Daha önce de birkaç kez belirttiğim gibi yazarlığın okulu olmaz. Edebiyat bir usta çırak işidir, ustalar ise kendi dilinizde ve dünya dillerinde yazılmış olan büyük romanlardır, şiirlerdir, oyunlardır. Böyle bir edebiyat esrimesine kapılmayan, kitaplarla başı dönmeyen, edebiyatı ekmek gibi su gibi vazgeçilmez bir hayatta kalma aracı saymayan hiç kimsenin iyi bir yazar olabileceğine inanmam. İyi bir romancı, kendinden önceki büyük yazarların yarattığı birikimin ürünüdür.
Gelenek, gelecek, kök, dal meselesi de sanatın en önemli konuları arasındadır. Kaspar Hauser’in hikâyesini hatırlayalım. 19. yüzyıl başlarında, Almanya’da bir mahzenden çıkarılmadan 15 yaşına kadar büyütülmüş bir çocuğun hikâyesi. Tıp literatürüne Kaspar Hauser Sendromu diye geçmiş bir konu.
15-16 yaşına geldiğinde bu çocuğu götürüp şehrin ortasına bırakıyorlar. Hiçbir şey yapamıyor tabii. Öyle kalıyor ortada; ne konuşabiliyor ne kimseyle işaretleşebiliyor. Bir kelime bile edemiyor, ağzından anlamlı bir ses çıkmıyor. Kollarını hafifçe açıyor, olduğu yerde duruyor. O güne kadar insanlarla iletişim kurmamış bir kişiden başka bir şey beklenebilir mi? Toplum içine hiç girmemiş, insanlarla hiç diyalog kurmamış biri ancak bunu yapar.
Düşünün ki dünyanın büyük yeteneklerinden birisi, mesela Beethoven bu şekilde, Kaspar Hauser gibi, bir mahzende tutularak ve hiçbir iletişim kurulmadan büyütülseydi? Sonra çıkarılıp aynı şekilde, 15 yaşında o meydana getirilseydi. Hauser’dan bir farkı olur muydu? Sadece beslenme gibi temel gereksinimleri karşılanıp kendi halinde bırakılsaydı, herhangi bir melodi yazabilir miydi? Mümkün olmazdı elbette. Veya Schiller, Kleist, Goethe... Ne büyük kayıp olurdu insanlık için.
Bunların hepsi, kendilerinden önce insanlığın yaratmış olduğu birikimden, bilgilerden, sanat eserlerinden beslenerek geldiler ve sonra kendileri de o zincire bir halka olarak eklendiler. Bu durum dünyanın en büyük sanatçıları için tarzlar ortaya çıkarmış, sanat tarihinde bir dönem başlatmış, sanatta devrim yaratmış sanatçılar için bile böyle. Çünkü geleneğe sahip olmadan devrime ulaşmak mümkün değil.
İlk gençliğimin okuma fırtınasında beni etkileyen kitaplar arasında John Dos Passos’un Manhattan Transfer ve Aldoux Huxley’in Ses Sese Karşı romanları da vardı. Bu iki yazar çok fazla karakter taşıyan, sadece mekânın bağladığı insan hikâyelerinden oluşan müthiş romanlar yazmışlardı. Kaldı ki James Joyce’un Ölüler öyküsü de böyle bir ton taşır.
Yıllardır bu tarz bir roman yazma tasarısı vardı kafamda. Ölüsüyle, dirisiyle, çeşitli sınıfları ile İstanbul’u anlatmak istiyordum. Buna bir de bize ait bir tür olan, şehri ve insanlarını anlatan şehrengiz geleneğini modern roman ile harmanlamak düşüncesi eklenince hemen yazmaya giriştim. Çağdaş bir şehrengiz yazmak istiyordum. Şehrengiz formu, edebiyat tarihimizin önemli yaratılarından biri olarak yüzyıllar boyunca büyük yazarlar ve şairler tarafından kullanılmış, daha sonra unutulmuş ve kaybolmuş bir tür. Şehrengizler hangi şehir için yazılıyorsa oradaki insanların hayatına burnunu sokar, bol bol dedikodu yapar ve kaçınılmaz olarak cinsellik tonu taşır. (Marcel Proust da Paris için bunu yapmıştı. Geçmiş Zaman Peşinde başyapıtında sık sık adı geçen, evinde misafir olduğu yakın dostu Anna de Noailles, Londra sefirimiz Musurus Paşa’nın torunudur.)
Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı büyük eseri de böyle bir anlatımdır. Çeşitli insanların hikâyelerini birleştiren öğe bir tren yolculuğudur ama o tren başlı başına bir ülkedir, Türkiye’dir.
Şehir ve ideoloji
Kafamda gelişen bir başka düşünce de şehir ve ideoloji meselesi. Üzerinde yıllarca düşündüğüm ve her tarihi dünya şehrine gittiğimde aklıma gelen konu, gelip geçen imparatorluklara, dinlere, uygarlıklara rağmen şehirlerin kendi dinamiklerini, kendi karakteristiğini koruduğu gerçeği. Biz farkına varmasak bile kozmopolit şehir gerçeği, gündelik yönelimlerden çok daha önemli. İstanbul diğer tarihi şehirler gibi insanları değiştirir, etkisine alır, başkalaştırır. Çünkü bugün bile bu şehir, bilincimizi ve bilinçdışımızı oluşturan ögeleriyle, mimarisiyle, masallarıyla, efsaneleriyle hâlâ Byzas kolonisidir, Doğu Roma’dır, Osmanlı’dır, Cumhuriyet’tir.
Bir örnek vereyim. İstanbullular salı günü bir işe başlamak istemezler, “Salı sallanır’’ diyerek bu günün uğursuz olduğuna inanmışlardır. Oysa bunun kökeni, İstanbul surlarının ağır top saldırısı altında yıkıldığı ve şehrin fethedildiği günün salı olmasından kaynaklanan bir Hıristiyan inancıdır. Bu inanç din ayrımı gözetmeden bütün İstanbulluların bilinçaltına yerleşmiştir.
Ve Elon Musk
Bu arada Elon Musk’ın paylaştığı 1453 karikatürünü gördünüz mü? Bir Bizanslı ‘Acaba kapıyı kilitlemiş miydim?’ diye soruyor. Bu söz Rumların Kerkoporta, Türklerin Çatladıkapı adını verdiği efsaneye dayanıyor. Anlatıldığına göre bir huruç hareketi yapan Rum askerleri dönüşte o kapıyı kilitlemeyi unutmuş. Yeniçeriler de içeri dalmış. Elon Musk’ın paylaştığı karikatürde daha da ilginç olan, kripto para borsasının aynen Bizans gibi çöktüğü anın, başucundaki dijital saatte işaret ediliyor oluşu. Bundan çağ değişti anlamı da çıkarılabilir.
Din kardeşliği
Birçok eski İstanbullu bir dileği olduğunda hem camide dua eder, hem kilisede Meryem Ana’ya mum yakar. Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi yılın belli bir günü Müslüman ziyaretçiden geçilmez. İstanbullular yüzyıllarca “Başımın gözümün sadakası olsun’’ diyerek hayır işler, yardımlar yapar. Sadaka kelimesi İbraniceden gelir. Bu durum sadece Müslümanları etkilemez elbette. Başka dinlere mensup olan İstanbullular da İslami geleneklere, terminolojiye ve adetlere sahip çıkarlar. Hepsi Osmanlıdır.
Unutmayalım ki İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet kendisini (ve Hıristiyanlıktan hiçbir zaman dönmemiş olan eşini) bütün Doğu Roma imparatorlarının gömüldüğü Havariy-yun (Apostol) kilisesinin üstüne yapılan camiye defnettirmiştir. Çünkü o da Doğu Roma imparatorudur artık. (Montaigne onun Papa Pius ile mektuplaşmalarından örnekler verir.) Zaten bu nedenle İstanbul’u savunmak için elde kılıç can veren son imparator Konstantin’in iki yeğenini vezir yapmış ve Osmanlı devletine hizmet etmelerine imkan vermiştir.
Hatta bunlardan birisi, Mesih Paşa sadrazam olmuş, kardeşi Has Murad Paşa ise Akkoyunlu Uzun Hasan’la girişilen Tercan savaşında öldürülmüştür. (İslam’a döndüğüne göre şehit olmuş demek gerekir.) Konstantin çocuksuz olduğu için imparator olmaları beklenen iki kardeşin hikâyesi ne garip değil mi?
Fatih’in Çandarlı Mehmet Paşa’yı idam ettirerek Türk vezirler geleneğinin bir süre kesintiye uğramasına yol açan eylemi ise Rum Mehmet Paşa’yı sadrazam yapmasıdır. Bugün adaklar adanan, bezler bağlanan bir kısım İstanbul yatırı aslında Hıristiyan azizleridir. Bunun gibi birçok tarihi gerçek bilinmeden İstanbul tam olarak anlaşılamaz ama hissedilir.
Bu yüzden dinamikleri değişmez. Bu şehir çağlar içinde biçimsel farklar gösterebilir ama temel olarak zenginlik, güzellik, servet, şiddet, erotizm, isyan başkentidir. Yönetimlere karşı girişilen isyanların kiminin adı Nika’dır, kiminin yeniçeri/sipahi isyanı, kiminin Gezi.
Katledilen imparator oğulları, kardeşleri, çocuk yaşta taç giyenler, çılgın eğlenceler, akıl almaz zenginlikler ve harcamalar, cinayetler, şehrin havasına sinmiş olan ve Kazancakis’i “Ellas’da ışık kutsaldır, İyonya’da ise şehvetlidir’’ görüşüne vardıran erotik hava, ailelerin rekabeti, el değiştiren servetler, dedikodular, batıl inançlar... Hepsi yerli yerinde durur, sadece isimleri değişir.