25 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
28.04.2023 04:44

Türkiye Yüzyılı vizyonu İkinci Cumhuriyet mi?

AKP’nin “Türkiye Yüzyılı Vizyonu” olarak isimlendirdiği seçim stratejisi bana 1993 yılında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yönettiği (bugünün deyimiyle moderatörlüğünü yaptığı) bir paneli hatırlattı. Moderatörü Cumhurbaşkanı olan bu panelde, Asaf Savaş Akad, Nur Vergin, Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Hikmet Özdemir gibi isimler “İkinci Cumhuriyet” düşüncesini savunan görüşlerini tekrarlamışlardı.  Bu panel üzerine o dönemin Sabah gazetesinde “Dünya Değişirken“ başlıklı köşemde bir yazı kaleme almış, “İkinci Cumhuriyet” tartışmasının dinmeyeceğini ve Türk siyasi çevrelerindeki yerini koruyacağını, çünkü Türkiye’de tıkanmış sistemi gözden geçirme ve çağın gereklerine uydurma yolunda bir genel istek bulunduğunu yazmıştım.

Çünkü o dönemki partiler kitlelerin politikadaki karşılığı olma gereklerini yerine getiremiyorlardı. Bir amip gibi bölünüyorlar ve her gün yeni bir parti ortaya çıkarıyorlardı. Cumhuriyet tarihinin en bol partili dönemleri yaşanmaya başlıyordu. Bu partilerin iç mücadeleleri partiler arası mücadeleden çok daha önemli bir hal almıştı.

Sistem çürümüş ve tıkanmıştı. Bu tıkanmışlığı aşmak için, yepyeni bir Cumhuriyet anlayışına doğru gitmek, kulağa heyecan verici bir düşünce gibi geliyordu. Aynı yazıda “İkinci Cumhuriyet” deyiminin kendi içinde sakıncalar taşıdığını, kendi başına bir kavram ifade etmediğini, olsa olsa birinciden sonraki Cumhuriyet anlamı içerdiğini de yazmıştım. Her düşüncenin kendisine göre bir Cumhuriyet anlayışı olabilir. Bir şeriatçı, ‘İkinci Cumhuriyet’i savunabilir ve bu Cumhuriyet’te İslam’ın egemen olacağını söyleyebilir. Bir Atatürkçü, Kemalizmin daha ödünsüz uygulanacağı bir Cumhuriyet’i amaçlayabilir, bir komünist, işçi sınıfı iktidarına bu adı verebilir. Bunların örneklerini hepimiz biliyoruz. 

Nitekim “İkinci Cumhuriyet” söyleminin moda olduğu o yıllarda antilaik çevreler de -bizim çok öncelerden beri işaret ettiğimiz gibi- bu söyleme sıkı sıkıya sarılmışlardı. Esas İkinci Cumhuriyetçi biziz demeye başlamışlardı. Elbette ki kastettikleri bir İslam Cumhuriyetiydi.   O yıllarda ayrıca, Turgut Özal’a bağlı bir parti kurma girişiminin de “İkinci Cumhuriyet” partisi olarak adlandırıldığı duyuluyordu. 

***

1990’lı yılların başlarında birçok grup bu “İkinci Cumhuriyet” deyiminin coşkusuna kapılmış ve kendisini “İkinci Cumhuriyetçi” olarak tanımlamıştı. Ancak kurmayı hayal ettikleri sisteme ilişkin ipuçlarını saklıyorlardı. “İkinci Cumhuriyet” söylemi giderek, laik ve modern Cumhuriyet ile içten içe hesaplaşmak isteyen odakların sığınağı olmuştu. Halbuki o dönemin Türkiyesinde de halkın özlemi ve istediği bugün olduğu gibi, antidemokratik yasalarını ve uygulamalarını değiştiren, çağdaş, uygar dünya ölçütlerine yaklaşan bir Türkiye, insan haklarına ve etnik kültürlere saygı gösteren bir rejim idi. Bunun adı da dünyanın her yerinde “demokratikleşme”dir.

***

Yine 90’lı yıllarda Türkiye de sürekli uyardığımız kutuplaşma tuzağına çekilmeye başlamıştı. Türkiye faili meçhul cinayetlerin ve antidemokratik uygulamaların yarattığı bir dev mıknatısın kuvvetiyle laikler - antilaikler ve Kürtler şeklinde üç kutuplu bir ayrışmaya sürükleniyor, mağduriyetler, kavgalar ve kan davaları yaratılarak toplum duygusal olarak bölünüyordu. O yıllarda yazdığımız yazılarda “Şu anda Türkiye’de sağ ve sol kutupları var sanılıyor ama bu kutuplar hızla erimekte. Yerini daha tehlikeli ve tarihsel kökleri olan ayrımlara bırakmakta. Önümüzdeki yıllarda din, Kürt ve Türk milliyetçiliği kutuplarına ayrışmış bir Türkiye göreceğiz” diyerek “Üç Kutuplu Türkiye” tezini işlemeye başlıyordum. Sonraki yıllarda da bu tezi yüzlerce yazı ve konuşmada tekrarladım. Yıl 1994. Televizyonda bir açık oturum: Bütün belediye başkanı adayları orada. Tayyip Erdoğan’a soruyorum: “Burada bulunan diğer adaylarla sizin aranızda temel bir fark var mı? Siz Cumhuriyet ve laiklik ilkeleri açısından bu gruba dahil misiniz, yoksa ayrı mı düşünüyorsunuz? Bu duruma açıklık getirirseniz her şey yerli yerine oturur.” Erdoğan bu soruma cevap vermiyor ve sonradan Amerikan Neo-con’larıyla kol kola girerek AKP iktidarını tezgâhlayacak olan bazı Türk gazeteciler beni bu sorumdan ötürü kınıyorlar. Oysa bu durum daha o zaman netleşmeliydi.

Yıl 1994. İstanbul seçimlerinin sonucu bir hafta kesinleşemiyor. Bütün gazete manşetleri çöplüklerden çıkan oy rezaletiyle dolu. Öylesine büyük miktarda oy çalınmış ki seçimin iptali bile gündeme geliyor. Bazı partililer sandıkları alıp evlerine götürmüşler. Seçim Kurulu “Evet hile vardır!” diyor “Ama tespit edilebilen hile miktarı seçim sonucunu değiştirmeye yetmemektedir.” ‘Ya tespit edemediklerin’ demiyor kimse! Basın soruyor, ne düşünüyorsun diye; “Bu seçimde Türkiye’nin kaderi döndü. Ülkenin geleceğinden çok kaygılıyım” diyorum.

Yıl 1997. Ankara Hipodromu. Beş yüz bin kişiyle Refah-Yol hükümetini protesto ediyoruz. Tehlikeye dikkat çekmeye çalışıyoruz. Ama diyoruz ki; devlet ve ordu müdahalesine karşıyız. Halk bu işi kendi kendine çözmeli. Çünkü darbeler işleri daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Yıl 2002. Bazı diplomatlara, basın mensuplarına, iş insanlarına anlatmaya çalışıyoruz: “Türkiye din eksenli bir partiye teslim edilirse başımıza çok büyük sıkıntılar gelir.” “Yoo” diyorlar “Bunlar değişti, hepsi de liberal oldu!” Bize yine susmak düşüyor. Ve 2002 yılının Kasım ayında AKP iktidara geliyor.

***

AKP kuruluşu ve iktidara gelişi aşamalarında 90’lı yılların İkinci Cumhuriyet söylemini doğuran darbe artığı çürümüş, tıkanmış sistemin halk üzerinde yarattığı bıkkınlıktan faydalandı. Kuruluşunda ve iktidarının ilk yıllarında vitrinine demokratikleşme, hak, hukuk, adalet özgürlük gibi kimsenin reddedemeyeceği kavramları koydu. Merkez sağ ve sol partilerin halkın sorunları yerine kendi iç kavgaları ile uğraşmaları AKP’nin iktidar sürecinde ekmeğine yağ sürdü. AKP de kendisine sunulan iktidar fırsatlarının hiçbirini geri çevirmedi.

Sonraki yıllarda tohumları 90’lı yıllarda atılmış olan kutuplaşma AKP’nin iktidarını korumak için en sık kullandığı enstrümanlardan biri oldu. Toplumdaki ayrışmayı ve ötekileştirmeyi derinleştiren söylemler güçlünün yanında olma kolaycılığını tercih edenlerin iktidardaki AKP yanında saflarını sıklaştırmalarını, kendilerinin tarafında olmayanın ise bertaraf olması sonucunu doğuran anlayışı beraberinde getirdi.
AKP’nin 20 yıl içerisinde kazandığı her seçimin ve referandumun sonrasında demokrasi trenindeki yolculuk devam etti ama tren her geçen gün biraz daha yavaşladı. Bu süreçte şimdi trenden inilmesi planlanan son durağa yaklaşıldı. Hem de “sindire sindire”. Halkın seçtiği, her şeye tek başına karar verme yetkisi bulunan ama halka karşı hiçbir sorumluluğu olmayan tek bir kişini yönettiği tuhaf bir “Cumhuriyet” rejimine dönüştü Türkiye.

***

2007 yılında yazdığımız bir yazıda da: “Halkın kendi Cumhurbaşkanını seçmesi elbette ki en doğrusudur. Bundan kuşku duyulmaz. Ama bu bir sistem sorunudur. Sistemin hiçbir unsurunu almayıp, öfkeyle ve aceleyle, hesaplaşma duygusu içinde ‘O zaman ben de halka gideyim de görün gününüzü!’ tavrıyla bu iş yapılamaz.

Fransa’da Cumhurbaşkanını halk seçiyor ama iş sadece bununla sınırlı değil. Bu ülkede milletvekilleri de iki turlu seçim sonucunda belirleniyor, belediye başkanları da… Ayrıca valilerin ve yerel yöneticinin seçtiği bir senato oluşuyor ve bu da demokrasinin ‘denetim ve denge’ işlevini yerine getirmesine yardımcı oluyor.
Harvard Üniversitesi’nden başlayarak dünyadaki bütün yönetim okullarında ilk olarak demokrasinin bir“denetim ve denge (checks and balances) rejimi olduğu öğretilir. Ne var ki; Türkiye’de bu işi en çok bilmesi gerekenler, demokrasiyi bir oy fetişizmi olarak algılamakta ısrarlılar. Hem de çarpık bir seçim sistemi sonucu ortaya çıkmış bir oy dağılımıyla. Arkadaşlar; demokrasi ‘seçilmiş padişah’ yaratma rejimi değildir ki söyledikleriniz doğru olsun.

Şimdi bu çevreler insanın ilk başta aklını çelecek bir öneriyle ortaya çıkıyorlar: ‘Cumhur kendi başkanını seçsin!’ Doğru, seçsin! Ben de buna can-ı gönülden katılıyor ve yıllardır tekrarlıyorum. Ama bunun için seçilecek olan TBMM ile paralel çalışacak bir ‘Anayasa Meclis’i seçelim. Bu Meclis’e seçilecek olanlar, bir daha asla siyasi bir görev almayacakları taahhüdünü imzalasınlar. Bu kişilere ömür boyu siyaset yasağı getirilsin. Ve bu meclis oturup enine boyuna tartışarak, sivil topluma danışarak, mümkün olan en geniş desteği sağlayarak “toplumsal sözleşme” anlamına gelecek bir sivil Anayasa hazırlasın. Toplum olarak bir Anayasa üzerinde anlaşalım, içimize sindirelim, kendimizin Anayasası olarak hissedelim. İddia ediyorum ki; tıkanmış olan siyasi sistemi açacak tek formül budur. Yoksa gününe göre çareler üretmek, Anayasayı orasından burasından çekiştirmek değil.

Bizim Anayasa anlayışımız, estetik ameliyatı yaptıra yaptıra artık yüzü dikiş tutmayan hanımlara benzemiş. Hani bir kez daha ameliyat olmak isteyen hanıma doktor, ‘İmkansız hanımefendi. O kadar çektik ki çenenizde gördüğünüz çukur aslında göbek çukurunuz. Biraz daha çekersek düşünün iş nerelere gelecek’ demiş ya; bizimki de o hesap. Zaten halkın karışmadığı, yapımına katılmadığı bir Anayasa’yı orasından burasından çekiştire çekiştire bir ucubeye benzettik. Artık bu pilav daha fazla su kaldırmaz. Bir an önce bir Anayasa Meclisi kurulmalı» diye yazmışız 2007 yılında da... “Biliyorum, kimse bu fikirle uğraşmayacak ama yarın bir gün araştırmacılar, bu fikrin bu tarihte söylenmiş olduğunu fark edecekler” diye de eklemişiz...
Anayasa Meclisi önerisini Türkiye için halen geçerli bir çözüm olarak görüyorum. Bu öneriyi dile getirdiğim 2007 yılındaki yazımda da dediğim gibi “Davulların vurduğu, borazanların öttüğü bir ortamda, serinkanlı ve nüanslara özen gösteren düşüncelerin duyulmadığını, birer fısıltı gibi kaldığını bilirim bilmesine de yine de yazmadan edemem. “

Göz göre göre geldiğimiz bu günlerde, yapılacak olan seçim gerçek bir yol ayrımı olacak. AKP’nin seçim stratejisi olarak ortaya koyduğu “Türkiye Yüzyılı Vizyonu”, siyasal İslamcıların 90’larda sığındığı “İkinci Cumhuriyet” söylemi gibi, bir İslam Cumhuriyeti hayalinin yumuşatılmış ifadesi olabilir mi? Kulakları tırmalamamak, mideleri bulandırmamak için bir sakinleştirici hap mıdır bu “Türkiye Yüzyılı” dedikleri?

Zülfü Livaneli
Zülfü Livaneli