Soğuk Savaş döneminde komünist ülkelerden kapitalist ülkelere kaçmak yaygındı. Bugünkü spor dünyasında sosyalizm daha popüler olabilir çünkü daha iyi sonuç veriyor.
Bu ayın başlarında Avrupa Birliği’nin en yüksek mahkemesi, futboldaki transfer kurallarının AB yasalarını ihlal ettiğini iddia eden Fransız eski orta saha oyuncusu Lassana Diarra’nın lehine karar verdi. Bu emsal karardan birkaç ay önce aynı mahkeme kıtadan 12 üst düzey kulübün 2021 yılında kurulmasını teklif ettiği Amerikan tarzı kapalı Avrupa Süper Ligi için yeşil ışık yakmıştı. Nihai sonuç henüz belirsiz olsa da karar Avrupa’yı sporda Amerikan usulüne daha da yaklaştıran yeni bir faktör olabilir.
Tottenham, Barcelona, Bükreş ve kimlik politikası
İşin ironik yanı serbest piyasa ilkesine bağlılığını bizzat ilan eden ABD’deki NFL (Amerikan Futbolu ilgi) ve NBA gibi elit organizasyonların, rekabeti en kötü performans gösterenler lehine dengeleyici güçlü mekanizmalar içermesi. Refah devletinin beşiği Avrupa’da ise kulüpler büyük ölçüde kısıtlamalardan muaf.
Mevcut durum futbolun 19. yüzyılda İngiltere’de doğduğu günleri hatırlatıyor. Takımlar ortak kurallara ihtiyaç duydukları için turnuvaları kurmuşlardı. En başarılı turnuvalara başvuran sayısı çok olunca küme düşme ve yükselme sistemi kuruldu ve Avrupa geneline yayıldı. Kulüplerin yerel halkla güçlü siyasi, endüstriyel ve sınıf temelli bağları vardı ve bu sayede bazıları kendilerine has kimlikler edindi. Örneğin Tottenham Hotspur Londra’daki Yahudi cemaatiyle ilişkileri, FC Barcelona Katalan milliyetçiliği, Steaua Bükreş ise askeri kökeniyle tanındı.
NFL’de toplu sözleşme
Buna karşın modern Amerikan sporları ilk günden beri tepeden tırnağa ticari faaliyetlerdi. 1876’da kurulan Ulusal Profesyonel Beyzbol Kulüpleri Ligi kâr amaçlı ve kapalı lig sisteminin öncüsü olarak kulüplere belli bir şehir veya bölgede tek başına faaliyet gösterme hakkı tanıdı. İmtiyaz sahipleri takımlarının küme düşmeyeceğini bildiğinden büyük paralar yatırdı. Öte yandan ulusal naklen yayın gelirlerini çoğu zaman eşit paylaşmaya ve zayıf takımların lehine olacak maaş tavanı kuralları dahilinde faaliyet göstermeye mecbur bırakıldılar. NFL’deki toplu iş sözleşmesi gereği oyuncular lig gelirinden sabit bir pay – yaklaşık yüzde 48 – alıyor.
“En iyiyi en kötü alır”
“Draft” adı verilen oyuncu seçme sistemleri de gelecek vaat eden üniversiteli veya liseli oyunculardan en iyilerinin en zayıf takımlarca seçilmesine imkan veriyor. Yıldızlar sonraları kulüp değiştirebiliyor ama bu çoğu zaman bonservissiz veya başka bir oyuncu karşılığında takas biçiminde gerçekleşiyor.
Halbuki Avrupa’da kulüpler yetiştirdikleri gençleri sözleşmeyle ellerinde tutmaya çalışsa da rakipleri bu isimleri transfer bedeli ödeyerek kendi bünyesine katıyor. Neticede bütün yetenekler zengin kulüplerde toplanıyor. Ya Real Madrid gibiler tarafından satın alınıyor ya da Barcelona gibiler tarafından akademide yetiştiriliyorlar.
“Marksist cennet”
Ancak Avrupa kulüpleri çoğu zaman zararına çalışıyor. Üstün performans gösterenlerle dolu bir sektördeki serbest piyasacı yaklaşım bir nevi Marksist cennet doğurdu: Emek, sermaye üzerinde büyük güce sahip ve büyük paralar hep yıldızların ve aracıların cebine giriyor. 2020 yılında iktisatçı Luis Carlos Sánchez, Ángel Barajas ve Patricio Sanchez-Fernandez’in kaleme aldığı makaleyi de içeren araştırmaya göre futbolda finansal performansın iyi olması için sportif başarıdan ödün vermek gerekiyor.
Gelirler de daha düşük. Deloitte’in tahminine göre futbol yılda 41 milyar dolar yaratıyor. Bu rakam NFL’in sadece iki katı kadar. Halbuki futbol taraftarlarının sayısı sekiz kat fazla. Üstelik bu sayı tüm küresel organizasyonları kapsıyor. Örneğin Premier League kulüplerinin ürettiği gelir 8 milyar doların altında.
Markalarla ilgili sorun olmadığı açık. Real Madrid ve Manchester City yılda 350 ila 450 milyon dolar sponsorluk, ürün satışı ve lisans geliri elde ediyor ve bu açıdan NFL’in en değeri kulübü Dallas Cowboys ile aşağı yukarı aynı seviyedeler.
Yayın haklarında gelir uçurumu
En büyük uçurum ise yayın hakları alanında. NFL ve NBA’in naklen yayın değeri yılda sırasıyla 12 milyar dolar ve 7 milyar dolar seviyesinde. Ampere Analysis’e göre Premier League ve UEFA Şampiyonlar Ligi ise yayınlardan ikişer milyar dolar kazanıyor.
Geçen ay yürürlüğe giren yeni Şampiyonlar Ligi formatına bakarak bunun nedenini anlamak mümkün. Format çekişmeli maç sayısını artırmak için değiştirilse de birçok mücadele Bayern Münih’in Dinamo Zagreb karşısındaki 9-2’lik ezici galibiyeti gibi geçiyor. Mali kaynak dengesizliği çok fazla.
Avrupa’nın en üst düzey basketbol organizasyonu olan EuroLeague’in mali işler müdürü Xavi Puyada “Avrupa’da herkesin önceliği maç kazanmak. Aslında tek bir ürün sattığımızı kimse anlamıyor” diyor.
EuroLeague takımları zararda
EuroLeague’deki 18 takım yılda toplam 540 milyon dolar hasılat elde ediyor ve çoğu ciddi miktarda zarar ediyor. NBA kulüplerinin hasılatı ise 11 milyar dolar. Tam da bu yüzden EuroLeague geçen ay zorunlu maaş kısıtlamasını yürürlüğe koyan ilk Avrupalı organizasyon oldu. Maaş bantları lige katılan kulüplerin ortalama gelirlerinin belli bir yüzdesine denk gelecek ve oyuncular sendikası tarafından da kabul edilecek.
Puyada yıldızların gücünü dizginleyip daha cazip ve dengeli bir turnuva yaratmayı amaçlıyor. NBA’de uygulanan ve ihlal edenleri “lüks vergisi” ile cezalandıran “yumuşak” maaş tavanından ve Major League Soccer’daki bazı istisnalardan ilham almış. EuroLeague özelinde istisnalar takımların en büyük iki yıldızına ve “sözleşmesi uzatılan” oyuncularına uygulanacak.
Neticede spor söz konusu olduğunda, kapitalist sistemin çelişkilerine işaret eden Marksist iddia haksız olmayabilir.