19 Nisan 2024, Cuma
20.01.2023 04:30

1990’lardan 2023’e

1991’den başlayıp 1995’e kadar sürecek SHP-DYP koalisyonu çok anlamlıydı benim için. 1980 Darbesi ardından olağanüstü haller, cunta vesayeti, baskı ve işkencelerle geçen o anti-demokratik dönem bitecek, demokratik bir restorasyon dönemi başlayacaktı… Olmadı

1970’li yıllarda doğan bizim nesil için belirleyici olay Sovyetler Birliği’nin dağılması, komünist rejimlerin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sonlanmasıydı. Kasım 1989’da Berlin Duvarı’na tırmanan göstericilerin duvardaki taşları sökme görüntülerini hala çok iyi hatırlıyorum. Benim için Berlin Duvarı’nın çökmesi çok önemli bir olaydı, zira babam 1954’ten 1966’ya kadar Berlin’de üniversite okumuş ve on yılı aşkın o şehirde yaşamıştı. Duvarın inşa sürecine bire bir tanık olmuştu. Ben küçüklüğümden beri babamın anlattıkları, Berlin ve duvarın hikâyeleri ve kütüphanesindeki Berlin kitapları ile büyümüştüm.

1989’da TED Ankara Koleji’nde okurken üniversite sınavına hazırlanıyordum. Yıllarca hayalini kurduğum mimarlık bölümü yerine, uluslararası ilişkiler bölümüne girmeye karar vermem biraz da bu dünyanın yaşadığı o büyük dönüşümü anlamak, hatta onun parçası olmak hevesimin sonucuydu sanırım.
1990’ların ilk yarısında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okurken bu büyük dönüşüme hem tanık oluyor hem de üzerine okuyordum. Soğuk Savaş bitmişti. Ama arkasından Orta Doğu savaşları başlamıştı. 1990-91’de Birinci Körfez Savaşı’nı “naklen” CNN’den izliyorduk! Arkasından Yugoslavya’nın çözülmesi ve o korkunç iç savaş!

Benim için zor bir tercihe vesile oldu 1991 yılı: Acaba Doğu Avrupa ve Balkanlar mı çalışmalıydım yoksa Orta Doğu mu? Arapça mı öğrenmeliydim, Slav dilleri mi? Sonunda karar veremedim ve iki yola birden girdim. Hem Doğu Avrupa/Balkanlar hem Orta Doğu/Arap dünyası; hem Arapça, hem Slav dilleri... Tabii, 1990’ların başında bu iki dünyayı kapsayan ve birleştiren Osmanlı tarihine heves edeceğimi henüz bilmiyordum.

Sovyetler’de 1991 darbesi

Bu arada Ağustos 1991’de Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasına vesile olan Komünist Parti içindeki bir kliğin Mihail Gorbaçov’a karşı yürüttükleri darbenin Türkiye’deki yansımasını nasıl unutabilirim. O yaz sevgili arkadaşım Can İzbul’la hemen her gün Ankara’daki Milli Kütüphane’ye gidip çalışıyorduk. 1991 darbesini Can’la ayrıntısıyla takip ettiğimizi hatırlıyorum. O zamanlar bir tür entelektüel kahramanım olan Mümtaz Soysal’ın Milliyet gazetesindeki sanırım başlığı “Rüyanın Sonu” olan yazısını hatırlayanlar çıkacaktır. Mümtaz Hoca komünist rejimin bittiğine dair beklentilerin safsata olduğunu yazıyordu. Mümtaz Soysal’a karşı Cumhuriyet’in dış politika yazarı (Bâb-ı Ali’nin Sami Kohen’le beraber dışişleri bakanı) Ergun  Balcı ise Mümtaz Soysal’ı tarihi yanlış okumak ve hayalcilikle eleştirmişti. 

Bugün de Altılı Masa’nın tıpkı o koalisyon gibi tarihi bir şans olduğunu düşünüyorum. Ama bu şans kaçar, seçim kaybedilir ya da kazanılan seçimden sonra başarılı bir yönetim sergilenemez ve eski otoriter ittifak daha da kuvvetli şekilde geri gelirse bunun etkileri büyük olur

İtiraf etmeliyim, ben bu tartışmada Ergun Balcı’yı haklı buluyordum. Komünist rejimlerin yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sonlanması benim için olumlu bir gelişmeydi. Kendimi solda görsem de Soğuk Savaş’ın nihayete ermesi bir dönemin sonundan ziyade, yeni bir dönemin başlangıcını temsil ediyordu. Hayır, o günlerde 1992’de çıkacak bir kitapta ifade edildiği gibi tarihin sonu geldiğine dair bir naiflik içinde değildim. Tam tersine, yeni bir tarih başlıyordu, o yeni başlayan tarihin benim hayatımın (ya da bizim neslin) hikayesi olacağı hissi vardı sanırım.

Bunu yıllar sonra, 1998’de Mümtaz Hoca’ya söyleme cesareti göstermiştim. Mümtaz Soysal, doktora hocam Cemal Kafadar’ın davetlisi olarak Harvard’a gelmişti, ben de bir doktora öğrencisi olarak Mümtaz Hoca’nın mihmandarlığını üstlenmiştim. O zaman bu konuyu konuştuğumuzda Sovyetler’in dağılmasının dünya için nasıl bir felakete yol açacağını düşündüğünü anlatmıştı.

1991 darbesi hakkında bir anı daha: Yine 1991 yeni eğitim yılında sanırım Bilkent’te bir panel düzenlenmişti. Panele Metin Heper, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek katılmıştı, (nasıl kadro ama!) Yalçın Küçük o keskin zekâsı ve diliyle şöyle demişti: Sovyetler çöktü diye şaşırıyorlar... 70 sene yaşadı be, 70 sene! Heper’in şaşkın ifadesi hala gözlerimin önünde. Perinçek ne dedi hatırlamıyorum.

Liberal demokrasi ve SHP-DYP koalisyonu

1980’lerde lise öğrencisiyken SHP’nin gençlik gruplarına takılıyordum. Aslında SHP tarzı bir sosyal demokrasiyi benimsemiştim sanırım. Ama 1990’lara geldiğimde işler biraz karışmıştı. Bir yandan Sovyetler’in çöküşü, arkasından dünyada evrensel bir liberal demokratik düzen geleceğine duyulan inancın yaygınlaşması. Tarihin sonu tezinden bahsettim. 1992’de çıkan Francis Fukuyama’nın kitabını hemen okumuştum.

Aslında hala üzerine konuştuğumuza göre güçlü, tarihsel olduğu kadar felsefi bir tezdi. (Biri yıllar sonra onunla aynı üniversitede profesör olacaksın dese herhalde güler geçerdim). Aynı zamanda neoliberal ekonomik düzenin bütün toplumları kapsayacak şekilde genişliyor olduğuna inanç da güçleniyordu. Gerçi Türkiye neoliberal reformları başlatalı on yılı aşmıştı (24 Ocak 1980 kararlarını başlangıç alıyorum). Özallı yıllar! Hala tam bir yere koyamıyorum. Özal 1989’da cumhurbaşkanı olmuştu. 1991’den başlayıp, 1995’e kadar sürecek SHP-DYP koalisyonu.

Bu koalisyon da benim için ayrıca çok anlamlıydı. Yine bir kişisel hikâye. Ben baba tarafından CHP’li, anne tarafından Demokrat Parti-Adalet Partisi geleneğinden gelen iki ailenin çocuğuydum. Büyük dedem Yaycızade İbrahim Bey ve dedem Abdullah Yaycıoğlu uzun yıllar CHP Kahramanmaraş mebuslarıydı. Annemin büyük amcası Tevfik Coşkun ise Demokrat Parti’nin kurucularındandı. Çocukluğumdan beri bu iki siyasal geleneğin içinde büyüdüm, ikisinin de inceliklerini anladım desem yanlış olmaz sanırım. Gerçi annemin ailesi darbe sonrası Özal ve ANAP’a yakınlaşmıştı. Yaycıoğulları ise SHP’liydiler ve “Paşa’nın oğluna” saygı ve sevgileri çok büyüktü.

İşte onun için DYP-SHP koalisyonu çok anlamlıydı benim için. 1980 Darbesi ardından olağanüstü haller, cunta vesayeti, baskı ve işkencelerle geçen o anti-demokratik dönem bitecek, demokratik bir restorasyon dönemi başlayacaktı. Aynı zamanda Özal döneminin sendikal hakları yok sayan ekonomik düzeni de değişecek, sosyal haklar gelecekti! Hiçbiri olmadı.

Bunu neden anlatıyorum? Bugün Altılı Masa’yı yakından takip eden ve destekleyen biriyim. Altılı Masa’nın tarihi bir deneyim ve şans olduğunu yazdım durdum. Hatta son haftalarda siyasetçilere manifestolar yazan siyaset bilimci dostlara karşı siyasetçileri hem daha gerçekçi hem daha ilkeli bulmaya bile başladım (Neticede siyaset bilimi alanını terk edip, tarihe geçen bir hainim!) Şaka bir yana, sanırım yukarıdaki satırları yazarken aklımın bir köşesinde DYP-SHP koalisyonunun nasıl çok büyük tarihi şansken, bu tarihi şansın kullanılamayıp, bunun sonucu 1990’ların siyasal ve ekonomik krizlerini, siyasal cinayetleri, Sivas katliamını ve tabii Kürt meselesinin bir iç savaşa evrildiği o vahim süreci başlattığını aklımdan geçiriyorum.

Krize rağmen demokratik uzlaşma yılları

Yanlış anlaşılmasın: 1990’ların entelektüel iklimini çok kıymetli buluyorum. Bu günlerde birçok eski arkadaşımla bu konuda da ters düştüm. 90’ların Türkiye tarihi eleştirileri çok değerliydi. Ama başka bir husus daha var: 1990’larda şiddete, yolsuzluklara, siyasal ve ekonomik krizlere, hatta Kürt illerinde alevlenen iç savaşa rağmen hemen herkesin üzerinde birleştiği bir siyasal reform perspektifi vardı.

Demokratikleşme programı konusunda en azından siyasal elitler arasında bir uzlaşma oluşmuştu. Unutmayalım, Türkiye MHP’nin olduğu bir koalisyonda idam cezasını kaldırdı. Bu uzlaşma aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası beliren iyimserlik üzerine kurulan bir anlayışın sonucuydu. Gerçi siyasal reform ile liberal ekonomik reform da beraber gidecekti ve reform sürecinin ekonomi ayağına soldan ciddi bir eleştiri vardı (Vardı dedim ama gerçekten var mıydı?)

Türkiye’nin o dönemin uluslararası ikliminde ayrıca önemli bir yerini not etmek lazım. 1993’te Samuel Huntington Medeniyetler Çatışması tezini bir makalede ileri sürdüğünde, AB üyesi olmaya aday Türkiye’nin tecrübesi bu tezin antitezi olarak sunuluyordu (Huntington’ın kitabı 1996’da çıktı). Unutmayalım AKP tam da eski Türkiye kurum ve siyasal partilerinin artık Türkiye’nin yeni demokratik ve ekonomik projelerini yüklenecek kapasitede olmadığı, reformları ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan beri dışlanmış ama şimdi tazelenmiş ve dönüşmüş bir siyasal akımın, İslamcıların yapabileceği teziyle kurulacaktır.

Riskler ve şanslarla dolu bir tarihi dönemeç

2000’li yılların Türkiyesi üzerine önceden yazdım. İleride de yazacağım muhakkak. Bir tarihçi için baş döndürücü muazzam bir hikâye. Ama bu yazıyı bitirirken yukarıda yaptığım, anılarla karışık tarih anlatısından bir tez çıkarmaya ne dersiniz: Bugün dünyanın geleceği hakkında derli toplu bir siyasal ve ekonomik perspektifimiz ve uzlaşımız yok. Liberal demokrasi bitti mi? Yeni otoriterlik kalıcı mı? Parlamentoları basan toplum kesimleri nasıl bir siyasal rejim özlemi içindeler? Yeni ve sert bir milliyetçilik çağına mı girdik? Yoksa yeni nesil liberal ve seküler bir milliyetçilik mi bizi bekliyor? Neoliberalizm gerçekten çöktü mü? Yeni ekonomik düzen nasıl olacak?

Keynesciliğe mi, sola mı, yoksa amorf bir milliyetçi-merkezci ekonomik tasarıma doğru mu yol alıyoruz? AB’nin krizi kalıcı mı? Rusya-Ukrayna savaşı nasıl devam edecek? İran’daki gösteriler rejimin değişmesine giden bir süreci ateşleyebilir mi? Daha neler neler... Dijital teknoloji ve dijital şirketler, algoritmalar, pandemi ve tabii iklim krizi...

2023 Türkiye seçimlerinin tüm bu sorular için ne kadar önemli olduğunu bir düşünsenize? Bu büyük küresel belirsizlik içinde bizi bekleyen seçimler dünya tarihinin belki de kırılma anlarından biri olacak. Bir otoriter ittifak demokratik yollardan gönderilip, yerine büyük bir uzlaşı ile yukarıdaki soruları ciddiyetle ele alıp demokratik bir gelecek kurma iddiası geliştiren geniş tabanlı bir iktidar gelirse, bunun etkileri büyük olacak. Hem Türkiye açısından, farkında olalım olmayalım, hem dünya açısından. Ama bu şans kaçar, seçim kaybedilir ya da kazanılan seçimden sonra başarılı bir yönetim sergilenemez ve eski otoriter ittifak (hatta onu bile aratan tazelenmiş yeni nesil bir otoriterlik) daha da kuvvetli şekilde gelir ise bunun da etkileri büyük olacak: en azından bu rejimlerin demokratik yollardan değişmesinin imkansız olduğu, yeni dönemin normalinin demokratik deneyimlerin dışında aranması gerektiği inancı yaygınlaşacak...