15 Ocak 2025, Çarşamba Gazete Oksijen
13.12.2024 04:30

Bu fırtına kolay dinmez

Suriye’de PKK ile akrabalığını saklamayan Kürt entitesi hiç de sahayı terk edecek gibi gözükmüyor. Bahçeli’nin İmralı açılımı vesaire bu işi çözecek çapta girişimler değil

Ayrıca Suriye’de olası bir İslamî devrimin Türkiye’deki yankılarını bir düşünsenize... Gelişen olaylar Türkiye’deki aktörlerin ufuklarının çok ötesinde gibi geliyor bana


2024 yılının Trump’ın geri dönüşü ve bunun küresel dalgalanmalara yol açacağı beklentisiyle sona ereceğini düşünüyordum. Ancak yıl “Suriye Devrimi” ile son buluyor. Henüz bu devrimin niteliği veya sonuçları net değil. 1963’te kurulan Ba’as rejimi, Türkiye dahil birçok aktörün rol oynadığı, 600 bine yakın insanın öldüğü ve milyonlarca Suriyelinin ülkesini terk ettiği kanlı bir iç savaşın ardından çöktü. Yerine nasıl bir düzen kurulacağını öngörmek şu an imkansız. Ancak son haftalarda yaşananlar, yeni bir tarihsel kırılmanın işaretçisi. Suriye’deki gelişmeler, yalnızca bu ülkeyi değil, tüm Orta Doğu’yu ve dünya jeopolitiğini derinden etkileyebilir.

Bu sayfayı takip edenler, içinde bulunduğumuz dönemi bir tür “devrimler çağı” olarak tanımladığımı hatırlayacaktır. Siyasal, ekonomik, kültürel, teknolojik ve çevresel değişimler o kadar köklü ve dramatik ki, tarihin zor dönemlerini inceleyen bir tarihçiyi bile şaşırtıyor. Bu gelişmeleri inceledikçe, bazen ortaya çıkan risklerle dehşete düşüyor, bazen ise belirsizlik içinde yeni başlangıçların umuduyla heyecanlanıyorum.

Evet, bir “Devrimler Çağı" içindeyiz. Bu kavramı olumlu ya da olumsuz anlamda değil, kökten ve birbiriyle bağlantılı değişimlerin yaşandığı bir dönem olarak kullanıyorum. Bu değişimlerin bazıları hızla gerçekleşirken, bazıları hayatımıza derinden nüfuz ediyor. Eski kurumlar, anlayışlar ve dengeler çözülürken, yenilerinin oluşması için daha zamana ihtiyaç var. Bu fırtına hemen dinecek gibi görünmüyor.

İleriyi görebilmek için belli bir siyasal ve toplumsal istikrar, kitlelerin güven duyabileceği kurumlar ve uluslararası ortak vizyonlar gerekli. Teknolojik gelişmelerin ve çevresel krizlerin insanlığı nereye sürüklediğini anlamak ve bu süreci kontrol edebilecek araçları ve iradeyi geliştirmek de istikrar için şart. Ancak şu an bu koşullar henüz oluşmuş değil.

Suriye’de yaşananlar da sanırım bir tür devrim niteliğinde. Uzun bir tarihsel dönem kapandı. Evet, yerine ne konacağı belli değil ama yaşanacakların çok dramatik olacağına şüphe yok.

Biraz Suriye tarihi

Tarihi perspektifle başlayalım.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Şam, Halep, Zor, Kudüs, Cebel Lübnan gibi birimlerden oluşan bölgesi, 1920’de fiilen ve hukuken Osmanlı hakimiyetinden çıkar. 1919’da Şam’da toplanan büyük Arap Milli Kongresi’nin ardından, Arap Ayaklanması’nın lideri Haşimi ailesi, Faysal’ın önderliğinde bir Haşimi Krallığı kurar. Ancak bu krallık birkaç ay içinde sona erer ve bugünkü Suriye’nin batı kesiminde Fransız işgali başlar. Daha sonra Filistin İngiliz, Suriye ve Lübnan ise Fransız yönetimine girer. 1930’da Şam, Halep ve Zor vilayetlerinin birleşmesiyle, Milletler Cemiyeti gözetiminde, Suriye Cumhuriyeti yeni bir ülke olarak ortaya çıkar.

1918-1930 yılları arasında Orta Doğu’da sınırlar sürekli değişmekte ve yeni egemenlik alanları oluşmaktadır. Filistin, Ürdün, Lübnan ve Irak’ın kuruluş süreçleri oldukça karmaşık ve birbiriyle bağlantılıdır. Ancak bu gelişmeleri yalnızca 1916’da yapılan gizli Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi için yürütülen İngiliz ve Fransız emperyal mühendisliğine indirgemek doğru olmaz.
Bu dönemde, yüzyıllardır köklü bir güce sahip Azm ve Muradi gibi şehirli elitlerden bedevi aşiretlerine, kuzey kıyı şeridini kontrol eden Nusayri/Alevi topluluklardan güneyde etkili Dürzilere, iç bölgelerdeki Kürtler ve Türkmenlerden Katoliklere, Ermenilere ve yerli veya yeni yerleşimci Yahudi gruplarına kadar birçok aktör sahnededir. Bu gruplar kâh çatışmış, kâh müzakere ederek farklı projeleri gündeme getirmiştir. Sürekli değişen bu süreç, kongreler, anayasa metinleri ve farklı ideallerle şekillenen dinamik bir dönemdir.
Ayrıca, Kurtuluş Savaşı sırasında Suriye elitleri ile Ankara hükümeti arasında federatif projelerin tartışıldığını da biliyoruz. Bu durum, dönemin karmaşıklığını ve bölgenin çok yönlü yapısını anlamamız açısından dikkat çekicidir.

Müstemlekeden bağımsızlığa

Suriye’nin Fransa mandası altındaki dönemi oldukça ilginçtir. Fransa yönetimine karşı ayaklanmalar, Suriye elitleriyle yapılan anayasa müzakereleri ve uygulanamayan bağımsızlık anlaşmaları bu döneme damga vurur. 1930’lar, Şam ve Halep’te renkli bir kültürel hayata sahne olurken, 1938’de İskenderun Sancağı’nın önce Hatay Cumhuriyeti’ne dönüşmesi, ardından referandumla Türkiye’ye ilhakı, Türkiye ve Suriye’nin ortak tarihinin dikkat çekici bir örneğidir.

Belki de Suriye’nin Fransa mandası altındaki en ilginç dönemi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi kontrolündeki Vichy yönetiminin Suriye’deki varlığı ve ardından İngiliz-Avustralya ordusunun müdahalesiyle şekillenen olaylardır.

Fransızların 1946’da Suriye’yi terk etmesiyle başlayan süreçte, 1950’de kurulan Birinci (aslında ikinci olarak adlandırılması gereken) Cumhuriyet ve 1950-58 arasındaki İkinci Cumhuriyet denemeleri, numaralı Fransız cumhuriyetlerini andırır. Bu dönemde Suriyeli siyasetçilerin çoğu Osmanlı döneminde yetişmiş kişilerden oluşmaktadır.

1948’de İsrail’in kuruluşuyla sonuçlanan savaş, Birinci Cumhuriyet’in Irak, Mısır ve Ürdün güçleriyle Filistin’e girmesine ve ilk Arap-İsrail Savaşı’na sahne olur. Modern Suriye tarihindeki darbe süreci, İsrail’in kuruluşu sonrası 1949’da başlar. 1954’te Kürt kökenli general Edib el-Şişaklı’nın iktidardan indirilmesi ve öldürülmesiyle devam eden bu süreç, 1963’te Ba’as Partisi’ni iktidara taşıyan darbe, 1966’da yeni bir Ba’asçı kadronun yönetimi devralması ve 1970’te Hafız Esad dönemini başlatan darbe ile şekillenir.

Ba’as sosyalizmi

1956’daki Süveyş Krizi sonrasında Sovyetlerin Orta Doğu’ya yönelik politikası somutlaşır. Bu dönemde Arap dünyasında Nasır’ın liderliğindeki Arap milliyetçiliği güç kazanırken, Suriye’nin Sovyetler ile yakınlaşması dikkat çeker. Aynı dönemde Türkiye NATO’ya girmiş, Kore Savaşı’na katılmış ve Demokrat Parti döneminde ABD ile yakın ilişkiler kurarak NATO’nun en güçlü savunucularından biri haline gelmiştir. Türkiye, Bağdat Paktı aracılığıyla NATO’ya yakın bir Arap-Türk-Pakistan ittifakı oluşturmaya çalışırken, 1957’de Sovyetlere yakınlaşan Suriye ile ciddi bir kriz yaşanır. İki ülke sınırlarına asker yığar, hatta savaşın eşiğinden dönülür. Aynı dönemde Suriye ve Mısır, Sovyetlere göz kırpan bir Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma girişiminde bulunur, ancak bu girişim kısa sürede başarısızlıkla sonuçlanır.

Kobani savunması, Kürt hareketi için uluslararası düzeyde büyük sempati yaratan bir dönüm noktası oldu. Bu arada Türkiye’ye büyük bir göç dalgası başladı. Türkiye artık Suriye’nin içindedir, Suriye de Türkiye’nin içinde

1963’te Suriye’deki Sosyalist Ba’as Partisi’ne bağlı askerlerin (Muhammad Umran, Salah Cedid ve Hafız Esad’ın liderliğinde) gerçekleştirdiği darbe, Arap Birliği kurma projesini tamamen sona erdirir. Aynı yıl Irak’ta da bir Ba’as darbesi gerçekleşir. 1960’lar, Ba’asçı Arap sosyalizminin güç kazandığı yıllardır. “Yeniden doğuş” anlamına gelen Ba’as hareketi, yalnızca Suriye ve Irak’ta değil, Ürdün, Filistin, Yemen, Sudan, Tunus ve Moritanya gibi ülkelerde de etkili olur.

Pan-Arabizm akımları içinde en uzun soluklu olanı Ba’asçılıktır. Nasır’ın temsil ettiği Arap milliyetçiliğinden daha kapsamlı olan bu hareket, Marksizm’den etkilenmiş, devletçi modeli Sovyetler’den almış ancak Michel Aflak gibi düşünürlerin etkisiyle sosyalizmi, Müslüman ve Hristiyan, şehirli ve bedevi tüm kesimleri kapsayan Pan-Arap bir ideal ile birleştirmiştir. Ba’as hareketi özellikle Suriye ve Irak’ta güçlü tek parti yönetimleri kurmuş, bu yönetimler istihbarat ağlarıyla kendilerini korumaya çalışırken, sürekli iç çekişmeler, darbeler ve siyasi cinayetlere sahne olmuştur. Zamanla belli ailelerin ve grupların kontrolüne geçen bu tek parti rejimleri giderek korkunç bir nitelik kazanır.

Yine de Ba’as deneyimini tamamen olumsuz bir tabloya indirgemek doğru olmaz. Tüm çelişkileri ve devlet terörüne kayan dinamiklerine rağmen, bu rejimler 1960 ve 70’lerin dünya koşullarının birer ürünüdür. Suriye ve Irak’ta bugün büyük ölçüde yok edilmiş olan maddi ve eğitim altyapısı bu rejimler döneminde şekillenmiştir. Ayrıca, Ba’as rejimleri ideolojilerinin merkezine İsrail ile mücadeleyi yerleştirmiştir. 1967, 1973 ve 1982 Arap-İsrail savaşları ve bu yıllarda Suriye-İsrail rekabeti aynı zamanda sosyalist eğilimleri olan Ba’asçılıkla benzer eğilimleri olan Siyonizm’in mücadelesi olarak değerlendirilebilir.

Esad Hanedanı

1970’te Hafız Esad’ın darbesiyle, Esad ailesine mezhepsel bağlılık duyan Nusayriler, Halep’teki Sünni burjuvazi ve Hristiyanlardan oluşan bir ittifak Suriye ve Ba’as rejimine hakim olur. Soğuk Savaş sonrası Sovyet desteğini kaybeden Suriye, Mısır’daki Enver Sedat’ın yolundan gitmez, ancak Beyrut üzerindeki etkisini artırır. 1980’lerden itibaren Türkiye ile su meselesi ve Kürt sorunu üzerinden gerilimler yaşar. PKK’nın Filistin Kurtuluş Örgütü ve Arap hareketleriyle bağları, Suriye’nin kontrolündeki Beka Vadisi’nde örgütlenmesini kolaylaştırır. Her ne kadar Suriyeli Kürtlerin kolektif hakları tanınmasa da Abdullah Öcalan 1990’lar boyunca Şam’da korunur. Bu dönem, bugün Fırat’ın doğusunda etkin olan Kürt varlığının temelinin atıldığı yıllardır. 1990’ların sonunda PKK meselesi, Türkiye ve Suriye’yi bir kez daha savaşın eşiğine getirir. 1998 Adana Mutabakatı ile gerilim çözülür; Suriye rejimi Öcalan’ın ülkeden ayrılmasını ister ve bu süreç, Öcalan’ın ABD desteğiyle Türkiye’ye teslim edilmesine yol açar.

Pan-Arap milliyetçi sosyalizmi hem Siyonizm’le olduğu kadar İslamcılıkla da çatışma halindedir. Suriye’de İhvan, 1960’lardan beri yasaklıdır. 1982’deki Hama İsyanı, Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat’ın komutasındaki ordu tarafından şiddetle bastırılır ve bu, İslamcılar ile Esad ailesi ve Ba’as Partisi arasında kalıcı bir kan davasına dönüşür. 2011’de başlayan Suriye isyanı, bir anlamda İslamcılar için 1982’nin rövanşıdır. İslamcıların perspektifinde, 1982 aynı zamanda Nusayriliğin Sünni çoğunluğa düşmanlığının simgesi olarak görülür. Ancak gerçek çok daha karmaşıktır.

Hafız Esad’ın 2000’de ölümü ve aslında siyasi bir kariyer düşünmeyen göz doktoru küçük oğlu Beşar Esad’ın başkan olması, Suriye’de reform beklentilerini artırır. Bu dönem, Erdoğan ve Esad aileleri arasındaki yakınlaşmayla devam eder. Batı’da Erdoğan, Türkiye’de askeri vesayeti sonlandıran ve İslam’la demokrasiyi barıştıran bir lider olarak görülürken, Beşar Esad ve İngiltere doğumlu eşi Esma, Saddam Hüseyin’den farklı olarak, Suriye’yi demokratikleştirebilecek bir çift olarak değerlendirilir.

Arap Baharı ve iç savaş

2011’de Arap Baharı’nın kana bulandığı Suriye olayları, Beşar Esad’ın rejimi değiştirebilecek ne güce ne de isteğe sahip olduğunu ortaya koyar. Türkiye ve ABD’nin müdahil olmasıyla rejimin kontrolsüzce yıkılma ihtimali doğar. Türk liderler, birkaç hafta içinde Emevi Camii’nde namaza duracaklarını ilan eder. Bu tehditlere karşı Esad, idare ve ordu içindeki Nusayri gücünü katılaştırırken, ABD merkezli dünya düzenini reddetmeye hazırlanan Putin’in Rusyası ve İran’a yaklaşır. Lübnan Hizbullah’ı da bu dönemde en güçlü dönemlerinden birini yaşamaktadır. Reformu kendisi ve tabanı için riskli gören Beşar, Soğuk Savaş’ı andıran İran-Rusya ve Hizbullah’ı kapsayan yeni bir ittifak seçeneğine yönelir.

İhvan sonrası İslamcılık, önce El-Kaide’yi, ardından IŞİD’i doğurdu. IŞİD, kısa sürede Suriye’de etkisini artırdı. 2012’den sonra ABD, Kürtlerle IŞİD arasındaki savaşa dahil olur. IŞİD’le mücadele eden ve PKK’ya yakın olan Suriye Kürt hareketi, Türkiye’yi bir ikilemde bırakır. Kobane olayları, Türkiye’de Kürt barış sürecinin sona ermesiyle sonuçlanır. Bu süreçte, Yezidiler gibi IŞİD’in zulmüne uğrayan gruplar da Suriye ve Türkiye Kürtleri arasındaki yakınlaşmaya dahil olur.

İslamcı bir örgüt (HTŞ) İsrail’in dolaylı (bazen de direkt) desteği ile Suriye’de rejimi yıktı. Türkiye ve Erdoğan yeni durumda prestij kazanmış olsa bile Türkiye’nin çelişkileri ortada duruyor

Kobani savunması, Kürt hareketi için uluslararası düzeyde büyük sempati yaratan bir dönüm noktası oldu. Bu arada Türkiye’ye büyük bir göç dalgası başladı. Türkiye artık Suriye’nin içindedir, Suriye de Türkiye’nin içinde.

2011 sonrası Suriye meselesi, rejim, Kürtler, El-Kaide’nin devamı olan gruplar (HTŞ gibi), IŞİD, Dürziler, Türkiye’nin desteklediği güçler, Rusya ve ABD arasında karmaşık bir çatışma ağına dönüşür. Fırat’ın doğusu-batısı, Golan’ın güneyi-kuzeyi, tampon bölgeler, Rusya-Türkiye-ABD gerginlikleri derken 2024’e geldik. Bu süre zarfında 600 bin insan hayatını kaybetti, 7-8 milyon kişi ülkesini terk etti. Suriye’nin altyapısı çöktü, kültürel hazineleri yağmalandı ve ülke silahlarla dolup taştı (2011-24 arasını atlayalım. Bu konuda Fehim Taştekin ve Gönül Tol iki önemli otoritedir. Onları takip etmek bir tarihçinin analizlerinden daha anlamlı olabilir).

Suriye ve gelecek

Ben son olarak gelinen nokta hakkında birkaç şey ifade edip, bu yazıyı bitireyim. Evet, El-Kaide’nin ve farklı cihatçı grupların devamı olup, sonra belli ki kendini reforme eden ve düzenli bir orduya dönüşen HTȘ’nin başlattığı operasyon sonucu Suriye rejimi direnmeden çöktü. Bu olay Hamas’ın başlattığı ve İsrail’in çok kanlı şekilde cevap verdiği Hamas-İsrail Savaşı'ndan çok ayrı düşünülemez zira İsrail’in Hizbullah’ı adeta dağıtan ve İran’ı küçük düşüren operasyonları olmasa HTŞ’nin rejim karşısındaki bu üstünlüğü mümkün olamazdı. Bu da ilginç bir paradoks ile karşı karşıyayız demektir. İslamcı bir örgüt İsrail’in dolaylı (bazen de direkt) desteği ile Suriye’de rejimi yıktı. Şimdi İsrail Suriye’nin askeri üstlerini ve altyapısını hedef alıyor. İyice güçten düşmüş, toparlanması çok zor olan bir Suriye’yi öngörüyor.

Batı basınında HTȘ’nin bu hızlı başarısının gizli kahramanlarından biri olarak Erdoğan gösteriliyor. “Erdoğan Esad’a geçen yaz gel barışalım demişti. Esad kabul etmedi. Bunun sonucu Erdoğan HTȘ’ye ve Türkiye’nin kontrolündeki unsurlara yeşil ışık yaktı.” Bu tez çok yanlış gözükmüyor. Ama tabi Türkiye ve Erdoğan yeni durumda bir prestij kazanmış olsa bile Türkiye’nin çelişkileri ortada duruyor. Suriye’deki PKK ile akrabalığını saklamayan Kürt entitesini Türkiye bir tehdit olarak görüyor, ama gelinen durumda ABD’nin desteğini alan ve güçlü bir sosyal tabanı olan bu entite hiç de sahayı terk edecek gibi gözükmüyor.

Bahçeli’nin İmralı açılımı vesaire bu işi çözecek çapta girişimler değil. Türkiye’nin uluslararası hale gelen Kürt meselesini “çözmesi” (ne demekse!) için çok kapsamlı, çok tarihsel bir proje gerekiyor. Bugün Türkiye’de iktidardaki (çok zikredilen ‘devlet aklı’ dahil) ve muhalefetteki aktörlerin (DEM Parti dahil) kapasitesi böyle bir projeyi tasarlamak için yeterli gözükmüyor.

Ayrıca Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkileri bir yana, Suriye’deki dinamiklerin Türkiye’deki etkilerini düşünmek gerekiyor. Mesela Suriye’de olası bir İslamî devrimin Türkiye’deki yankılarını bir düşünsenize... Yani Türkiye’nin önünde öyle çok da olumlu bir tablo yok. Gelişen olaylar Türkiye’deki aktörlerin ufuklarının çok ötesinde gibi geliyor bana.

Rusya, ABD, İran... Bunları tartışmaya devam edeceğiz. İran’ın ve Rusya’nın kaybı çok dramatik gibi gözüküyor. İran’da iç çatışma ve rejimin devrilme senaryoları bana çok saçma gelmiyor. Rusya ise Akedeniz’deki tek müttefikini kaybediyor. Rusya’nın bu 200 yıllık Akdeniz belasından (ya da sevdasından) kurtulması mümkün değil. Ama olmuyor işte!

Şimdi hep birlikte Trump’ı bekliyoruz. Ancak Trump’ın söylemlerinin aksine, ABD’nin Orta Doğu’ya daha güçlü bir şekilde dahil olacağını düşünüyorum.

Sonuç

Suriye’de bir devir kapandı. Ancak şunu tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor: Bu noktaya yüz binlerce insanın ölümü, milyonlarca kişinin göçü ve son derece kanlı bir süreç sonunda geldik. Şimdi ne olacağını öngörmek çok zor. Bu kadar kan bulaşmış, altyapısı çökmüş, farklı grupların kendi ordularını oluşturduğu bir coğrafyadan bir ülke, bir anayasa ve yönetim kurumları çıkabilir mi?

Örneğin, bu gruplar silahlarını bir milli orduya teslim eder mi? Toplumsal güvenin yeniden inşa edildiği ve ortak bir gelecek tahayyülünün ortaya çıktığı bir süreç başlar mı? Maalesef, şu an için bu ihtimaller uzak görünüyor. Ancak umuyorum ki gerçekleşir. Çünkü Suriye, muazzam tarihi, zengin kültürü ve büyüleyici tabiatıyla çok güzel bir ülke. Eğer Suriyeliler, tüm kesimleriyle birlikte, kapsayıcı, yaşanan acıları geride bırakıp, barış içinde yeni bir ülke kurma iradesi gösterebilirlerse, bunu başaracaklardır.

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu