08 Mayıs 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
30.06.2023 04:30

Bu yıl Stanford’da verdiğim bir ders: Celaleddin-i Rumi ve Hacı Bektaş Veli

Geçmişin yaşanmışlıkları kendi anlam ve bağlamları ile mümkün olduğu kadar ön yargısızca ama bir ciddiyet içinde okunmalı. Hem zevk almak hem hayret kapısını sonuna kadar açarak hayatta yeni manalar bulmak, aklımızın ve tecrübemizin ötesinde yaşanmışlıklar keşfetmek için...

Geçen bahar dönemi Stanford’ta İran ve Osmanlı dünyalarını bir arada inceleyen bir tarih dersi planlamıştım. Dersi Stanford kütüphanelerinin Orta Doğu küratörü sevgili meslektaşım Dr. Kioumars Ghereghlou ile verecektim. Kioumars kütüphaneciliğinin yanında dünyanın önde gelen Safavi dönemi İran tarihçilerindendir. Uzun süre Meşhet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra Amerika’ya gelmiş ve ikinci bir kariyere başlamış, veri bilimi okumuş, arkasından kütüphaneci olmuştu. Aslında ailesinin kökleri bizim Çukurova’ya çıkar. Ghereghloular Anadolu’yu 16’ncı yüzyıl başlarında terk edip Şah İsmail’e intisap eden Afşar bir süladen gelir. Onunla tanıştığımızda aile içinde Farsça’nın yanında eski Anadolu Türkçesi konuşulduğunu öğrenmiş ve çok şaşırmıştım. Artık Kioumars ile İngilizce’den daha çok, kâh 16’ncı asır Türkçesi, kâh Farsça konuşuyoruz iyi mi? Hem de Kaliforniya’da.

Kioumars ile Osmanlı-İran dersini tasarladığımızda ilk önce aklımızda 13’ten 20’nci asra, kronolojik bir şekilde bu iki dünyayı beraber anlamaya yönelik bir seminer tahayyül etmiştik. Ama dersin daha çok doktora öğrencilerinin ilgisini çektiğini görünce aklımıza başka bir format geldi. On hafta boyunca sadece iki metin üzerinden bir doktora semineri yürütmeye karar verdik. Biri Türkçe, biri Farsça iki metin üzerine duralım istedik. Ben uzun süredir Celaleddin-i Rumî’nin hayatını anlatan en önemli menkıbe, 14’üncü yüzyılda Ahmed Eflaki’nin Konya’da yazdığı Menâkıb-i Arifîn’i okumak istiyordum. Çok ilginç: Kioumars da Hacı Bektaş Veli Velâyetnâmesi’ni okumak istermiş meğer. E tamam dedim, gel bu iki metin üzerinden seminerimizi tasarlayalım!

Yakın ve uzak metin okuma

Tarih ve edebiyat tarihi ile ilgilenmeyenler muhtemelen bu metni okumadan kastımın ne olduğunu bilmeyebilir. Gelin kısaca bu sihirli işi anlatayım. Eski metinler üzerine çalışan bir tarihçi (ya da edebiyat ya da sanat tarihçisi) için hayattaki en keyifli faaliyetlerden biri kafa dengi bir grupla tarihsel bir metni ince ince okumaktır. Mümkünse orijinal yazma kopyalardan, saatler süren seminerlerde, metinleri cümle cümle (doğru) okuyup, anlatım içinde saklı manaları yorumlama ve farklı tarihi referans ile tartışma işi “anlama” odaklı tarihsel bilimlerin özüdür. Bizden uzak bir dünyanın metnini dilsel, filolojik, anlamsal ve bağlamsal özelliklerini en ince ayrıntılarına varıncaya kadar, zamanı dert etmeden, uzun uzun, sindire sindire tartışmak. Elde farklı sözlükler ve referans kaynakları ile okunan metnin yazıldığı, kopyalandığı (istinsah edildiği) ve okunduğu farklı dönemlerin dünyasına girmeye çalışmak, metin içinde kaybolmak. Bu faaliyete yakın okuma da denir.

Ben çok şanslıyım. Uzun mastır ve doktora öğrenciliklerim sırasında (1994-2008 arası) Halil İnalcık, Eric Ormsby, Talat Tekin, Özer Ergenç, Gilles Veinstein, Şinasi Tekin, Charles Donahue ve tabii doktora hocam Cemal Kafadar ile uzun saatler metin okumuş biriyim. Halil Hoca ile 15’inci yüzyılda kaleme alınmış ilk tahrir defterlerinden birini baştan sonra okumuştuk. Eric Ormsby ile İbn Haldun’un Mukaddime’si ve İbn Arabi’nin Fusüs’undan bölümler, Talat Tekin ile Oğuzname derlemeleri, Gilles Veinstein ile Cezayir Kanunnamelerini, Şinasi Tekin ile 15’inci yüzyıl beratlarını, Özer Ergenç ile onlarca şeriye sicili ve doktora yıllarımda yakın çalıştığım Orta Çağ Avrupa hukuku tarihçisi Charles Donahue ile Magna Carta ve Kanon hukuku okumaları ilk aklıma gelenler. Ama benim hem tarihçi, hem bir eğitimci olarak, düşünme ve ders verme yöntemimi şekillendiren 2006-07 yılında Harvard’ta Cemal Hoca ile yaptığımız, 14-17’nci yüzyıllar arası Yunus’tan Köroğlu’nda, Battalname’den Saltukname’ye, Nasreddin Hoca’dan Tifli hikayelerine belki devletin ve kanonun dışında kalmış metinler diyebileceğimiz külliyattan okuduğumuz, her hafta saatler süren o baş döndürücü seminerdi.

Arkasından öğretim üyesi olduktan sonra öğrencilerle ve/veya meslektaşlarla metin okuma işini ben de çok önemsedim, çok sevdim. Stanford’ta on yılda neler okuduk: Aşıkpaşazade, Katip Çelebi, Köroğlu, Aşık Mehmet, tabii ki Evliya Çelebi, 16’ncı asırda Müslüman olmuş bir papazın kurgu rüyalarından oluşan Papazname, bence erken modern dönemin en güçlü biyografilerinden biri olan Vekayi-i Baba Paşa, Nizam-ı Cedid layihaları, Çağatayca’dan Baburname, Farsça’dan Şerefname’den bazı bölümler, İmam Rabbani’nin Mektubat’ından rüya ile ilgili kısımlar, Karlofça Antlaşmaları, Naima Tarihi... İlk aklıma gelenler. (Geçen yaz Şirince’deki Arkhé yaz okulunda Naima Tarihi okuma dersi enfesti). Bir de Sevgili Fikret Yılmaz ile okuduğumuz Nizam-i Cedidcilerin birçoğunun 1807-1808’de Nizam-ı Cedid yıkıldıktan sonra oluşturulan mali kayıtlarını içeren 350 sayfalık koca bir maliye defteri var ki o ayrı bir çılgın iş.

Osmanlı maliye hat ve hesap tekniği olan siyakat yazısı ile kaleme alınan bu defteri okumak, çeviri yazısını ve edisyonunu yapmak beş seneyi aldı. Beş senelik bir metin okuma! Pandemi zamanı bitirebildik. Ve tabii yayınlayacağız.Bu faaliyetlere yakın okuma dedim. Bir de uzak okuma var. Son yıllarda o faaliyete de çok  kafayı taktım. Uzak okuma Stanford’ta büyük edebiyat tarihçisi Franco Moretti’nin formüle ettiği bir teknik. Yüzlerce hatta binlerce, hatta milyonlarca metni farklı bilgisayar programı ile otomatik olarak okuyarak, büyük metinsel veriler çıkarıp, metinleri ve aralarındaki ilişkileri o veriler üzerinden anlama faaliyeti. Atina Panteion Üniversitesi’nden meslektaşım Antonis Hadjikyriacou ile geliştirdiğimiz Tepedelenli Ali Paşa’nın daha çok Yunanca olan arşivini farklı uzak okuma yöntemleri ile analiz ettiğimiz Osmanlı Epir’ini Haritalandırmak projemiz Osmanlı tarihinde bu konuda öncülük eden projelerden biri oldu.

İki çılgın menkıbe ve 13’üncü yüzyılın muazzam kadrosu

Kioumars ile verdiğimiz seminere döneyim: Üç doktora öğrencimiz ve Stanford’ta eski Yunanca ve eski Farsça uzmanı olan bir meslektaş dersi takip etti. Dedim ya Celaleddin-i Rumî’nin (1207-1273) hayatını anlatan 14’üncü yüzyılda Ahmed Eflaki’nin (ö. 1360) Konya’da yazdığı Menâkıb-i Arifîn ve Hacı Bektaş’ın (ö. 1271?) ölümünden çok sonra menkıbelerin birleştirilmesi ile meydana gelen muhtemelen Sufli Derviş ya da Uzun Firdevsi tarafından 15 ya da 16’ncı asırda derlenen Hacı Bektaş Veli Velâyetnâmesi. Niye bu iki metni seçtik? Bunun birçok nedeni vardı. Aslında amacımız aynı dönem üzerinde bir Farsça bir Türkçe metni karşılaştırmalı olarak okumaktı.

Geçmiş yabancı bir ülkedir derler, ya bugün?

 

Ama bu iki metni seçince işin rengi değişti. İki metin 13’üncü yüzyıl Anadolusunun baş döndürücü karmaşasını ve düşünsel ve ruhani zenginliğini bize yansıtıyordu. O muazzam 13’üncü yüzyıl kadrosunu bir düşünsenize: Hacı Bektaş, Celaleddin-i Rumi, Tebrizli Şems, Sadreddin Konevi, Yunus Emre, Ahi Evran ve eşi (Hocamız Mikail Bayram’ın tezini kabul edersek) Bacıyân-ı Rum’un kurucusu Fatma Bacı, Hoca Nasreddin (belki Ahi Evran’la aynı kişi), Baba İlyas, Dede Garkın, Baba Resul, Sarı Saltuk, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hacı Bayram... Ve tabii uzun süre Anadolu’da yaşamış, İbn Arabi. İşte bu iki metin sadece Rumi ve Hacı Bektaş hakkında değil, 13’üncü yüzyılın muazzam kadrosu hakkında bize üzerine çok düşünülecek bilgiler ve yaklaşımlar veriyordu. 13’üncü yüzyılda çoğu Moğollardan kaçan ve Horasan’dan Anadolu’ya göçen insanların yüzyılıydı. Celaleddin-i Rumi ve Hacı Bektaş gibi Horosanîler Hristiyan ve Müslümanların yüz yıldır beraber yaşamaya başladığı Anadolu’ya göç etmişlerdi ve bu çok kültürlü yarımadaya çok geniş bir coğrafyanın tahayyülünü taşımışlardı. Aslında bu iki metinde birer göç metniydi.

Bu kadroya Moğolları ve Latinleri de ekleyin. 13’üncü yüzyılda Bizans ve Selçuklu devletleri arasındaki denge bozulmuş, Batı Anadolu ilk önce 4’üncü Haçlı Seferi ile Latinlerin, Doğu Anadolu 1250’lerle beraber Moğolların etkisi altına girmişti. Bizans Trabzon’a taşınmıştı. Kriz altındaki Kilikya Ermeni Krallığı Moğollarla ittifakları sonucu bir süre daha devam edecekti. Latinler ve Moğollarla beraber Anadolu Çin’den Avrupa’ya büyük bir jeopolitik depremin sahalarından biri olmuştu. Bu arada Anadolu’daki Moğol hakimiyeti Horasan, İran ve Irak’taki gibi yıkım getirmemişti. Evet, Anadolu’da siyasal birlik sağlamaya çalışan Rum Selçukluları bu sarsıntıyla beraber güçlerini yetireceklerdir. Ama işte tam da Osmanlı Devleti’ne kadar hiç bir otoritenin Anadolu yarımadasında (kıta mı deseydik) bir merkezi birlik oluşturamaması, hem siyasal hem düşünsel hem dini-ruhani birçok akımın görece rahatlık içinde bu coğrafyada filizlenmesine neden olmuştu. 13’üncü yüzyılın sihri tam da bu çok merkezlilikti.

İki tahayyül

İşte Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş, bu muazzam kadronun diğer oyuncuları gibi, bu demografik ve siyasal dönüşümlerle beraber her an her şeyin olduğu ve olabileceği, mucizeler ve kerametlerle dolu 13’üncü yüzyıl Anadolu’sunun düşünsel liderleriydi. Menâkıb-ı Arifîn ve Velâyetname işte bize hayal dünyamızın sınırlarını zorlayacak şekilde 13’üncü yüzyıl Anadolu’sunun tecrübesini ve zihin evrenini yansıtmaktaydı. Ama sadece bu değil. Bu iki büyük metin aynı zamanda birbiriyle rekabet içindeki Mevlevilik ve Bektaşiliğin ileriki yüzyıllar için kurucu metinleri olacaklardı. Aslında metinlerdeki farklılık bize bu rekabetin ipuçlarını vermekteydi:

Menâkıb-ı Arifîn büyük oranda bir şehir metniydi. Konya’da geçiyordu. Rumi’nin ailesi ve yakın dostlarının görece seçkin ve şehirli bir grup insanın tanıklığında zahirden batına zihni yolcuğunu, gün geçtikçe insanın aklını başından alan kerametlerini ve yüce bir ruhani mevkiye yükselişini anlatıyordu. Metin, Rumi’nin Mesnevi’si ve Divan-ı Kebir ile okununca, aynen bir siyer metni ya da hadis derlemesi gibi, bize o muazzam metinlerin “doğru” anlaşılmasına yardımcı olmak için yazılmıştı.

Velâyetnâme ise bambaşkaydı. Eflaki’nin metni ne kadar şehirli ve o şehre, büyük oranda Konya’ya merbut ise, Velâyetnâme o kadar hareketli, yerinde durmayan bir anlatıydı. Hacı Bektaş ve yoldaşları mesela Sarı Saltuk ve Ahi Evran zaman ve mekân içinde sürekli hareket halindeydiler. Kâh uçan seccadeyle, kâh bir ejderin sırtında, kâh göz açıp-kapama kerameti ile bir yerden diğerine, bir andan diğer ana geçişler insanın başını döndürüyordu. Menâkıb-ı Arifîn şehir ahalisi, mimarisi ve dokusu ile iç içeydi. Velâyetnâme ise dağlarda, bellerde, bağlarda, bazen gök yüzünde, bazen deniz yüzeyinde geçiyordu. Eflaki Farsça yazmıştı, Velâyetnâme ise Türkçeydi. Bu iki metni bir arada okumak iki Anadolu tahayyülüydü adeta.

Rekabet eden iki veli

(Bu iki muazzam metnin hikayelerinden alıntılar yapsam yerim kalmayacak. Okuyun lütfen. Bu arada Menâkıb-ı Arifîn’in Türkçe tercümesinin mevcut olduğunu söylememe gerek yoktu sanırım). Başka bir ilginç nokta ise bu iki şahsiyetin birbiri ile olan ilişkisi. Menâkıb-ı Arifîn’de Hacı Bektaş iki kere geçiyor. İkisinde de Rumi’nin ilginç bir eleştirisi var. Belki biraz küçümseme. Bir tanesi söyle: Rumi’nin bir müridi Hacı Bektaş ile karşılaşmasını anlatır. Hacı Bektaş’ın çok kerameti olduğunu ama beş vakit namaz kılmadığını ifade eder. Bunu Hacı Bektaş’a ifade ettiğinde Hacı Bektaş ona pınardan su getirmesini abdest alacağını söyler. Rumi’nin müridi suyu getirir. Hacı Bektaş’ın eline dökülürken Hacı Bektaş suyu kana çevirir. Bu Rumi’ye iletildiğinde Rumi bu suyun kana dönüşme kerametini abartılmış hatta gereksiz bulduğunu ima eder ve asıl mesele gerektiğinde suyu kana gerektiğinde kanı suya çevirmektir der. Ve simyanın mucizesini anımsatır. Ve tabii Moğolların Müslüman olmasında da benzer bir mucizeyi ima eder. Aynen bakırın altın olması gibi.

Velâyetname’de ise Rumi’nin zahirden batına geçmesi sonucu Konya ulemasının şikâyetlerinden bahsedilir. Konya alimleri Sultan Alaeddin’e Rumi’yi şikâyet ederler ama sultan bu konuda bir şey yapamayacağını söyler. Bunun üzerine alimler protesto ile şehri terk eder. Konya’da cuma namazını kıldıracak kimse kalmaz. Bu konu Hacı Bektaş’a iletilir. Hacı Bektaş yoldaşı Denizli’de bağ bekçiliği yapan Ahi Evran’ı işaret eder. Ahi Evran hızla, belki de uçarak, göç eden alimlerin yolunu keser. Onlara Konya’ya geri dönmelerini söyler. Alimler karşı koyar. Bunun üzerine Ahi Evran alimleri çamura saplar. Hareket edemezler. Tamam, Konya’ya döneceğiz derler. Ahi Evran alimleri serbest bırakır ama bakar ki, alimler yönlerini değiştirmezler. Yine çamura saplar. Bu böyle birkaç kere devam eder. Sonunda alimler Konya’ya dönmeyi kabul eder. Ama cuma günü bitmek üzeredir. Alimler ne fark eder ki derler, namaz kaçtı bir kere. Ahi Evran alimlerin gözlerini kapattırır. Onlar gözlerini açınca Konya’ya geldiklerini görürler, cuma namazı kılınır. Hacı Bektaş ve Ahi Evran, Rumi’ye rağmen, Konya’nın onurunu kurtarmıştır!

Biz bu metinleri nasıl okuyalım?

Dedim ya, 13’üncü yüzyılın muazzam kadrosu, baş döndürücü zenginlikte zihin dünyası... Binlerce mana yüklü söz, şiir ve hikâye! Ve yüzyıllar sonra okunmaya devam etmiş, zihinlere ve eylemlere esin kaynağı olmuş metinler. Ben tarihçiyim. Bu metinleri ince ince okuyup, anlam ve bağlamlarını bu yoldaki meslektaşlarla ve öğrencilerle uzun saatlerce tartışmak benim için en büyük haz. Ama tarihçi olmayanlar, onlar bu metinlerle ne yapacak? Şüphesiz Menâkıb-i Arifîn ya da Velâyetnâme aynı zamanda inanç metinleri. Bektaşilik ve Mevlevilik içinde insanların kutsiyet atfettikleri anlatılar. E peki Bektaşi ve Mevlevi değilseniz? Ya da Bektaşi ve Mevlevi bile olsanız, bu metinlere kutsiyet atfetmiyorsanız, bu muazzam metinleri nasıl okuyabilirsiniz?

Türkiye’de İslamiyet ve ruhaniyet yüzyıllar boyunca dönüştü. 16’ncı yüzyılda Osmanlı devleti yukarıdan aşağıya, 17’nci yüzyıldan itibaren Kadızadeliler ve Nakşibendi-Müceddidilik gibi farklı “püriten” akımlar aşağıdan yukarı, 19’uncu yüzyıl ortalarından itibaren yine devlet yukarıdan aşağı İslamiyet’i disipline etti, “hurafelerden temizledi”, büyük oranda Hanefilik-Maturîdilik esasında aklî ve naklî standart normlar oluşturuldu. Buna karşı gelişen tepkiler de benzer standartlaşmalara gittiler. Bu tek biçimciliğe uymayan metinler ve şahsiyetler ya unutturuldu ya da bir süre sonra kendi bağlamlarından çıkarıldı, zorlama yorumlarla “evcilleştirildi” ve topluma yeniden sunuldu. Türkiye’nin bugün yaşadığı ya da yaşamak zorundu olduğu İslam eleştirel bakmamız gereken belli bir tarihsel maceranın sonucudur.

İşte tam bunun için geçmişin yaşanmışlıklarını kendi anlam ve bağlamları ile, mümkün olduğu kadar ön yargısızca, ama bir ciddiyet içinde okunmasını önereyim isterim. Hem zevk almak hem hayret kapısını sonuna kadar açarak hayatta yeni manalar bulmak, aklımızın ve tecrübemizin ötesinde yaşanmışlıklar keşfetmek için. Yaşadığımız dünyanın yaşanmış dünyalardan sadece biri olduğunu bilerek ve bu mütevazilik içinde. Tüm dostların Kurban Bayramı’nı kutlarım.