22 Aralık 2024, Pazar Gazete Oksijen
13.08.2021 04:30

Havada uçak yok, bu ne figandır

Havadan kül yağıyor. Dar yollarda itfaiye araçları, su taşıyan beton mikserleri, görevli arabalar gidip geliyor. Ortalık ana baba günü. Gürol arkadaşımın arazi aracıyla yangına gidiyoruz. ‘’Başkan Mumcular’da’’ diyorlar.  Kriz merkezi oraya kurulmuş. Gidiyoruz ki yoklar, daha ileri taşımışlar merkezi.  ‘’Çocuk Mezarlığı’nın orda’’ diyor birisi. Yangına yaklaştıkça kül yağmuru artıyor. Cayır cayır yanıyor dağlar tepeler. Bakmaya yürek ister, dayanılmaz bir görüntü. Sonunda kriz merkezine ulaşıyoruz, arabalar, iş makinaları, belediye çalışanları, gönüllüler…Telaşlı, endişeli yüzler. Herkes toz toprak içinde. Bir seyyar mutfak kurulmuş.  Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras yardımcılarıyla bir köy evinin bahçesinde. Telsizler durmadan çalışıyor, her telsiz bir büyük sorunun habercisi.  

Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras, yardımcıları ile birlikte gece gündüz bölgede... Telsizler durmadan çalışıyor. Yukarı Mazı, Aşağı Mazı, Yalı... Yangına doğru gittikçe kömür kokusu yoğunlaşıyor. Felaketin büyüklüğü ile sarsılıyorum.
Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras, yardımcıları ile birlikte gece gündüz bölgede... Telsizler durmadan çalışıyor. Yukarı Mazı, Aşağı Mazı, Yalı... Yangına doğru gittikçe kömür kokusu yoğunlaşıyor. Felaketin büyüklüğü ile sarsılıyorum.
‘’Başkanım Kisebükü tekrar başladı.’’ ‘’Tamam, hemen ekipleri gönderelim.’’ ‘’Başkanım, 250 inek mahsur kalmış ne yapalım?’’ ‘’Kamyonlarla taşıyın, kamyon giremiyorsa çoban getirmeye çalışsın.’’ ‘’Başkanım, Milas Başkanı bizim araçlardan istiyor.’’ ‘’Başkanım, yangın evlere doğru ilerliyormuş.’’ ‘’Başkanım yetiş…’’ Başkan, hepsine talimat veriyor, ne yapmaları gerektiğini söylüyor.  Bu bir savaş diyorum kendi kendime, cephede bir savaş, Ahmet başkan da bir komutan gibi. Sonra aklıma geliyor ki zaten komutan, yarbay emeklisi.  Bir araca binip daha ilerilere gidiyoruz. Yukarı Mazı, Aşağı Mazı, Yalı.  Yangına doğru gittikçe kömür kokusu yoğunlaşıyor. Kapkara olmuş ormanlar, yıkıcı bir savaştan artakalmış gibi görünen yangın yerleri.  Birden ‘’Duman, duman var!’’ diyorum.  Yolun yanıbaşında ince bir duman tütüyor. Hemen duruyoruz. Arabadaki su bidonlarıyla duman çıkan yeri söndürmeye çalışıyoruz. Rüzgar başlamış, söndürülmüş olan yerleri bile bir ocağı üfler gibi yeniden yeniden yeniden yakıyor. Yayılmadan söndürmek gerek. Ahmet başkan kayalardan sıçrıyor, arkadaşlarıyla yangını söndürüyor.  O sırada yanımızda bir araç duruyor kısa bir süre. Başkanın nişanlısı Esra, köylere yemek dağıtmakla meşgul, hemen ayrılıyorlar, kimsenin sohbete vakti yok.  Daha sonra Mazı’ya geliyoruz, kadınlar, genç kızlar kahvenin önünde gölgede oturuyorlar. Delikanlılar yangına gitmiş, kimi ayağında sandaletle, kimi lastik pabuçla. Çıplak elleriyle cehennemin içine dalmışlar. Köyün hanımlarıyla oturuyoruz bir süre. Bir de sahildeki lokantası yanmış birisi var. Önce ‘’Allah razı olsun’’dan başka bir söz duyulmuyor. Hepsi teker teker teşekkür ediyorlar başkana. Çünkü hep onlarla birlikte olmuş, ihtiyaçlarını karşılamış. Ahmet Aras’ın onlarla konuşurken şivesinin değiştiğini fark ediyorum. Ege, Bodrum şivesiyle  ‘’Ben de buraların çocuğuyum, napçez, çalışcez tabi’’ diyor. Yine Allah razı olsunlar yükseliyor.  Hanımlar şalvarlı, başları örtülü, gençler pantolon giymiş.  Çoğunun gözü açık renk.   O sırada bir kadın giriyor kahvenin terasına. Başlıyor bağırmaya. ‘’Bi daha geldiğinizde beni şu dalda bulceniz’’ diyerek arkadaki ağacı gösteriyor. Sonra başlıyor sayıp dökmeye. ‘’Ne yapalım biz’’ diyor, ‘’öldürüverin bari, harnıpım gitti, hayvanım gitti, balım gitti, ne yapem ben gari.’’  Başkan yatıştırmaya çalışıyor, yardım edeceklerini, her türlü ihtiyacını göreceğini söylüyor ama dertli kadının duyacak hali yok.  Bağırdıkça bağırıyor, içi yanıyor besbelli. Ayakta duran genç kızlardan birisi ağlıyor.  Kim olduğunu sorduğumda ‘’Gelini’’ diyorlar.  Çaresizlik ne kötü şey.  Köyden ayrılıp kavrulmuş, tava dibi gibi kararmış ‘’ormanlar’’dan aşağı iniyor, İnceyalı’ya varıyoruz. Belki de dünyanın en güzel koyu. Muhteşem bir manzara ama ne yazık ki yanmış. Arabalardan iniyoruz.  Ortalığı yoğun, dayanılmaz bir koku kaplamış, çürümüş balık kokusu. Kömürleşmiş zeytinler arasından kıyıdaki lokanta kalıntısına giriyoruz. Elle tutulacak bir şey kalmamış ne salonda, ne terasta, ne mutfakta. Nasıl yandıysa artık, lokanta değil, adeta kömür deposu. Sahipleri donup kalmış gibi. Feryat etmiyor, yakınmıyor lanet okumuyorlar.  Ürkütücü bir sakinlik içindeler. Herhalde takatleri tükenmiş artık diye düşünüyorum, kaç gündür dert anlatmaya çalışıyorlar. Zaten yangını kendi başlarına söndürmek bütün enerjilerini çekip almıştır. Buzdolapları yanınca  balıklar, kalamarlar, ahtapotlar kokutmuş ortalığı. Nasıl ağır anlatamam. Yaşlı bir adam eliyle, arkalarındaki yamaçta bir noktayı gösteriyor. ‘’Yangın orada başladı’’ diyor. ‘’Bir bidon su dökülseydi büyümezdi, sönerdi.’’  ‘’Ama oraya kimse çıkamazdı ki’’ diyorum. Yangın göz göre göre aşağı inmiş , alevler her şeyi yalamış yutmuş. Belediye deniz araçlarına çağrı yapmış, bin kişiyi teknelere alıp sahilden uzaklaştırmışlar yangın sırasında. ‘’Yoksa dumandan boğulurduk’’ diyorlar.  Herkes biliyor ki havadan müdahale şart ama gökyüzünde hiçbir araç görünmüyor. Hava kararıyor yavaş yavaş.   Dönüşe geçiyoruz, sol tarafta kızıl alev dilleri görüyoruz, duman yükseliyor. Kisebükü gibi bir doğa hazinesi yanıyor. Belediye ekipleri ve herkesin fedakarlıklarını anlata anlata bitiremediği gönüllüler orada, ateşin içinde mücadeleye devam ediyorlar.  Kriz merkezine dönüyoruz. Gönüllüler daha da artmış.  Seyyar bir mutfak kurulmuş. Karton kap içinde mercimek çorbası dağıtıyorlar. Başkanla biz de birer çorba içiyoruz.  Yemekle ilgilenen genç adama ‘’Siz hangi kurum için çalışıyorsunuz?’’ diye soruyorum.  ‘’Gönüllüyüz’’ diyor.  ‘’Muğla Gastronomi Derneği’yiz.  Her gün bin kişiye yemek dağıtıyoruz.’’ ‘’Bravo’’ diyorum.  ‘’Bravo size aslan gönüllüler.’’ Başkan orada sabahlayacak. Yaşımı başımı düşünüp beni geri gönderiyorlar. Dönüş yolunda yardıma gelen uzun araçlara, kamyonlara, iş makinalarına yol vermek için kenara çekilip bekliyoruz sık sık.  Havada is kokusu, yolda yeni bir yangını gözleyen nöbetçiler, orda burda başlamış alevler, yanmış kuşlar, kömür kesilmiş hayvanlar. Milas’a doğru tepelerin ardında dev kızıllıklar. Felaketin büyüklüğü ile sarsılmış olarak dönüyorum.  Gece sakinleşmeye çalışıyorum ama kahvede haykıran kadının sesi kulaklarımdan gitmiyor:  ‘’Evlerimizi de yakacaklarmış’’ diyor, ‘’sularımızı da zehirleyeceklermiş. Buraları bizden almak istiyorlar.’’ Yazıyı bitirdiğimde yarımada yine yanıyor.  Bu kez havada uçak var.

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli