25 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
12.08.2022 04:30

Sosyalist şehzadenin bahtsız hayatı

Gelip de sarayı bombalar korkusuyla donanmayı Haliç’te çürüten 2. Abdülhamid’in adını taşıyan yeni bir sondaj gemisinin denize indirildiği sırada bu çelişkiye dikkat çekerken, o dönemdeki başka çelişkilerden de söz etmek istiyorum

2. Abdülhamid’in, oğullarından Abdülkadir Efendi’yle hiç arası yoktu. Bu asi çocuğun gözünde saray, taht, padişahlık hiçbir şeydi. Onun hayatı keman ve sosyalizm üstüne kuruluydu. Hiçbir zaman anlaşamadığı, görüşlerine saygı duymadığı babasının ona göre çağı geçmiş fikirlerine karşı çıktığı için yıllar boyu azar işitmişti. 

Görkemli günlerinde Sultan, bastonunu tehditkâr bir ifadeyle indirip kaldırarak “Bırak bu boş işleri, sen bir şehzadesin. 

Komünizm denilen fesattan sana ne?” diyerek şehzadeyi azarlıyordu. “Ayaktakımının felsefesinden hayır çıkar mı? Bunlar Rus serserilerin işleri.”

Sultan’a göre dünyada iki millet başında çoban olmadan yaşayamazdı: Ruslar ve Türkler. Bu yüzden halkın yönetimi, sosyalizm vs. boş hayallerdi.

Potemkin Zırhlısı endişesi

Karadeniz’de dolaşarak çeşitli limanlara uğrayan, Rus Çarı’nın başa çıkamadığı isyancı Potemkin zırhlısını takibe aldırmıştı. Bu isyancı geminin Boğaz’dan içeri girmesi olasılığına karşı Boğaziçi toplarla ve mayınlarla korunuyordu.

Bir savaş gemisinde isyan, Abdülhamid’in en korktuğu şeylerden biriydi. Allah korusun böyle olaylar bir kıvılcımla başlar, sonra büyüyerek yangına dönüşürdü. Osmanlı mülküne de sirayet etmesi an meselesiydi. Savaş gemileri Boğaz’dan sarayı topa tutarsa yapacak hiçbir şey kalmazdı. Her şey bir anda mahvolabilirdi. 

Neyse ki gemi İstanbul’a gelmedi, Köstence Limanı’na giderek teslim oldu da Padişah rahat bir nefes aldı. Bu sefer de gemideki isyancı subaylardan bazılarının İstanbul’a geldikleri yönünde bir vehme kapılarak şehri karış karış taratmaya başladı.

46 yaşındayken sürgüne gönderilen Abdülkadir Efendi, bir ara Budapeşte’de orkestralarda keman çalarak hayatını kazandı

Bu arada Abdülkadir’i her gün azarlamaktan ve “Bak senin serseri komünistler ne işler karıştırıyor? Bunlara mı özeniyorsun?” diye nutuk atmaktan geri durmuyordu. 

Ama sansürlenen gazeteleri ve yabancı yayınları gizlice görme merakından kurtulamayan şehzade, çeşitli yazarların babasını “Altı üstü tek bir gemiden korkan, Potemkin gelir de sarayı bombalar diye gece gündüz tir tir titreyen bir padişah” olarak niteleyen yazılarını da okuyordu. 

Babası, amcası Abdülaziz zamanında dünyanın en büyük ikinci deniz gücü olan Osmanlı donanmasını, paranoya yüzünden Haliç’te çürütmüş, Osmanlı denizlerini savunmasız bırakmıştı. Potemkin gelirse diye Karadeniz kıyılarımıza bahriye nazırını yolluyor, “Ne isterlerse verin, bütün isteklerini yerine getirin, tek İstanbul’a dokunmasınlar” diyerek yalvar yakar ifadeler kullanmalarını istiyordu. 

O yazarlara göre Sultan koskoca cihan devletini aciz hale düşürmüştü. Hatta bazı yazarlar babasının Potemkin olayından sonra “Bak, donanmayı ihmal etmekte haklı değil miydim?” dediğini ve Yemen’deki isyancıları korkutmak üzere göndermeye hazırlandığı iki savaş gemisinin emrini iptal ettiğini yazıyorlardı.

Lenin ve Troçki ne diyor?

Bir gün babası, Abdülkadir’i huzuruna emredip yüzünde mağrur bir gülümseme ile önüne bazı yabancı gazete kupürleri atıp “Al, oku!” dediğinde şehzade şaşırıp kalmıştı. Çünkü Avrupa’da çarlığı yıkmaya çalışan iki lider, Vladimir Lenin ve Leon Troçki adlı Rus komünistlerin ayrı ayrı zamanlarda babasını, Rus Çarı Nikola’dan daha akıllı bulduklarını belirten yazıları vardı. 

Şehzade bu işe hayret etti, huzurdan ayrıldıktan sonra uzun uzun bu konuyu düşündü ve bu komünist liderlerin babasını tanımadıkları için böyle yargılara vardıklarına karar vererek, virtüözlük derecesine ulaştığı Stradivarius kemanıyla, biraz önce yarım bıraktığı konçertoya çalışmaya devam etti.

Kemansız ve müziksiz bir hayat düşünemezdi, saltanatta falan gözü yoktu. Ne var ki onu hep ezen babasıyla bu alanda da yarışması mümkün değildi. 

Saraya her gün dünyanın dört bir yanındaki ünlü bestecilerin Sultan babasına sunulmak üzere besteledikleri eserler yağıyordu.

Viyanalı besteci Johann Strauss’un Sultan’a ithaf ettiği “Doğu Masalları” adlı eser o kültür başkentinde sahneleniyordu ve şehri süsleyen afişlerden biri saraya kadar ulaşmıştı. Gerçi babası da alaturka değil Garp müziği severdi ama kendisinin müziğe verdiği emeğin yanında o sevginin sözü mü olurdu? Onun hayatı sadece müzikti ama o alanda da hiçbir zaman babası kadar ünlü olamayacaktı. 

Çok garip bir adamdı Sultan babası. Beş vakit namaz kılar, İslam’a son derece hürmet ederdi. Öte yandan da imparatorluktaki bira ve rakı fabrikalarına izin vermiş, hatta ilk genelevi açtırmakta sakınca görmemişti. Yabancı dillerden sayısı çok artan çeviriler, alafranga saat düzenine geçmeler, kadınlara çarşafı yasaklamalar hep onun eseriydi. 

Kız kardeşi Ayşe Sultan anlatıyor

2. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan, anı kitabında sosyalist şehzade ağabeyini şöyle anlatır:

“Abdülkâdir Efendi gayet serbest bir insandı. 

Kabına sığmaz, yerinde duramaz derecede her şeyin aşırısına giderdi. Hayatı boyunca böyle yaşamıştır. Babama karşı daima küskün davranır; sosyalist olduğunu iddia ederdi. Burhaneddin Efendi’yi bizden üstün tutuyor, derdi. Kendisine mahsus acaib fikir ve hareketleri vardı. Babamın hiç istemediği hareketi yapmaktan çekinmez, meselâ fesini yana eğerek giyer; babamdan daima tekdir haberleri alırdı. Babam çok defa Mâbeynci Emin Bey’i göndererek nasihat ederdi.”   

Ev hapsi ve sürgün

Bu bahtsız şehzade yalnız babası tarafından değil, onun tahtına geçen amcası Sultan Reşat tarafından da sevilmedi. Hatta Reşat, onu altı ay ev hapsiyle cezalandırdı.

Sürgünde ilk kurban

1924 yılında, Osmanlı hanedanına mensup erkeklere 48 saat içinde ve sadece gidiş için verilen pasaportla ülkeyi terk etme emri verildiğinde ailesini alarak 6 Mart günü Sirkeci İstasyonu’ndan trene bindi ve Budapeşte’ye gitti. Toplam on üç kişilerdi, yolculuk sırasında henüz iki aylık olan kızı Bidar fena halde üşüttü ve Budapeşte’ye ulaştıklarında vefat etti. Bidar, sürgün edilen hanedanın ilk kaybıdır. 

Şehzade önce güzel bir otele yerleşti ama mücevher satarak sağladığı geçim şartları giderek bozuldu. Önce daha ucuz otellere, sonra da şehir dışındaki mahallelere yerleşmek zorunda kaldılar.

Şehzade dolandırılıyor

Aslında şehzadenin Çamlıca’da büyük arazileri, konakları ve Musul petrollerinde hissesi vardı. Ne var ki bunları birçok hanedan mensubu gibi Sami Günzberg adlı saray dişçisine emanet etmiş, o kurnaz kişi de şehzadeye ‘’Sattım ve parasını aldım’’ yazılı bir kağıt imzalatmıştı. Bu yüzden arada bir ufak tefek ödemeler dışında hiçbir şey gelmiyordu.  Günzberg şehzadenin Feneryolu’ndaki köşkünü Mısırlı Prenses İkbal’e, Musul petrollerindeki hissesini de Amerikan petrol şirketine sattı. (İkbal ve kızı bu köşkte intihar ettiler.)

Atatürk'e şikayet

Abdülkadir Efendi Atatürk’e bir mektup yazarak durumu anlattı, Sami Bey’i şikayet etti. Bunun üzerine Atatürk Günzberg’i çağırttı ve bu haksızlığı gidermek istedi. Ama kurnaz dişçi “Efendim bunlar dejenere kişiler. Yalan söylüyor. Her şeyi sattığına dair belge burada” diyerek imzalı kağıdı gösterdi. Atatürk de bu durumda bir şey yapamadı. 

Belediyede kantarcılık ve final

Geçim sıkıntısı çeken şehzade, Budapeşte Orkestrası’nda ve kentin salonlarında keman çalmaya başladı. Ama sağlığı giderek bozuluyor, sık sık yatağa düşüyordu.

Sonunda ailesiyle birlikte hayatın daha ucuz olduğu Sofya’ya geçti. 

Babasının arkadaşı olan Bulgaristan Kralı, şehzadeye Sofya belediyesinde iş verdi (!); onu kantarcı yaptı. Sözüm ona iyilik yaparken hanedanı aşağılama yolunu seçmişti. 

Sosyalist şehzade 1944’te Alman hava bombardımanı sırasında bir sığınakta vefat etti. 

Ne demişti Victor Hugo: ‘’Yanardağların taşları fırlattığı gibi devrimler de insanları fırlatır.’’  Doğru bir söz.

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli