Son dönemlerde giderek yaygınlaşan ‘’Kendini sev’’, ‘’Kendini şımart’’, ‘’Sen biriciksin’’ gibi öğütlerin psikolojiyle değil doğrudan doğruya mal satmayla ilgisi var.
Kendine meraklı ol, bedenini, ruhunu şımart, ben biriciğim, ben en değerliyim de, bencil ol ve AVM’lere gidip o bedeni şımartmak için yeni giysiler, saç jöleleri, havalı güneş gözlükleri vs. gibi binbir şey al, çirkin bile olsa saçını modaya uygun kestir, sonra manken gibi hissederek geçtiğin her mağaza vitrinindeki yansımana bakıp kendini beğen.
Aslında kendini şımartmaya değil, geliştirmeye çalışman gerekiyor. Akıl, bilgi, kültür, davranış, dünya kavrayışı gibi temel konularda daha yetkin bir kişi olmak ve bunun için alçak gönüllü bir çabayla emek vermek seni değerli kılacak olan tek şeydir.
O noktalara geldiğin zaman da şımarmaman gerekir ama bu başka bir mesele.
Bu arada kafanın içi, ‘tabula rasa’ olmaktan çıkmış, saflığını, temizliğini yitirmiş, binlerce Youtube, Tiktok videosuyla yalan yanlış bilgiler aşılanmış, ‘’kendine güven, senin kimseden akıl almaya ihtiyacın yok’’ denilerek her şeyi bildiğin inancına kapılman sağlanmış. Bir manipülatörün videosuna bakıp tarihçilerin, aydınların, uzmanların kılı kırk yararak araştırdığı konularda kesin yargılar edinmişsin.
Kapitalizmin bütün dünyada uyguladığı program sonucunda artık kıvama gelmişsin, gönüllü köle olarak sisteme hizmet etmenin önünde hiçbir engel kalmamış.
Eski çağlardaki köleler gibi ayağında pranga olmadığı için kendini özgür sanıyorsun ama kafana geçirilmiş görünmez çemberler seni gönüllü köle haline getirmiş bile. Düşünme eylemin engellenmiş.
Karşından gelen ak saçlı bir hoca “E=mc2” dediğinde “Hayır, bence M=mc3. Özgürlük yok
mu? Bu da benim fikrim moruk” diyebilecek bir özgüvene kavuşmuşsun.
Çünkü post-modernizm, doğuşta beyaz bir sayfa gibi olan zihnini zehirlemiş, orayı binbir saçmalık karalayarak doldurmuş.
Doğarken sıfır noktasından başlayan insan soyunu eğitilme gereksinimine savaş açmış. Çünkü yoksulların akıllanması, eğitime kavuşması, dünyayı açık bir zihinle kavraması engellenmelidir ki milyarlarca kişiden oluşan tüketim ordusuna yeni neferler katılabilsin.
Aldatan çipler!
Asında seni kimse aldatmıyor; kitle kültürü yoluyla beynine kendi kendini aldatmanı sağlayacak çipler yerleştiriliyor.
Bu kıvama geldikten sonra, en büyük kazancı sağlamak için sana bir de uyuşturucu propagandası yapılıyor. Raporlarda neredeyse ilkokula kadar indiğini okuduğumuz her türlü uyuşturucu, moda haline getiriliyor.
Bir de ona başladığında artık hazırsın. Global sömürü düzeninin gönüllü bir neferisin.
Kültür ne yazık ki genetik yolla geçmediği için her bebek doğduğunda Sisifos’un kayası bir kez daha aşağıya yuvarlanmış demektir.
Burada daha karmaşık bir sorun çıkıyor ortaya. Çünkü resmi eğitim sistemleri genellikle berbat. Hele bizim gibi ülkelerde çocuğu alıp kafasını önyargılarla, hurafelerle, hemen unutulacak ezberlerle dolduran bir felaket halinde. Genellikle okula gitmemiş ve Nâzım’ın dediği gibi “Topraktan öğrenip kitapsız bilen” kişilerde bilgeliğe daha çok rastlanması bundandır.
Voltaire’in Candide kitabında, dünyanın sırrını arayan kahramanın yolu o dönemin İstanbul’una düşer ve her yerde tekrarladığı soruyu yaşlı bir dervişe sorar: Dünyanın sırrı ve anlamı nedir, iyilik kötülük nedir, Tanrı nedir?
Derviş ona “Bahçemizi ekip biçmeli!” diye cevap verir.
Voltaire bunu en büyük bilgelik olarak adlandırır, Candide cevabını almıştır. Sözünü ettiğim böyle bir bilgelik. Okul bu bilgeliği bozar.
Bu arada kitap özeti yayınlayan bazı sitelere bir bakın, Fransız düşüncesinin en çarpıcı ismi olan Voltaire’i Alman filozof olarak tanıtıyorlar. İşte bu kadar korkunç bir kültür sefaleti içindeyiz!
Apart üniversiteler
Bir söz vardır: Bir ülkede ne kadar çok banka şubesi görürseniz ekonomi o kadar bozuk demektir. Bu söz kültür alanı ve eğitim için de geçerli. Eğer apartman üniversiteleri açılmaya başlanmışsa, ortalık anadilini telaffuz edemeyen profesörlerle doluysa, o ülkede bilim, eğitim bitmiş demektir ki şimdi biz o haldeyiz.
Bir de profesör fetişizmi ile karşı karşıyayız. Toplumun cahil kesimleri bu unvanı görünce önemli bir şey sanıyorlar. Oysa gerçek bir bilim insanı unvanların arkasına saklanmaya tenezzül etmez. Siz hiç kitaplarda ya da kamusal alanda Profesör Dr. Karl Marx, Profesör Dr. Friedrich Nietzsche, Profesör Dr. Voltaire, Profesör Dr. Jean Jacques Rousseau diye birilerini duydunuz mu? Ya da daha yeni dönemde Profesör Dr. Stephen Hawking, Profesör Dr. Derrida, Profesör Dr. Althusser gibi kullanımlara rast geliyor musunuz? Gelemezsiniz, çünkü kimse saygı duyulmak için bu unvanı kullanmaya tenezzül etmez. Onlara zaten saygı duyulur.
Şu “Zarfa değil, mazrufa bak” uyarısı boşa söylenmemiş. Ezelden beridir zarfa bakmaktan içindekini unutan bir milletiz ama yaşadığımız dönemde bu eğilim daha da arttı. Zarfa bakıyoruz, yeterince renkli, yeterince süslüyse ne âlâ! İçinde ne yazdığı bizi ilgilendirmiyor. Zarfında profesör yazan kişiler stüdyo ışıkları altında ancak kahvehaneye yarışacak düzeyde konuşmalar yapsalar bile.
Bir de bilimin popülerleşmesi konusu var ki o da başka bir felaket. İnsanımız bilimsel kitap okuyamıyor, bu yüzden en çetrefil konuları bile TV’den ve köşe yazarlarından öğreniyor. Siz, her gece TV’de şovmen gibi konuşan bir Harvard, MIT ya da Sorbonne hocası gördünüz mü? Noam Chomsky her gece ekranlarda mı? Tam tersine bu derin insanlar popüler kültürün bir aktörü olmayı nefretle reddederler.
Okuma ve yazma
Jean Jacques Rousseau’nun hizmetçisiyle evlenmesi Paris entelektüel çevrelerinde alay konusu olmuştu. Rousseau öldükten sonra o hanım, düşünürümüz üzerine bir kitap yayınladı. Bu da o sivri dilli çevreleri daha da zalim bir alaya yöneltti: “Ah Jacques” diyorlardı, “Kıza yazmayı öğretmişsin ama keşke okumayı da öğretseydin!”
Her zalim alayda biraz gerçeklik payı olduğunu kabul etmeli miyiz, bilemiyorum. Özellikle bazı yazarların kitap okumaya vakti olmadığını ve kamuoyu önderi rolünü üstlendiklerini düşününce.