Temsili demokrasi, evrensel insan hakları, hukuk devleti, liberalizm, sosyalizm, kapitalizm, uluslararası kurumlar ve uluslararası hukuk... 200 yıl boyunca içinde şekillendiğimiz o dünya bitiyor ve belirsizliklerle devam edecek yeni bir döneme giriyoruz. Soğuk Savaş sonrası ABD liderliğinde kurulan düzenin son çivisini de bir Amerikalı, Trump çakıyor… O zaman “Bırakalım yıkılsın, başka bir dünya kurulur elbet!”
Bu satırları, ABD seçimlerinin devam ettiği salı akşamı, sonuçlar netleşmeden yazıyorum. New York Times’ın öngörülerine göre, seçimi Trump’ın kazanma şansı daha yüksek. Yazının son bölümünü, sonuçlar hakkında bir fikrim olunca akşam kaleme alacağım. Ama şimdilik, bu seçim penceresinden Amerika siyasetine ve tarihine bakıp biraz sohbet edelim, ne dersiniz?
Yarışın tarafları
ABD, seçimlere derin bir kutuplaşma içinde girdi. Bu kutuplaşmanın bir nedeni, Trump’ın tüm sisteme, ama aynı zamanda ülkenin tüm kurumsal kazanımlarına (onlara göre çürümeye) meydan okuyan tavrıydı. Trump ve etrafındaki MAGA hareketi sadece son dört yılda Demokrat Parti iktidarına karşı değildi. Trumpizm, bugünün “Yozlaşmış” Amerikası'nı yıkıp, Amerika’nın muhayyel bir altın çağını ihya etme iddiasını taşıyordu. Bugünün Amerikası'ndan rahatsız olanlar - eski endüstrinin emekçi kesimleri, kırsal Amerika, Hristiyan ütopistler, beyaz üstünlükçüler, liberteryenlar, izolasyonistler, bilim karşıtları (Robert Kennedy Jr.) ya da teknolojistler (Elon Musk) - Trump’ın arkasında birleşti.
Demokrat Parti ise, bir yandan Amerikan Devrimi’nin, Cumhuriyetçi ve Aydınlanmacı geleneğin, iç savaşın galibi Abraham Lincoln’ün, sosyal devleti kuran Rooseveltçi New Deal’ın, kadın ve siyahların mücadelesinin temsilcisi olma iddiasındaydı. Trump muhayyel bir altın çağ vadediyorken, Demokratlar yeni bir gelecek tahayyülünden ziyade tarihi kazanımları Trumpizm’e karşı koruma önceliği ile hareket etti. 2008’de yaşanan ekonomik buhran, yeni bir Amerika düşlemeyi gerektiriyordu. Ancak Biden ve Harris liderliğindeki Demokrat Parti bundan çok uzaktı. Yeni bir gelecek tasarımı yerine, Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’den kovduğu, kimisi Reagan’cı, kimisi neo-con figürleri ve söylemleri Demokrat Parti’ye eklemleyerek Trump karşısında geniş bir blok kurmaya çalıştılar.
Büyük kutuplaşmanın kısa tarihi
ABD, tarih boyunca derin kutuplaşmalar ve iç çatışmalar gördü. Bugünkü kutuplaşma, her yönüyle olmasa bile, bazı yönleriyle bu tarihin sonucu. En belirgin örnek olarak, 1861-65 yılları arasındaki kanlı iç savaşı hatırlamak gerekir. Bu savaş, iki farklı ABD vizyonunun çatışmasıydı: Güney, kölelik, ırksal ayrışma ve hiyerarşik bir toplum düzeninin devamını savunuyordu. Güney’in hayali, adem-i merkeziyetçi, kırsal ve Hristiyanlığın ruhunu taşıyan bir ABD’ydi; dünyadan kopuk, beyaz ve Hristiyan bir ütopya tasavvur ediyordu. Kuzey ise ABD’nin kuruluşundaki Aydınlanmacı ve Cumhuriyetçi çerçeveyi daha ileriye taşıyan, federal devletin etkin olduğu, şehirli, endüstriyel ve ırksal eşitliği vurgulayan bir Amerika ideali peşindeydi.
Bu iki görüş arasındaki çatışma, özellikle kölelik meselesi üzerinde yoğunlaşarak ABD’yi iç savaşa sürükledi. Sonunda, Abraham Lincoln’ün zaferiyle Kuzey’in üstün çıktığı savaştan sonra yeni bir dönem kuruldu. 19’uncu yüzyılda tarihin gördüğü en büyük sermaye birikimi yaşandı ve bu gelişme Amerika’yı dünyanın en zengin ülkesi haline getirdi. Aynı yıllar işçi sınıfını da güçlendirmişti. Özellikle 20’nci yüzyılın başında Teddy Roosevelt ve ardından Franklin Roosevelt’in kalkınmacı, altyapı hamleleri ile devam eden ve federal devleti güçlendiren merkeziyetçi siyasetiyle modern dönemin ABD’si şekillendi.
Lakin iç savaşın etkileri hiçbir zaman tamamen sona ermedi. 19’uncu yüzyılın sonunda, o dönemin Trumpizm'ine benzeyen bir popülist hareket ABD’yi salladı. 1920’lerde Ku Klux Klan, 1948’de siyah haklarına karşı çıkan Dixiecratlar, 1950’lerde ise sola karşı Joseph McCarthy’nin temsil ettiği antikomünist güvenlik siyaseti... Tüm bunlar bir yönüyle Lincoln-Roosevelt çizgisine yönelik tepkilerdi. Bir zamanların kölelik karşıtı siyasal hareketin öncüsü olan Cumhuriyetçi Parti, bu hareketleri içselleştirerek bir evrim geçirdi. Arkasından Soğuk Savaş döneminde Roosevelt’in devletçiliğine karşı yeni bir neoliberal ekonomi teorisi kurdu, bunu kurumsallaştırdı ve dünyaya yaydı. Bu dönüşümün başlıca mimarı ise 1980’lerde Ronald Reagan oldu.
Demokrat Parti’nin tarihi çıkmazı
Peki ya Demokrat Parti? 1960’lardan sonra, Rooseveltçi kalkınmacı, federalist ve endüstriyel siyaset Demokrat Parti’de sol bir ruh kazandı. Bu durum, Türkiye’de 1960’lardan sonra CHP’nin sola yönelimine benzetilebilir. Vietnam Savaşı karşıtı başkaldırı, sendikal işçi hareketi, kadın hareketi ve siyah haklarını savunan mücadeleler Demokrat Parti çatısı altında birleşti. 1980’lerle birlikte, eşcinsel hak savunusu da bu koalisyona katıldı.
Soğuk Savaş sonrası kutuplaşma azalmış gibiydi; yeni bir sol-sağ sentezi ortaya çıkıyordu. Sağ’ın neoliberal ekonomi kuramı ile solun sivil hakları, kozmopolit, ırksal ve cinsiyetler arası eşitliği vurgulayan, evrenselci kültür siyaseti yakınlaşıyordu. Ancak bu süreçte Demokrat Parti, yavaş yavaş mavi yakalı emekçi tabanından koptu ve daha çok eğitimli, hali vakti yerinde olan kesimlerin ve 1990’lardan itibaren yaşanan yeni finansal ve teknolojik devrimle kozmopolit elitlerin partisi haline geldi.
Trump nasıl yükseldi?
Bu sorunun farklı cevapları var. Küçük bir deneme yapalım: 11 Eylül 2001’deki El Kaide saldırıları sonrası ABD büyük bir toplumsal-siyasal bunalıma girdi. Soğuk Savaş’ta kurduğu hegemonya sarsıldı ve bu hegemonyayı yeniden tesis etmek için Orta Doğu’da geniş bir savaş sürecine girdi. Ancak bu savaşlar ABD’nin gücünü daha da zayıflattı. ABD, evet, büyük bir teknolojik ve ekonomik dönüşüm yaşıyordu ama bu dönüşümden faydalanamayan büyük bir kitle oluştu. Özellikle mavi yakalı beyaz işçi sınıfı ve devasa kırsal Amerika Demokrat Parti’den daha da uzaklaştı. 2008 finansal kriziyle de neoliberal proje sarsıldı. Bu süreçte önce Çay Partisi, ardından Trump ve MAGA hareketi ortaya çıkarak, kozmopolitlerden ve şehirli eğitimli kesimden “Amerika’yı geri almak” isteyen tepkisel bir söylem geliştirdi. İç savaşın dinamikleri tekrar canlanıyordu. Ama bununla birlikte Trump müesses nizama karşı, alışılagelmiş siyasal normlara ve geleneklere uymayan tavrı ile toplumun memnuniyetsiz geniş kesiminde ilgi uyandırdı.
Yol ayrımı
Yine bir yol ayrımındayız. ABD Trump seçilirse bir yöne, Harris seçilirse başka bir yöne doğru ilerleyecek. İki çok farklı dünya görüşü, gündem ve anlatı yarışıyor. Bu seçimle birlikte Demokrat Parti, Amerikan kurumlarına bağlı olduğunu iddia eden Cumhuriyetçi kesimleri de içine alırken, Cumhuriyetçi Parti aşırı sağcı, hatta faşist grupları merkezine taşıdı. Diğer yandan toplumun pandemi sonrası zorlanan geniş bir kesiminde Trump’ın demokratik bir lider olmamakla birlikte ekonomiyi daha iyi yöneteceği algısı gelişti. ABD toplumunun büyük kesimi, 2008 krizine karşı, daha da kapitalist, daha da sermayeci bir ekonomi anlayışının kurtarıcı olabileceğine inandı.
ABD’deki bu gelişme, küresel anlamda zaten kriz içindeki kurumları, inanç sistemlerini ve referansları daha da altüst edecek
Ama benim için en ilginç olan, bu seçimin cinsel kimliklerle olan ilişkisiydi. Anketlere göre kadınlar yüzde 55 oranında Harris’e oy verdi gibi görünüyor; erkekler ise aynı oranda Trump’a yöneldi. Pandemi sonrası düzelmeyen ekonomi Trump’a tepki olarak ortaya çıkarken, Harris özellikle kadının vücudu üzerindeki haklar ve kürtaj özgürlüğü konusunda kadınlardan büyük destek aldı. Harris kazanırsa, bu kadınların zaferi olacak diyebiliriz. Kaybederse ise onların mağlubiyeti. Trump’ın ırkçı dilinin yanında, kadınları aşağılama içeren mizojini dilinin uzun erimli sonuçları ne olur, kestirmek kolay değil.
Türkiye ve ABD
Türkiye’ye bağlamasak olmaz! Türkiye ve ABD tarihsel olarak çok farklı deneyimlere sahip olsa da bazı benzerlikler mevcut. En önemli benzerlik, iki ülkede de artık ortak bir tarih anlatısı ve gelecek tahayyülünün olmaması. İki ülke de köklü cumhuriyetçi geleneklere sahip; ancak cumhuriyetin en önemli koşulu olan ortak bir tarih anlatısı, dayanışma ve birlikte geleceğe yolculuk etme iradesi büyük bir aşınma yaşıyor.
Bir diğer benzerlik ise kurumlara olan güvensizlik. ABD’de Cumhuriyetçiler, 2020 seçimlerinin manipüle edildiğine inanıyor. Türkiye’de ise muhalefet benzer bir güvensizlik içinde. Ancak Türkiye’de muhalefetin bu konuda daha haklı gerekçeleri varken, ABD’de Trump yanlıları seçimlerin çalındığına dair net bir kanıt sunamadı. Trump kazanırsa, devleti radikal biçimde dönüştüreceği adımlar atacağını vaat ediyor ve bu da Demokrat kesimde ABD kurumlarına olan güvenin daha da derin sarsılacağı bir dönemin kapısını aralayacak.
ABD ve Türkiye arasındaki başka bir benzerlik ise şu: İki ülkede de evrensel değerleri yeniden sentezleyen, güçlü bir dünya ve ülke vizyonu olan bir demokrat, hatta sol-demokrat bir siyasi akıma ihtiyaç var. ABD’de Demokrat Parti böyle bir ajanda kurabilmiş değil; onların önceliği Trump kabusunu engellemek ve muhtemelen burada başarılı olamayacaklar. Türkiye’de ise eğer ciddi bir yenilenme ve cesur bir dünya ve Türkiye tahayyülü kurulabilirse, CHP’nin önü çok açık olabilir. Ama bu hiç kolay gözükmüyor.
Seçim sonuçları belli oldu
Salı günü, Kaliforniya saatiyle 21:00. Sonuçlar netleşiyor. Seçimleri, bu sene Stanford’ta Koç Üniversitesi’nden konuğumuz olan sevgili Ali Çarkoğlu ile evde izledik. Ali, muazzam bir seçim uzmanı…
Yemek yedik, son durumu izledik; sonuçlar netleşiyordu ve Ali de gidişatı gördü, biraz önce ayrıldı.
Evet, Donald J. Trump seçimleri kazandı. 2024’ün çılgın küresel seçim yılı Trump’ın zaferiyle finalini yapıyor. Trump nasıl ve niye kazandı, Harris neden kaybetti? Bir cevap Demokrat Parti’nin ekonomiyi rayına oturtmuş olsa da toplumda ekonominin Trump tarafından çok daha iyi yönetileceğine dair bir algının devam etmesiydi. Bazıları Trump’ın sert siyasetinin Amerika’yı sarsan göç sorununu da çözeceğine inanıyordu. Aynı zamanda dünyaya barış getirecekti. Harris bu algıları yıkamadı.
Diğer yandan, yukarıda özetlediğim gibi, ABD’nin tarihsel kırılmalarının, fay hatlarının hareketlenmesi ve depreme dönüşmesi Trump’ın zaferinde açıklayıcı olabilir.
Ama sanırım daha büyük, daha dramatik bir hikaye var. Belki de 2024 ile birlikte iki yüz yıllık bir dönemin sonuna geldik. Temsili demokrasi, evrensel insan hakları, hukuk devleti, liberalizm, sosyalizm, kapitalizm, uluslararası kurumlar ve uluslararası hukuk... 19’uncu yüzyılda ortaya çıkan ve 200 yıl boyunca içinde şekillendiğimiz o dünya bitiyor ve belirsizliklerle devam edecek yeni bir döneme giriyoruz. 2024 dramatik seçim yılı bende bunu düşündürüyor. Tarih buradan sonra ne yöne akar? ABD’deki bu gelişme, küresel anlamda zaten kriz içindeki kurumları, inanç sistemlerini ve referansları daha da altüst edecek.
Bu duruma şöyle de bakabilirsiniz: İsrail-Filistin savaşı (ya da 7 Ekim sonrası İsrail’in soykırım yapmayı göze aldığı Filistin saldırısı) zaten var olan düzenin içinde yaşadığı varoluşsal krizin şiddetin pornografikleştiği bir semptomuydu. Soğuk Savaş sonrası ABD liderliğinde kurulan düzenin son çivisini de bir Amerikalı, Trump çakıyor… O zaman “Bırakalım yıkılsın, başka bir dünya kurulur elbet!”
Böyle düşünenlere sempatim yok değil. Neticede tarihçi olarak, hayatın ritmi, gerilimler, belirsizlikler ne kadar hızlanırsa, benim mesleki keyfim de o kadar artar. Ama sanırım içine girdiğimiz bu dönem, insanlığın son iki yüzyıldaki kazanımları adına en azından benim yaşam sürem içinde olumlu sonuçlar doğurmayacak. İnsanlığın gelişimine, doğayla barışık yaşamaya, eşitliğe, özgürlüğe, dayanışmaya ve evrensel değerlerin önemine inanan biri olarak bu yıkılışın önümüzdeki dönemde hayırlara vesile olacağı kanısında değilim. Yanlış anlaşılmasın; sonuç farklı olsaydı her şey çok iyi olacaktı demiyorum. Ama muhtemelen mücadele edebileceğimiz bir alanımız olacaktı. Bugün o alan da ortadan kayboluyor, ya da iyice daralıyor olabilir.
Yaşayıp göreceğiz.