Jacques Cousteau, efsanevi gemisi Calypso ile 1952 yılında denizlere ilk kez açılırken, kameraya dönüp büyük bir coşkuyla şunları söylüyor: “Karada yaşam insanları mutlu etseydi, kim denize çıkardı ki...” Aradan çeyrek asır geçiyor. Cousteau tüm denizleri 2-3 kez dolaşmış. Filmler, belgeseller yayınlamış. Kitaplar yazmış. Sene 1977. Gençliğinde deniz altını ilk kez keşfettiği Veyron kıyılarında yeniden dalıyor. Günlüğüne “Akdeniz: Bir beşik mi, tabut mu? Yalnızca 30 yıl içinde deniz tabanı çöle dönmüş, çorak bir gezegenin yüzeyi kadar çıplak. Su ısınmış, eldivenlerimize rağmen ellerimiz, maskemize rağmen gözlerimiz yanıyor. Suda hiçbir canlının uzun süre yaşayamayacağı bir ölüm bölgesine girdik“ diye not düşüyor. Nasıl bir değişim? Cousteau yaşama veda etti. Geçtiğimiz yüzyıla ait bu sözlerin üstünden de bir çeyrek asır daha geçti. Çöle dönmüş Fransa sualtı görüntüleri, Türkiye denizlerine kadar yayıldı. Öyle ki, son yıllarda biz de “Denizlerimiz öldü mü, kurtarılacak ne kaldı, kalanları nasıl kurtarırız” gibi konuları tartışmaya başladık. Değişim gerçekten çok çarpıcı. Deniz kıyı şeridindeki nüfus patlaması, kirlenmede geometrik bir artış yarattı. Denizcilerin neden olduğu kirlilik yükü de geometrik olmasa da aritmetik olarak hızla yükseliyor. Denizde yaşamın en önemli destek faktörü deniz çayırlarının tahribatı inanılmaz seviyelerde. Balıkçılık… Aşırı avlanma pek çok türü yok olma eşiğine getirdi. Denizde bıraktım ahtapotu, orfozu, karagöz, sarpa bile kalmadı. Mavi yolculuk kıyılarımızda zehirli aslan balığına değeceğiz diye ödümüz kopuyor. Ancak…


Doğa dostu yarışlar…
Deniz yaşamında en temelde 3 grup insan var. Gezginler (mavi dünya ve mavi yolculuk sevdalıları), yarışçılar (bir ekstrem spor olarak denizdekiler) ve tekne-kondular (yani yaz aylarında kent hayatını büyük bir lüks içinde deniz üstüne taşıyanlar). Bu üç gruptan gezginler çevreye en duyarlı kesim. Tekne-kondu sakinleri, haftalarca aynı noktada demirli kalıp, kendi kirliliği içinde denizin her gün yaşanmaz hale gelişini en yakından gözlemleyen, en aldırmaz grup. Yarışçılar ise temelde spor odaklıdır. Tekneyi 10 deniz mili süratle götürme konusunda görevlerini eksiksiz yapmakla birlikte, deniz yaşamı kültürünün, denizdeki gevşek, sakin, “Telaş etme, her şey olacağına varır” yaşam tarzına biraz uzaktırlar. Ama yine de… Son yıllarda yarışçı arkadaşlarımızın da, eskiden dünyanın en temiz denizlerine sahipken, bugün serinlemek için suya atladıklarında vücutlarında şiddetli kaşıntılara neden olan canlıları, limanda etrafı saran pis kokuları, denizaltında giderek kaybolan yaşamı gözlemledikleri kesin. Bu olgu sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanıyor. ‘Green Blue, Clean Sailors, Love your Ocean, Race Against Plastic, Sailors for the Sea’ gibi uluslararası sosyal sorumluluk projeleriyle bütünleşen VOR benzeri dünyanın en ünlü yarış organizasyonlarının ardından pek çok bölgesel yarış etkinlikleri de ‘Clean Regatta’ yani temiz, doğa dostu yarış felsefesine dümen kırdı. Örnekler… Karayipler’de son Antigua Race Week’te (2019) yarışçıların yüzde 81’inin katılımı ile kıyılardan 1 ton cam, plastik ve alüminyum toplandı. New York Block Island Race Week’te, 1500 yarışçıya 120’şer litre su ve yeniden doldurulabilir matara dağıtıldı ve yaklaşık 360 bin PET şişe kullanımının önüne geçildi. Volvo Ocean Race’in Newport durağında, yarışçılar tüm çöplerinin yüzde 60’ını geri dönüşüm ünitelerine teslim etti. 15’inci yılında 7 milyon plastik şişenin okyanuslara karışmasına engel olduğunu açıklayan Clean Regatta zincirinde bugüne dek 750 bin yarışmacının katılımıyla 2800 doğa dostu etkinlik düzenlendi. 50 ülkeden 600 yarış programı Clean Regatta zincirine üye oldu. Her organizasyon ve hatta tekne için acemi, gümüş, altın, platin statüleri var. Pek çok regattada doğa dostu tekneler için özel bir ödül programı da uygulanıyor. Yapılan da basit: Tek kullanımlık ürünleri teknenden uzak tut, atık yönetimi yap, denize ait olmayanı denizden uzak tut. Bodrum Cup’ta bu yıl “Yaşanabilir bir dünya için sualtından mesajınız var” isimli bir fotoğraf sergisi düzenlendi ama o kadar... Yarışlar sonunda yapılan ödül törenlerinde hala plastik bardak, çatal-bıçak, tabak kullanılıyor olması çarpıcı bir uzaklık göstergesi sayılabilir.
O masum güneş kremleri…
Eczacılar, sürekli güneş ışınlarına maruz kalan bir insana tam koruma için 2 saatte bir 33 gram güneş kremi öneriyor. Yani kabaca günde 100 gram. (İnsan vücudunun 11 bölgesinin her biri için 3 gram. Hesaplama şöyle: Alt-üst bacak ve kollar, gövdenin 4 bölgesi ve baş için işaret parmağınıza 0.5 gramlık, 6 damla.) Bu, mesela günde 150 teknenin 1000 kişinin ziyaret ettiği Bencik, Dirsekbükü, Adaboğazı, Göcek koyları gibi rağbet gören mavi yolculuk duraklarında, günde 100 litre, sezonda 10 ton güneş kreminin denizle buluştuğu anlamına gelir. Dünyada satılmakta olan 3 bin 500 markada, ultraviyole ışını koruyucusu olarak oksibenzon kullanılıyor. Kutusuna baktığınızda ne olduğunu anlayamadığınız bir madde bu. Aslında UV koruyucuların en azından ‘BP-2, BMDBM, BZ, MBC, OMC, OCT, BEMT’ gibi simgelerle ürünün kimyasal içeriğinde belirtilmesi lazım. Ama pek çoğunda göremiyorsunuz bile. Onun yerine ananas, avokado ekstresi, bilmemne yağı gibi şeyler yazıyor. Ama güneşten çoğunlukla, belirli limitler içinde kullanımı onaylanmış oksibenzon ya da paraben gibi maddelerle korunuyoruz. (Bir de çocuklar ve alerjik bünyeler için tavsiye edilen ve çinko oksit ya da titanyum dioksit içeren ‘inorganik’ koruyucular var.) Son araştırmalarda güneş kremlerinin yüzde 75’inin deniz yaşamı için zararlı (genetik mutasyon, viral enfeksiyon riskini artırma) olduğu iddia edildi. Zaten yağ ve kremlerin tümünün özellikle kapalı koylarda yoğunlaştığında deniz üstünde hızla bir film tabakası oluşturması ve fotosentez için gerekli güneş ışınlarının deniz dibine ulaşımını engellemesi gibi yaşamsal bir sorun var. Yılda 6 bin ton güneş yağına maruz kaldığı tahmin edilen Hawaii resiflerinde, güneş koruyucularının kullanımı 2020’de yasaklandı. Emin olun denizlerini korumak isteyen pek çok ülkede bu yasakların devamı gelecek. Peki ne olacak? Ne yapacağız? Sanırım UV koruyucu yüzücü giysileri veya Evoa Organic, Alphanova, Aethic Sovee, Badger Balm gibi gerçekten organik ama iki kat pahalı güneş kremlerinin peşine düşeceğiz.
Ya marinalar, barınaklar, iskeleler…
Gökova Ören, Datça Kairos gibi denizi istisnai seviyede temiz tutmayı bir hedef olarak belirlemiş pek çok marinamız var. Britanya kökenli ICOMIA-Blue Star sertifikasına sahip Yalıkavak Marina, Teos gibi marinalarımız mevcut. Ama denizcilik dünyasının kirlilik şampiyonu marinalardır, desek yalan olur mu? Gerçekten de bir bütün olarak bakıldığında denizlerin denizciler tarafından en fazla kirletildiği alan ister küçük bir iskele olsun, isterse koca bir marina, barınma yerleri. Örneğin Marmaris Körfezi’nde 60-70 teknenin günübirlik bağlandığı 5 iskelenin yer aldığı Çiftlik Koyu. Yaz aylarının yoğun günlerinde nasıl oluyorsa bu teknelerin bazıları, çamaşır-bulaşık, öyle bir kirliliğe neden olabiliyorlar ki, koca koyda denize girilemeyecek bir görüntü oluşuyor. Denetim yok Marinalarda iyi-kötü bir denetim, güvenlik sistemi var. Ya balıkçı barınakları? Çoğunluğu belediyeler tarafından işletilen iskele, rıhtım ve barınaklar?.. Makbuz kesip, para toplayan görevli dışında hiçbir denetim yok. Temizlik anlayışı tamamen tekne sahibinin insafına kalmış durumda. Pandemi döneminde iyice patlayan deniz merakı ile önce marinalar, sonra bu örnekleri gören küçük iskeleler yıllık bağlama ücretlerine inanılmaz zamlar yaptı. Mütevazı bir marinada 13 metrelik bir teknenin yıllık bağlama ücreti 4-5 bin euro. Lüks bir marinada 8-10 bin euro ve üstünde. Tamam, arz-talep dengesi ve fiyatlar şaştı. Hiç olmazsa biraz çevre koruma yatırımı yapılsa ya… Örneğin, denizlerdeki kimyasal kirlilikte en önemli faktör, yıllık periyotlarda karaya çekilen teknelerin altının yıkanması, eski zehirli boyanın temizlenip yeniden boyanması sırasında ortaya çıkan artıkların neredeyse tamamının denize akıyor olması. Peki hangi marina bu zehirli atıkları usulüne göre toplayıp bertaraf ediyor? Daha çok ticari teknelerin kullandığı çekek yerlerini ise tamamen tartışma dışı bırakalım. Bu işlemler doğrudan kumsalın üstünde yapılıyor. Tek sorumlu marinalar mı, denizciler de marinaya girince temiz denizi unutuveriyor. Çamaşır-bulaşık suyunu akşam denize boşaltmak çok yaygın bir alışkanlık. Teknelerin rutin temizliğinde de deterjan kullanılıyor. Üstünde belki ‘doğa dostu’ diye bir ibare var, ama sonuçta deterjan bu. Bir diğer çok önemli konu: Yıllardır denizcilere sorun yaratan Mavi Kart Sistemi’nin tamamen göstermelik seviyede kalmasının en önemli nedeni, marinaların hiçbirinin modern atık alım tesisi kurmamış olması. Gidersiniz marinaya, pompası bozuktur, gidersiniz bir diğerine ücra bir köşede kötü bir iskeleyi işaret ederler. Şanslıysanız 20 ton yakıt alacak bir megayat yoktur önünüzde. Ama bir bakarsınız paslı çivili zımpara gibi beton rıhtım önünde 8 tekne hem atık vermek, hem yakıt almak için beklemekte. Aynı anda 30’ar dakikadan 2 tekneye hizmet verilse, 2 saat bekleyip atığınızı verebilirsiniz. Bu arada bir ‘yiğidi öldür ama hakkını ver’ boyutu da var… ABD’de yıllardır Clean Vessel Act isimli bir program yardımıyla marinaların sıvı ve katı atık alım, ayrıştırma, bertaraf sistemleri kuruluyor, modernleştiriliyor. ABD Kongresi’nin onayıyla proje için marinalara toplam 50 milyon dolar kaynak aktarıldı. Yani, Türkiye’nin temiz denizleri için, önce en büyük kirlilik kaynağı marinalar, barınaklar, iskelelerde bir faaliyet görmek istiyoruz ya… Bu konuda devlete düşen bir sorumluluk olduğu da açık. Çünkü marinalara ödenen astronomik ücretlerin önemli bir bölümünün kira olarak devlete aktarıldığını göz ardı etmeyelim.