2022 ve ötesinde ana trend ekolojik ekonomik denizcilik
Tüm denizseverler denizin kirlenebilir, kaybedilebilir bir mavilik olduğunu kabul ederek denize açılmak durumunda. İki kelimeyle önümüzdeki dönemin sloganı ‘sürdürülebilir denizcilik’. ‘Repair, Reduce, Reuse, Recycle’ yani Onar, Azalt, Yeniden Kullan, Geri Dönüştür. “Ekolojik ve Ekonomik” yaşa…
Jacques Cousteau, efsanevi gemisi Calypso ile 1952 yılında denizlere ilk kez açılırken, kameraya dönüp büyük bir coşkuyla şunları söylüyor: “Karada yaşam insanları mutlu etseydi, kim denize çıkardı ki...” Aradan çeyrek asır geçiyor. Cousteau tüm denizleri 2-3 kez dolaşmış. Filmler, belgeseller yayınlamış. Kitaplar yazmış. Sene 1977. Gençliğinde deniz altını ilk kez keşfettiği Veyron kıyılarında yeniden dalıyor. Günlüğüne “Akdeniz: Bir beşik mi, tabut mu? Yalnızca 30 yıl içinde deniz tabanı çöle dönmüş, çorak bir gezegenin yüzeyi kadar çıplak. Su ısınmış, eldivenlerimize rağmen ellerimiz, maskemize rağmen gözlerimiz yanıyor. Suda hiçbir canlının uzun süre yaşayamayacağı bir ölüm bölgesine girdik“ diye not düşüyor. Nasıl bir değişim? Cousteau yaşama veda etti. Geçtiğimiz yüzyıla ait bu sözlerin üstünden de bir çeyrek asır daha geçti. Çöle dönmüş Fransa sualtı görüntüleri, Türkiye denizlerine kadar yayıldı. Öyle ki, son yıllarda biz de “Denizlerimiz öldü mü, kurtarılacak ne kaldı, kalanları nasıl kurtarırız” gibi konuları tartışmaya başladık. Değişim gerçekten çok çarpıcı. Deniz kıyı şeridindeki nüfus patlaması, kirlenmede geometrik bir artış yarattı. Denizcilerin neden olduğu kirlilik yükü de geometrik olmasa da aritmetik olarak hızla yükseliyor. Denizde yaşamın en önemli destek faktörü deniz çayırlarının tahribatı inanılmaz seviyelerde. Balıkçılık… Aşırı avlanma pek çok türü yok olma eşiğine getirdi. Denizde bıraktım ahtapotu, orfozu, karagöz, sarpa bile kalmadı. Mavi yolculuk kıyılarımızda zehirli aslan balığına değeceğiz diye ödümüz kopuyor. Ancak… Sanırım denizlerimizin yaşam direnci bizim tahminlerimizin çok üstünde ki, Cousteau’nun yaklaşık yarım asır önce Fransa kıyıları için ilan ettiği ölüm fermanı bizim denizlere hala varamadı. Hala kurtarılacak şeyler var gibi görünüyor. Örneğin Gökova’da 5 koyun balıkçılığa yasak alan ilan edilmesiyle bir yavrulama alanı yaratılması; orfoz ve lağosun avlanmasının sadece birkaç yıl için durdurulması soyu tükenmekte olan bu türlerin denizlerimizde yeniden görülür hale gelmesine yetiyor. Güllük Körfezi’nde kıyıya yakın balık çiftliklerinin büyük bir mücadele ile açık denize çekilmesi sadece birkaç yıl içinde denizin tekrar saydamlaşmasını sağlıyor. Denizcilerin sınavı… Önümüzdeki yıllarda bu çabanın lokomotif gücünün denizciler olacağını söylemek boş bir hayal değil. Çünkü amatör ve profesyonel denizciler deniz altında nasıl bir değişim yaşandığını politikacılardan çok daha iyi takip ediyor. Büyük bir üzüntü içindeler. Ama şunu da baştan kabul etmek gerek: Öncelikle “Denizdeyim, özgürüm” devri sona ermek zorunda. Tüm denizseverler denizin kirlenebilir, kaybedilebilir bir mavilik olduğunu kabul ederek denize açılmak durumunda. Sonra da gördüklerimizi, değişimi, kayıpları tüm topluma anlatmamız gerekiyor. İki kelimeyle bu sürecin sloganı ‘sürdürülebilir denizcilik’. Günlük hayatımızda, yaşam biçimimiz/kültürümüzde ve deniz araçlarında bizi yeni bir gelecek bekliyor. ‘Repair, Reduce, Reuse, Recycle’ temel slogan bu:Onar, Azalt, Yeniden Kullan, Geri Dönüştür. “Ekolojik ve Ekonomik” yaşa… İşte birkaç örnek…
Doğa dostu yarışlar…
Deniz yaşamında en temelde 3 grup insan var. Gezginler (mavi dünya ve mavi yolculuk sevdalıları), yarışçılar (bir ekstrem spor olarak denizdekiler) ve tekne-kondular (yani yaz aylarında kent hayatını büyük bir lüks içinde deniz üstüne taşıyanlar). Bu üç gruptan gezginler çevreye en duyarlı kesim. Tekne-kondu sakinleri, haftalarca aynı noktada demirli kalıp, kendi kirliliği içinde denizin her gün yaşanmaz hale gelişini en yakından gözlemleyen, en aldırmaz grup. Yarışçılar ise temelde spor odaklıdır. Tekneyi 10 deniz mili süratle götürme konusunda görevlerini eksiksiz yapmakla birlikte, deniz yaşamı kültürünün, denizdeki gevşek, sakin, “Telaş etme, her şey olacağına varır” yaşam tarzına biraz uzaktırlar. Ama yine de… Son yıllarda yarışçı arkadaşlarımızın da, eskiden dünyanın en temiz denizlerine sahipken, bugün serinlemek için suya atladıklarında vücutlarında şiddetli kaşıntılara neden olan canlıları, limanda etrafı saran pis kokuları, denizaltında giderek kaybolan yaşamı gözlemledikleri kesin. Bu olgu sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanıyor. ‘Green Blue, Clean Sailors, Love your Ocean, Race Against Plastic, Sailors for the Sea’ gibi uluslararası sosyal sorumluluk projeleriyle bütünleşen VOR benzeri dünyanın en ünlü yarış organizasyonlarının ardından pek çok bölgesel yarış etkinlikleri de ‘Clean Regatta’ yani temiz, doğa dostu yarış felsefesine dümen kırdı. Örnekler… Karayipler’de son Antigua Race Week’te (2019) yarışçıların yüzde 81’inin katılımı ile kıyılardan 1 ton cam, plastik ve alüminyum toplandı. New York Block Island Race Week’te, 1500 yarışçıya 120’şer litre su ve yeniden doldurulabilir matara dağıtıldı ve yaklaşık 360 bin PET şişe kullanımının önüne geçildi. Volvo Ocean Race’in Newport durağında, yarışçılar tüm çöplerinin yüzde 60’ını geri dönüşüm ünitelerine teslim etti. 15’inci yılında 7 milyon plastik şişenin okyanuslara karışmasına engel olduğunu açıklayan Clean Regatta zincirinde bugüne dek 750 bin yarışmacının katılımıyla 2800 doğa dostu etkinlik düzenlendi. 50 ülkeden 600 yarış programı Clean Regatta zincirine üye oldu. Her organizasyon ve hatta tekne için acemi, gümüş, altın, platin statüleri var. Pek çok regattada doğa dostu tekneler için özel bir ödül programı da uygulanıyor. Yapılan da basit: Tek kullanımlık ürünleri teknenden uzak tut, atık yönetimi yap, denize ait olmayanı denizden uzak tut. Bodrum Cup’ta bu yıl “Yaşanabilir bir dünya için sualtından mesajınız var” isimli bir fotoğraf sergisi düzenlendi ama o kadar... Yarışlar sonunda yapılan ödül törenlerinde hala plastik bardak, çatal-bıçak, tabak kullanılıyor olması çarpıcı bir uzaklık göstergesi sayılabilir.
O masum güneş kremleri…
Eczacılar, sürekli güneş ışınlarına maruz kalan bir insana tam koruma için 2 saatte bir 33 gram güneş kremi öneriyor. Yani kabaca günde 100 gram. (İnsan vücudunun 11 bölgesinin her biri için 3 gram. Hesaplama şöyle: Alt-üst bacak ve kollar, gövdenin 4 bölgesi ve baş için işaret parmağınıza 0.5 gramlık, 6 damla.) Bu, mesela günde 150 teknenin 1000 kişinin ziyaret ettiği Bencik, Dirsekbükü, Adaboğazı, Göcek koyları gibi rağbet gören mavi yolculuk duraklarında, günde 100 litre, sezonda 10 ton güneş kreminin denizle buluştuğu anlamına gelir. Dünyada satılmakta olan 3 bin 500 markada, ultraviyole ışını koruyucusu olarak oksibenzon kullanılıyor. Kutusuna baktığınızda ne olduğunu anlayamadığınız bir madde bu. Aslında UV koruyucuların en azından ‘BP-2, BMDBM, BZ, MBC, OMC, OCT, BEMT’ gibi simgelerle ürünün kimyasal içeriğinde belirtilmesi lazım. Ama pek çoğunda göremiyorsunuz bile. Onun yerine ananas, avokado ekstresi, bilmemne yağı gibi şeyler yazıyor. Ama güneşten çoğunlukla, belirli limitler içinde kullanımı onaylanmış oksibenzon ya da paraben gibi maddelerle korunuyoruz. (Bir de çocuklar ve alerjik bünyeler için tavsiye edilen ve çinko oksit ya da titanyum dioksit içeren ‘inorganik’ koruyucular var.) Son araştırmalarda güneş kremlerinin yüzde 75’inin deniz yaşamı için zararlı (genetik mutasyon, viral enfeksiyon riskini artırma) olduğu iddia edildi. Zaten yağ ve kremlerin tümünün özellikle kapalı koylarda yoğunlaştığında deniz üstünde hızla bir film tabakası oluşturması ve fotosentez için gerekli güneş ışınlarının deniz dibine ulaşımını engellemesi gibi yaşamsal bir sorun var. Yılda 6 bin ton güneş yağına maruz kaldığı tahmin edilen Hawaii resiflerinde, güneş koruyucularının kullanımı 2020’de yasaklandı. Emin olun denizlerini korumak isteyen pek çok ülkede bu yasakların devamı gelecek. Peki ne olacak? Ne yapacağız? Sanırım UV koruyucu yüzücü giysileri veya Evoa Organic, Alphanova, Aethic Sovee, Badger Balm gibi gerçekten organik ama iki kat pahalı güneş kremlerinin peşine düşeceğiz.
Ya marinalar, barınaklar, iskeleler…
Gökova Ören, Datça Kairos gibi denizi istisnai seviyede temiz tutmayı bir hedef olarak belirlemiş pek çok marinamız var. Britanya kökenli ICOMIA-Blue Star sertifikasına sahip Yalıkavak Marina, Teos gibi marinalarımız mevcut. Ama denizcilik dünyasının kirlilik şampiyonu marinalardır, desek yalan olur mu? Gerçekten de bir bütün olarak bakıldığında denizlerin denizciler tarafından en fazla kirletildiği alan ister küçük bir iskele olsun, isterse koca bir marina, barınma yerleri. Örneğin Marmaris Körfezi’nde 60-70 teknenin günübirlik bağlandığı 5 iskelenin yer aldığı Çiftlik Koyu. Yaz aylarının yoğun günlerinde nasıl oluyorsa bu teknelerin bazıları, çamaşır-bulaşık, öyle bir kirliliğe neden olabiliyorlar ki, koca koyda denize girilemeyecek bir görüntü oluşuyor. Denetim yok Marinalarda iyi-kötü bir denetim, güvenlik sistemi var. Ya balıkçı barınakları? Çoğunluğu belediyeler tarafından işletilen iskele, rıhtım ve barınaklar?.. Makbuz kesip, para toplayan görevli dışında hiçbir denetim yok. Temizlik anlayışı tamamen tekne sahibinin insafına kalmış durumda. Pandemi döneminde iyice patlayan deniz merakı ile önce marinalar, sonra bu örnekleri gören küçük iskeleler yıllık bağlama ücretlerine inanılmaz zamlar yaptı. Mütevazı bir marinada 13 metrelik bir teknenin yıllık bağlama ücreti 4-5 bin euro. Lüks bir marinada 8-10 bin euro ve üstünde. Tamam, arz-talep dengesi ve fiyatlar şaştı. Hiç olmazsa biraz çevre koruma yatırımı yapılsa ya… Örneğin, denizlerdeki kimyasal kirlilikte en önemli faktör, yıllık periyotlarda karaya çekilen teknelerin altının yıkanması, eski zehirli boyanın temizlenip yeniden boyanması sırasında ortaya çıkan artıkların neredeyse tamamının denize akıyor olması. Peki hangi marina bu zehirli atıkları usulüne göre toplayıp bertaraf ediyor? Daha çok ticari teknelerin kullandığı çekek yerlerini ise tamamen tartışma dışı bırakalım. Bu işlemler doğrudan kumsalın üstünde yapılıyor. Tek sorumlu marinalar mı, denizciler de marinaya girince temiz denizi unutuveriyor. Çamaşır-bulaşık suyunu akşam denize boşaltmak çok yaygın bir alışkanlık. Teknelerin rutin temizliğinde de deterjan kullanılıyor. Üstünde belki ‘doğa dostu’ diye bir ibare var, ama sonuçta deterjan bu. Bir diğer çok önemli konu: Yıllardır denizcilere sorun yaratan Mavi Kart Sistemi’nin tamamen göstermelik seviyede kalmasının en önemli nedeni, marinaların hiçbirinin modern atık alım tesisi kurmamış olması. Gidersiniz marinaya, pompası bozuktur, gidersiniz bir diğerine ücra bir köşede kötü bir iskeleyi işaret ederler. Şanslıysanız 20 ton yakıt alacak bir megayat yoktur önünüzde. Ama bir bakarsınız paslı çivili zımpara gibi beton rıhtım önünde 8 tekne hem atık vermek, hem yakıt almak için beklemekte.Aynı anda 30’ar dakikadan 2 tekneye hizmet verilse, 2 saat bekleyip atığınızı verebilirsiniz. Bu arada bir ‘yiğidi öldür ama hakkını ver’ boyutu da var… ABD’de yıllardır Clean Vessel Act isimli bir program yardımıyla marinaların sıvı ve katı atık alım, ayrıştırma, bertaraf sistemleri kuruluyor, modernleştiriliyor. ABD Kongresi’nin onayıylaproje için marinalara toplam 50 milyon dolar kaynak aktarıldı. Yani, Türkiye’nin temiz denizleri için, önce en büyük kirlilik kaynağı marinalar, barınaklar, iskelelerde bir faaliyet görmek istiyoruz ya… Bu konuda devlete düşen bir sorumluluk olduğu da açık. Çünkü marinalara ödenen astronomik ücretlerin önemli bir bölümünün kira olarak devlete aktarıldığını göz ardı etmeyelim.
Teknenin karbon ayak izi…
Baltık Denizi, Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından en üst düzey koruma (PSSA-Özellikle Duyarlı Deniz Alanı) altına alınmış bir bölgedir. Mesela gemilerin üstüne usulca bir helikopter yanaşır, bacasına bir sensör uzatılır, karbonmonoksit ve zehirli kimyasal madde atıkları ölçülür. Aşırı salınım varsa, yandı gülüm keten helva… Bu standartlar Akdeniz’e, Ege’ye gelmeyecek mi? Aslında çoktan gelmeliydi. Peki, deniz aracınızdaki motorunuz Tier 1 mi, Tier 3 mü, yani egzosundan çıkan zararlı gaz ve partiküllerin seviyesini biliyor musunuz? Önümüzdeki 10 yılda teknelerin doğa dostu olup olmadığı da büyük önem kazanacak. Her şeyden önce gri su tankı var mı? İspanya Natura 2000 bölgeleri yakınındaki marinalarda gri su tankı olmayan teknelerin bağlanma iznini yıllardır vermiyor. Bu karar, çizgisel olarak Fransa, İtalya ve Yunanistan üstünden Türkiye’ye varmaz mı? Eminim varacak! Peki istisnalar nasıl belirlenecek? AB bu tür yasaklarda üretim yılı, ithalat yılı sınırları koyuyor. Mesela ‘2020 yılı sonrası üretilmiş tekneler’ diye bir ayrım... Türkiye, yani Çevre ya da Ulaştırma Bakanlığımız böyle bir sağduyu gösterecek mi? Bu tuhaf soruları bir yana bırakalım… Dünya trendlerine bir bakalım. Mesela… Hollandalı A+ üretici C-Yacht, “Sürdürülebilirlik” diyor ve ürettiği teknelerine şimdiden Tier 3 ve üstü model motor koyuyor. Gövde üretim teknolojisinde polyester ya da daha da eski teknoloji olan epoksi reçineden ayrılıp, vinilester kullanımına geçiyor. Bu, elinizle temas halinde bile vücudunuza nüfuz edecek hayli tehlikeli sitiren maddesine karşı bir önlem. Ve ötesi… Tekneniz bir mikroplastik yuvası. Vinilester kullanımı her yıkamada teknenizden suya karışan mikroplastik seviyesinde de önemli bir gerileme anlamına geliyor. Dahası da var. Örneğin pek çok firma bugün yelkenlerini plastik çöplüğünden geri dönüştürülmüş malzeme ile donatıyor. Peki bu yelken bezi üretimini ilk kim yaptı? Elvstrom. Hem de performans yelkenlerinde kullanılmak üzere… Kutlamak lazım. Yelkenli ya da motoryat alıyorsunuz. İstiyorsunuz ki, iç tasarımda sıcak dokulu bir ahşap mobilya bulunsun. Peki ,satın aldığınız tekneyi üreten firma FSC (Forest Stewardship Council - Orman Koruma Konseyi) sertifikası sunuyor mu? Henüz bir suç değil ama yakın gelecekte olabilir. Özellikle teak, maun, merbau, iroco gibi Afrika kökenli ağaçların sürdürülebilirliği için önemli bir tercih. ‘Green Blue’… Bu çift yönlü bir slogan, korunması gereken sadece deniz değil, tüm doğa… Denizcilik ve doğa koruma denildiğinde tüm doğa dostları, “Bir zahmet yelkenlerinizi açın, denize en büyük zararı dizel makinelerinizi çalıştırarak veriyorsunuz” diyor. Oysa bir yelkencinin yıllık yelken seyri uluslararası ortalamalara göre ancak yüzde 25 seviyelerinde. Yelkenlilerde de çoğunlukla motor seyri yapılır. Peki, karbon emisyonu ve diğer zehirli gazlar denizlerde nasıl azaltılacak? 109 metre uzunluğunda bir süper yat, ismi Bravo Eugenia… Tıpkı zamane otomobillerinde olduğu gibi bu devasa yatın da hibrit motoru var. Yakıt tüketimi benzerlerine göre yüzde 30 daha az. Elektrik motoruyla ilerlediğinde belki 20 mil sürat yapmıyor, ama gidiyor. Monaco Deniz Vakfı , 76.5 metrelik bir araştırma gemisi inşa ettirdi. Geminin yüzde 95’i recycled malzeme. Öyle bir filtre sistemi var ki, NOx ve SOx salınımı yüzde 99.8 seviyesinde engelleniyor. Kuşkusuz ki, hibrit motor önümüzdeki 10 yılda küçük yelkenliler dahil, tüm tekne sanayine nüfuz edecek. Çünkü artık teknenin karbon ayak izi hesaplanmaya başlandı. Şimdiden göl ve nehirlerde tamamen güneş enerjisiyle çalışan tekneler hayli yaygınlaştı. Karbon ayak izi demişken… Denizde yaşam için en önemli sorun akülerinizi nasıl şarj ettiğiniz. Güneş enerji panellerinin bugünkü en yüksek (monokristalin) verimlilik teknolojisi yüzde 27-28 seviyesinde. Ama bu alanda büyük bir teknolojik ilerleme var. 2022’de yüzde 35-40 verimli ürünlerin piyasaya çıkacağı tahmin ediliyor. Denizde eski teknolojilerin nostaljik bir güzelliği vardır. Örneğin, sabah erken saatlerde pata-pata pancar motor ile ağlarını ya da paraketesini toplamaya giden bir balıkçı kayığının sesiyle uyanmak hoştur. Ama bu, yakın zamanda değişecek gibi görünüyor. Dingilerde çok görüyoruz da, elektrikli motorlu balıkçı kayıklarına hazır mıyız? Kendimizi bu fikre de alıştıralım…
Sektörün yeni prestij kaynağı: Doğa
• ‘Green Blue’ trendine kısa süreli tekne kiralayan charter şirketleri de katılmış durumda. ‘Eco-Friendly, Sustainable, Green Yacht’ gibi isimlerle hizmet veren charter şirketlerinin Hırvatistan ve Yunanistan’da örneği çok. Bu doğa dostu şirketlere ilgi de çok. • Henri Lloyd, Helly Hansen, Slam gibi ünlü marin markaların bol sıfırlı euro fiyatlı ürünlerinin (özellikle Gore-Tex açık deniz ürün serileri) neredeyse tümünün recycled plastik ham madde ile üretildiğini biliyor muydunuz? Yani… 800 euroluk bir montun iliklediğiniz düğmesinin bir zamanlar Çinli ya da Sudanlı bir çocuğun içtiği PET şişe olduğunu düşünmek ne ilginç değil mi? Reenkarnasyon dedikleri bu olsa gerek. 0 karbon ayak izi • Dünyanın en önemli denizcilik fuarlarından biri olan Boot Düsseldorf, 22 Ocak 2022’de 73 ülkeden, 2 bin katılımcıyla denizcileri ağırlamaya hazırlanıyor. Ana tema yenilikçi yatlar, yan tema denizde sürdürülebilirlik… Şaşırdık mı? Hayır. Bu arada fuar merkezi de karbon ayak izini sıfırlama çabasında. Geçtiğimiz 20 yılda fuar alanındaki binaların sayısı hayli arttı, buna karşın kompleksin enerji gereksinimi yüzde 30 azaltıldı. Çatısına kurulu güneş panellerinden yılda 550 bin kw enerji sağlanıyor. Atık suyunu arıtıyor, yeniden kullanıyor. Fuar binasının tüm araçları elektrikli motora dönüştürülüyor.