Talia Boşnak
23-24 Haziran tarihlerinde, Bodrum Belediyesi ve Livaneli Vakfı iş birliğinde II. Akdeniz Edebiyat Günleri düzenlendi. Geçen yıl edebiyat ve çevre temasının işlendiği Akdeniz Edebiyat Günleri’nin bu yılki teması edebiyat ve tarih oldu. Sempozyumun açılışı, 23 Haziran günü, Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras ve Zülfü Livaneli‘nin de konuşma yaptığı bir davetle gerçekleşti. Aras, Bedri Rahmi, Cevat Şakir gibi çok değerli edebiyatçılara ev sahipliği yapmış Bodrum’da böyle kültür sanat etkinlikleri düzenlemenin önemini vurguladı. 24 Haziranda ise, farklı başlıkları olan üç oturumla, edebiyat ve tarih ilişkisi üzerine konuşmacılar görüşlerini paylaştı.
Cumhuriyetin ilk 100 yılı içinde, Türkiye’de ve dünyada meydana gelmiş tarihsel olayların kültür ve edebiyatta nasıl yansıtıldığı tartışıldı. Oturumların moderatörlüğünü ise Büşra Sanay, Tamer Levent ve Burhan Sönmez, sunuculuğunu Fatih Türkmenoğlu üstlendi. Akdeniz Edebiyat Günleri’nin konuşmacıları Zülfü Livaneli, Onur Bilge Kula, Joseph Sattler, Ali Yaycıoğlu, Burhan Sönmez, Burcu Karahan, Latife Tekin ve Zeynep Oral iken yurt dışından da bir konuk yazar ağırlandı. İngiliz edebiyatının önemli temsilcilerinden Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini ve Kanatsız Kuşlar’ın yazarı Louis de Bernières de sempozyuma katılarak fikirlerini dinleyicilerle paylaştı. II. Akdeniz Edebiyat Günleri’nde konuşmacıların bahsettiği temel konular şu şekildeydi:
Yazar bakış açılarını çoğaltır
Ana başlığı tarihsel olaylarla ilgili olarak toplumlarda var olan düşünceler ve edebiyat olan ilk oturumda sözü öncelikle Onur Bilge Kula aldı. Kula edebiyatın ve sanatın Aristoteles’in dediği gibi olabiliri anlattığını söyleyip, “İbn-i Sina, bu fikri genişletip, sanat doğaya ikinci bir doğa katar der. Sanat doğayı olduğu gibi aktaracaksa zaten ona gerek yok. Bunu tarihi yazınsallaştırmaya da uyarlayabiliriz. Eğer yazar, tarihi olduğu gibi yineleyecekse yazara gerek yok, bunun için tarih yazıcılığı var. Yazarın ele aldığı, tarihsel olay ya da kişilikleri, yaklaşımları, değerlendirmeleri çoğaltmaktır. İşte yazarın en önemli işlevi budur, olaylara, doğaya, insana bakış açılarını çoğaltmak” şeklinde konuştu.
Çeviriler iktidarların ilişkisine bağlı
Kula’nın ardından sözü Joseph Sattler aldı. Sattler, çevirilerin iktidarların ilişkilerine bağlı olduğunu “Almanya-Türkiye arasındaki ilişkiler iyiyse, çokça eser çevirisi yapılıyor. I. Dünya Savaşı ve biraz öncesinde, Almanya’dan Türkiye’ye 26 kitap çevrildi. Uzun zaman tekrar inişe geçtikten sonra 2008’den sonra tekrar çeviriler yapılmaya başlandı” ifadeleriyle anlattı. Sattler aynı zamanda, yapay zekanın etkisinin bir dünya edebiyatı mı yaratmak ya da çevirmenleri tamamen yok etmek şeklinde mi olacağı sorusunun altını çizdi.
Asıl ayrım edebiyat ve tarihçiler arasında değil
Sattler’ın ardından konuşmasına başlayan Ali Yağcıoğlu, tarihçi ve edebiyatçı arasındaki ayrım konusunu şu şekilde açıkladı: Tarih, olay, olgu, düşünce, ifade hepsinin bir arada düşünülmesi gerek. Olay ve düşünceler çok katmanlıdır. Tarihçi ve edebiyatçı bu katmanlarda yolculuk eder. Bir süre sonra bu ifade ve düşüncelerden bazıları kaybolur, unutulur, bastırılır ve hakim olanlar ortaya çıkar. Siyasette de zaten bu hakim anlatılarla ilgilenir. Hakim anlatı oluşurken diğer anlatılar kaybolması noktasında bir meta anlatı çıkar. Eğer tarihçi ya da edebiyatçı o meta anlatıyı eleştirel noktada sarsıyorsa orada eleştirel tarihçilik ve eleştirel yazarlık vardır. Bu sebeple, asıl ayrım edebiyat ve tarihçiler arasında değil, eleştirel edebiyatçı ve tarihçilerle, eleştirel olmayanlar arasında olmalı.
Tarih birinde ölü, birinde canlı
Yağcıoğlu’nun değindiği tarihçi ve edebiyatçı arasındaki fark konusuna Burhan Sönmez farklı bir açıdan yaklaştı. Sönmez, hikayeyi anlatmanın değil, hikayeyi nereden anlattığının önemli olduğunu şöyle açıkladı: Roman denilen şey olayların anlatılması değil, olayların hangi noktasından birbirleriyle bağlandıkları ile ilgili. Tarihçi doğrudan okumak ister. Edebiyatçı ise gerçeğin evine kapıdan değil pencereden girmeyi tercih eder. Bu sanatçının kendi yaratım sürecine girmesiyle başlar. Tarih birinde ölüyken, diğerinde canlıdır.
Kadınlar romanların yan karakteriydiler
Sönmez’in konuşmasını tamamlamasıyla birinci oturumun sonuna gelindi. İkici oturumun konusu imparatorluklardan ulusal devlete geçiş ve edebiyat iken, ilk konuğu Burcu Karahan’dı. Karahan, geçiş dönemini romanlardaki kadın karakterlerden yola çıkarak anlatmak istediğini vurguladı. Osmanlı İmparatorluğu’nda romanın geçiş döneminin bir parçası olduğunu söyleyen Karahan, “İlk dönem Osmanlı romanları geçiş dönemlerini, yanlış Batılılaşmayı anlatan alegorik, mesaj kaygılı otoriter metinlerdir. Babasız kalmış genç Osmanlı erkeği, aşırı Batılılaşmayı temsil eden hafif meşrep bir kadın ve cariyesi arasında konumlandırılır. Burada kadınlar yan karakterledir, bir araçlardır. Kadınların artık ana karakterler olduğu dönem ise ikinci nesil Osmanlı romanında, Servet-i Fünun dönemine denk gelir” ifadelerini kullandı.
Kim olduğunuz bulunmalı
Karahan sözü, Louis de Bernières’e bıraktı. Bernières, imparatorluktan ulus devlete geçişte sıklıkla çift kimlik durumunun yaşandığından bahsetti: “Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'ndan yepyeni bir ülke olarak doğdu. Ve bu, tam olarak kim olduğunuzu ve kim olmak istediğinizi çözmek için uzun bir mücadeleye girmeniz gerektiği anlamına gelir.” Bernières ardından, Orhan Kemal’i örnek verip “Erken dönem Osmanlı edebiyatı konusunda uzman değilim ama Osmanlı İmparatorluğu düştüğünde, romanlarından yazının genellikle ülkede zor hayatlar yaşayan insanlar hakkında bir tür sosyal gerçekçi edebiyat haline geldiğini fark ettim” diye konuştu.
Şiir hep hayatta kalır
Bernières, imparatorlukların yıkılabileceğini, değişebileceğini, dönüşebileceğini fakat şiirin her zaman hayatta kalacağını düşünüyor: Şiir her zaman ayaktadır. Bunun nedeni, şiirin gerçekten yazılması gerekmemesidir. Ezberlenebilir, doğaçlama yapılabilir. Yani bu şekilde hikaye anlatımı bir nevi hayatta kalır. Geçmiş hakkında yazıldığında, her zaman şimdiki zamanda yazıyorsunuz ve böylece şimdiki zamanın perspektifini geçmişe getiriyorsunuz.
Doğu şiirle dönüşür
Bernières’nin ardından, Livaneli Vakfı olarak sempozyumun ev sahipliğini de yapan Zülfü Livaneli sözü aldı. Livaneli, edebiyatı olmayan bir milletin, imparatorluk ya da bir halkın oluşamadığını fakat bunun Doğu’da ve Batı’da başka türlü gerçekleştiğini söyledi ve “Batı Rousseau, Montesquieu; Marx gibi yazarlarla düşünce metinleriyle dönüşür. Doğu ise şiirle, çünkü doğuda düşünmek, felsefe yasaklıdır. Şiir ordular, dinler herkes tarafından kullanılmış. Bizde imparatorluktan ulus devlete geçişte en önemli rolü şiir oynadı” diye konuştu.
Büyük devrimler coşkuyla başlar
Çok kültürlülükten, çok seslilikten bir ulusa, milliyetçiliğe geçişte, Falih Rıfkı Atay’ın ‘Önceden kendimize Türk değil Osmanlıyız derdik’ söylemini hatırlatan Livaneli, Namık Kemal’in şiirleriyle ilk kez vatan kelimesinin duyulduğunu anlattı. Namık Kemal’in şiirlerinin yasak olmasına rağmen elden ele gezdiğini söyleyen Livaneli, “Namık Kemal’in rolü önemli. Ben hatta Mustafa Kemal’in adını hocasıyla benzerliği hikayesinden değil, Namık Kemal’den aldığını düşünüyorum. Çünkü okuyor, hem de onun gibi şiirler yazıyor. Bir yandan Fransız Devrimi’yle alakalı Montesquieu, Rousseau okuyorlar, coşkuya kapılıyorlar. Büyük devrimler coşkularla başlar. Şiirler bu coşkuları veriyor” dedi.
Şiir insanın kanında dolaşır
Cumhuriyetin kuruluşunun ardından, bu sefer de cumhuriyetin devrimlerini anlatan şiirler yazılmaya başlandığını, Atatürk’ün de öğüdü üzerine Nazım Hikmet’in vatan üzerine yazdığı şiirleri anlatan Livaneli, her dönem şiirin insanları etkilemek için kullanıldığından bahsetti. Şiirin ve söz sanatlarının insanın kanında dolaştığını vurguladı.
Livaneli, edebiyat ve tarih ayrımı hakkında da, “Tarih tek değil, arşivlerle belgelerle çalışılan iktisadi tarih başka, bir de tarih yorumu olan tarihteki edebi zevki de ortaya çıkaran tarih başka. Kaplanın Sırtında’da ben bir insanı anlattım. Roman okurken derdim insana dair yorumumun gelişmesi. O devri okurken ben bana dair bir şeyler görmek isterim” fikrini paylaştı.
Laiklik bir yaşam biçimi
Türkiye Cumhuriyeti devrimleri ve edebiyat ana başlığı altındaki son oturumda Zeynep Oral, konuyu edebiyat ekseninden ziyade, geniş bir perspektifle kültür açısından yorumladı, müzik ve tiyatroda 1920’li yıllarda atılan önemli adımlardan bahsetti. Oral, “Cumhuriyet bize, çağdaş ve evrensel kabul ettiğimiz kavramlara erişilebilirlik verdi. Kadın konusunda en önemli olay laiklik. Laiklik sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ziyade bir yaşam biçimi. Dinden uzaklaşmak değil, dini gerçekten olması gerektiği yere, yani insanın vicdanına bırakmaktır. Devrimler en çok da bunu sağlamıştı. Tabii bunların her biri edebiyatımıza ve tüm sanatlara yansıdı” dedi.
Edebiyat birleştirici rolde
Sempozyumun son konuşmacısı Latife Tekin sözü alarak “Atatürk, kadınlar olarak bizi Orta Doğu cehaletinden kurtardı. Bu gelenekten kopuş çok önemli. Cumhuriyetin annem için çok önmeli olduğunu düşünüyorum, çünkü bizden bir önceki kuşaklar için cumhuriyetin onlara sağladığı imkanlar çok önemliydi. Şu an toplumuzdaki ayrışmalar konusunda edebiyat birleştirici rolde. Bunun sebebi, edebiyatta romanla, şiirle farklı kesimlerin duygu dünyalarına girmemiz” şeklinde konuştu.