bana, “Hacmi yok etmeye uğraşıyorum evliya” diyordu. Sonunda bir gün çelik, heykele dönüştü ve İlhan Bey, “İşte hacimsiz bir heykel!” dedi. Bu heykel bir süre sonra “Koman Formu” olarak ansiklopedilere girecekti. Stockholm’deki ilk günlerim o teknede geçti. Hulda, Türkiye’den gelenlere kucak açan bir deniz sığınağına dönüşmüştü. İlhan Bey bir yandan heykelleriyle uğraşıyor, bir yandan da Türkiye ve Osmanlı’yla ilgili düşüncelerini anlatıyordu: “Aslında” diyordu, “Cumhuriyet’te olan biten şu: Hasta adamın çevresini Türk bayraklarıyla kapladık, törenle, bando mızıkayla caddelerden geçirdik. Ve buna yeni bir isim taktık. Oysa hasta adam yatıyordu içinde.”

Karakafa’nın intikamı

İlhan Koman, yirmi yılı aşkın Stockholm gönüllü sürgünlüğünün silemediği, unutturamadığı bir hasret içindeydi. Kırgınlıkları vardı. Onu küstürmüştü bazı çevreler. İsveç’te de Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalığına, ünlü bir heykelci olarak tanınmasına rağmen hep bir “karakafa” olarak kalmıştı. Sarışın İsveçlilerin yabancılara verdiği isimdi bu: Karakafa! İlhan Koman’dan, yeni yapılan parlamento binasına asmak üzere İsveç kraliyet armasının bir rölyefini istediler. Aylarca uğraştı bu eser için. Sonunda çok görkemli bir şey çıktı. Birlikte görmeye gittik; kutlamalarımı kabul ederken kulağıma eğildi ve dedi ki: “Aslında bu işin küçük bir sırrı var. Rölyefin altına, ‘Bunu bir karakafa yaptı!’ diye yazdım. Bu ibare hep orada duracak. Eğer bir gün sökerlerse, değiştirilirse bu yazıyı görecekler!” İçine işlemiş olan yabancılık duygusunun gizli ve muzip bir tepkisiydi bu. Ankara’da Anıtkabir’in doğu kanadının kabartmalarını yapmış olan heykelcinin, İsveç parlamentosuna vurduğu Türkiye damgasıydı. Yalnız ve sessiz bir adamdı. Eğer gençliğinde Stockholm yerine Paris’e yerleşmiş olsaydı, en az Brankuşi kadar tanınabilirdi. Bugün de tanınıyor ama değerini daha çok, ciddi sanat çevreleri biliyor.
Koman’ın ünlü yapıtı Akdeniz heykeli.
Koman’ın ünlü yapıtı Akdeniz heykeli.

Külü havaya savruldu

Kimler gelmezdi ki o tekneye: Yaşar Kemal, Güneş-Barbro Karabuda, Mihri Belli, Behçet Safa, Erhan Güner, öğrenciler, politik sürgünler... Zaman zaman Abidin Dino’ya tahta heykelcikler yollardı. Garip oyuncaklardı bunlar. Kafes gibi birbirine geçirilmiş tahta formlar kendi kendine yürüyordu (“Derviş” diyordu bunlara). Garip dengelere kavuşturulmuş parçacıklar durmadan sallanırdı. Bir başka sürgün prensi olan Abidin Bey de arkadaşından gelen bu oyuncakları masasının üstünde yürütür ve “Bak şu İlhan’a! Yaman adam vallahi!” diyerek keyifli kahkahalar atardı. Büyük usta 1986’nın buz tutmuş bir aralık gününde, çok sevdiği ülkesine dönemeden gurbette öldü. Ve vasiyeti üzerine yakıldı, “Külü havaya savruldu.” Zaman zaman Akdeniz heykelinin önünden geçerken “Merhaba evliya!” deyişim bundandır. Çünkü başına gidebileceğimiz bir mezarı yok İlhan Koman’ın. İnsanlar bu dünyaya birer mezartaşı dikip gider. İlhan Bey ise mezartaşı yerine dünyanın birçok köşesine heykeller dikmeyi yeğlemiş bir “evliya”ydı.