Dünya, savaşlar, krizler ve adaletsizliklerle boğuşurken, halklar kendi yöneticilerinin basiretsizliğinin bedelini ödüyor. Belki de yapılması gereken, bu makus talihi değiştirmek için, sadece liderleri değil, aynı zamanda onları o koltuklara taşıyan sistemi ve toplumu da sorgulamaktır. Çünkü asıl tehlike, yanlış kararlar veren liderler değil, bu yanlış kararları alkışlayan yığınlardır
Tarih, daima büyük liderlerin ve onların cesur kararlarının hikayelerini yazar. Ancak günümüz dünyası bu tür liderlerin kıtlığını çekiyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde dert yandığı “kaht-ı rical” (devlet adamı eksikliği) kavramı, bugün küresel bir soruna dönüşmüş durumda. Kendi parlamentolarının koridorlarında siyasi ikbal arayan pek çok sıradan insan, kendilerini bir anda dünya sahnesinin en önemli figürleri olarak buluyor. Ne yazık ki ellerinde ordular, gelişmiş silahlar ve dünyada algı yaratabilecek güçte medya organları var.
Yakın zamanda Beyaz Saray’da yaşanan bir toplantı, bu liderlik krizinin adeta bir özeti gibiydi. Toplantı salonunun dışında koridorda bekletildiği iddia edilen Avrupalı liderler ve bu durumun, Amerikan gücünün pervasızlığı ile Avrupa’nın sözde etkili liderlerinin içine düştüğü acizliği gözler önüne sermesi, bir iktidar ve kibir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu sahneler, uluslararası ilişkilerin sadece kurallar ve anlaşmalarla değil, aynı zamanda kişisel egolar ve güç gösterileriyle de şekillendiğini gösteriyor. Birbirlerine had bildirme anları, küresel diplomasi arenasında yaşanan derin sorunların küçük bir yansıması.
Savaşın gölgesindeki kararlar ve vicdan borcu
En çarpıcı olanı ise savaş ve barış kararları söz konusu olduğunda yaşanan ahlaki ikilemler. Kendi ülkelerinden binlerce kilometre uzakta, yüz binlerce insanın canına mal olan korkunç bir savaşın devamı için Downing Street 10 numara veya Elysee Sarayı’nın konforunda karar vermek, nasıl bir vicdanla açıklanabilir? Başka ulusları savaşa teşvik etmek, aslında bir insanlık suçu değil midir? Savaşın bedelini en ağır şekilde ödeyenler, masa başında oturanlar değil, cephede savaşanlar ve evlerini kaybeden sivillerdir.
Son Beyaz Saray zirvesinde, İngiltere Başbakanı Keir Starmer’ın, Rusya-Ukrayna barışının imzalanması ihtimali karşısında “Lütfen barış olmasın, sadece bir süre için ateşkes ilan edilsin” dediği yönündeki iddialar, savaşın durmasından ziyade mevcut durumun devamının tercih edildiğini düşündürüyor. Bu sözler, küresel sahnedeki bazı liderlerin, savaşın yarattığı kaostan nemalanan, güç dengelerini kendi lehine çevirmeye çalışan bir siyasetin trajik yansıması olabileceği endişesini doğuruyor.
Tarihin acı dersleri ve gecikmiş özürler
Tarihin tekerrür etme potansiyeli, geçmişin yanlışlarından ders almayı ne kadar ihmal ettiğimizi gösteriyor. 11 Eylül saldırılarından sonra oluşan infial havasında, Amerika ve Batı koalisyonu, Irak’ın lideri Saddam Hüseyin’i kitle imha silahları bahanesiyle devirdiler. Oysa Saddam’ın 11 Eylül saldırılarıyla ilişkisi olduğuna dair en ufak bir kanıt dahi yoktu. Temel sebep petrol ve bölgesel güç dengeleriydi. Milyonlarca insanın hayatına mal olan bu işgalin yanlışlığı yıllar sonra, dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’in özür dilemesiyle ortaya çıktı.
Blair, savaşa giden süreçte kamuoyuna yanlış bilgi verdiğini itiraf ederek, “Bu savaş için özür dilerim” demek zorunda kalmıştı. Bu özür, savaşın yarattığı acıları dindirmese de, gelecekteki liderlere bir ders olmalıydı. Yanlış kararların bedelinin, sadece o dönemin insanları tarafından değil, gelecek nesiller tarafından da ödeneceği gerçeğini hatırlatmalıydı.
Sıradan insanların dünyası ve acı reçete
Ne yazık ki, bugün de benzer yanlışlar yapılmaya devam ediyor. Dünyayı yönetenler, çoğu zaman koltuklarını güç ve hırsla kazanmış, ancak vicdan ve ferasetten yoksun kişiler olabiliyor. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” misali, kendi ülkelerinde parlamentoyu bekleyen pek çok sıradan insan, dünya sahnesine lider olarak çıkıyor. Ellerindeki güç, vicdanlarından daha ağır basıyor.
Bu yetersizlik, insanlığa çok acı çektiriyor. Dünya, savaşlar, krizler ve adaletsizliklerle boğuşurken, halklar kendi yöneticilerinin basiretsizliğinin bedelini ödüyor. Tarih, bu dönemi sadece güçlü orduların ya da gelişmiş silahların değil, aynı zamanda kararları alan yetersiz liderlerin trajik hikayeleriyle de anacaktır.
Belki de yapılması gereken, bu makus talihi değiştirmek için, sadece liderleri değil, aynı zamanda onları o koltuklara taşıyan sistemi ve toplumu da sorgulamaktır. Çünkü asıl tehlike, yanlış kararlar veren liderler değil, bu yanlış kararları alkışlayan yığınlardır.