18 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
22.10.2021 04:30

Cumhuriyet tarihi denemelerine giriş

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en belirsiz zamanlarından birini yaşıyor. 2002’den beri Cumhuriyet’in kuruluşundan kaynaklanan tarihî sorunlarını çözme iddiası taşıyan bir iktidar tarafından yönetilen Türkiye, geldiğimiz noktada, içinden çıkması çok zor bir buhrana sürüklenmiş gözüküyor. Buhranı nasıl açıklarsak açıklayalım, büyük bir ihtimalle bir dönemin sonuna yaklaşmış durumda ve yenisinin arifesindeyiz. Gerçi bu dönemin nasıl biteceği ve yeni bir dönemin nasıl başlayacağı hakkında büyük belirsizlik var. Zaten içinden geçtiğimiz dönemin bir buhran olmasının nedeni de bu belirsizlik

Geçen yazıda söz verdiğim gibi, bu haftadan itibaren bir süre cumhuriyet ve Cumhuriyet tarihi üzerine denemeler yazmaya başlayacağım. Uzun süredir kendime sorduğum soruları ve onlara verdiğim cevapları (aslında soruların büyük kısmına hâlâ cevap bulamadığımı not ederek) sizle paylaşmak istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti ve bir fikir, anlayış, duygu ya da ideal olarak “cumhuriyet” üzerine kafa yormak, soru sormak, bu sorulara cevap aramak özellikle içinden geçtiğimiz bu dönemde çok önemli diye düşünüyorum. Bu yazılar akademik nitelikli olmayacak elbette. Bunları, önceki yazılarımdaki gibi, bir tür tarih denemeleri olarak nitelendirebilirsiniz.  Peki bugün Cumhuriyet (Türkiye Cumhuriyeti) ve cumhuriyet (cumhuriyet düşüncesi) üzerine yazmak neden önemli? 

Buhran 

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en belirsiz zamanlarından birini yaşıyor. 2002’den beri, Cumhuriyet’in kuruluşundan kaynaklanan tarihî sorunlarını çözme iddiasını taşıyan bir iktidar tarafından yönetilen Türkiye, geldiğimiz noktada, içinden çıkması çok zor bir buhrana sürüklenmiş gözüküyor. Gerçi, 20 yıla yaklaşan bu dönemde, iktidarın ana merkezi aynı kalsa da, iktidar kompozisyonunda çok büyük değişiklikler oldu. Bu iktidarın gelmesinin ardından devlet içinde daha sonra neredeyse bir iç savaşa dönüşecek mücadeleler, sürekli değişen ve güvensizlik üzerine inşa edilmiş açık ve kapalı ittifaklar doğurdu. Devlet içindeki mücadeleler ve bunun sonucu iktidar kompozisyonundaki her kırılma aynı zamanda ülkeye baş döndürücü olaylar, şiddet dolu gelgitler ve zikzaklar, tasfiyeler ve çöküntüler yaşattı.  Özellikle 2013’ten sonra (2013’ü Gezi olaylarını düşünerek vurguluyorum, ama başka tarihler de önerebiliriz: 2008, 2011 ya da 2015) kırılmaların yoğunluğu arttı. İktidarın düşük faizli iç ve dış borçlanma, devletin belli gruplara kaynak ve gelir dağıtımına dayalı ekonomik modeli yavaş yavaş kendini tüketti. İktidarın gücünü devam ettirme yolu olarak gördüğü yoğun kutuplaştırma toplumsal barışı hiç olmadığı kadar zedeledi. Devletin içinde, hâlâ ayrıntılarını bilemeyeceğimiz mücadeleler sonucu ortaya çıkan 2016 darbe girişiminin ardından Türkiye bir rejim değişikliğine gitti. Halkın yarısının desteğini alan yeni rejim Türkiye’yi daha da içinden çıkılmaz bir hale soktu.  Bu süreç içinde, bütün eksikliklerine rağmen bence Türkiye’nin en değerli kurumsal birikimi olan parlamenter sistem tasfiye edilip ismini tam veremediğimiz yeni bir rejim kurulmaya çalışıldı. Bir lider ve yakın çevresi etrafında kümelenmiş çıkar grupları, güvensizlik üzerine inşa edilmiş açık veya kapalı ittifaklar ve bunlarla iç içe geçmiş partizan bir bürokrasiden oluşan bu yeni rejim, ülkenin dayandığı objektif ve kurumsal kriterleri iyice eritti. İnsanî ve doğal kaynaklarını, ekonomik birikimini ve ülke diplomasisini gücü tekelleştirerek iktidarda kalma mücadelesine kurban eden bir yönetim altında Türkiye adeta kendini yiyen bir organizmaya dönüştü. 

Yeniden kuruluş 

Bilmiyorum yukarıdaki satırlar, Türkiye’nin geldiği noktayı ne kadar hakkı ile tasvir ediyor. Belki bazı okurlar beni fazla karamsar bulacak. Bazıları ise geldiğimiz noktadaki buhranın sorumluluğunu başka dinamiklere atfedecekler. (Oksijen’de Nisan ve Mayıs aylarında Türkiye’nin son yirmi yılını incelediğim yazılarda yukarıda özetlediğim düşünceleri tarihsel bir çerçevede yazmaya çalışmıştım). Buhranı nasıl açıklarsak açıklayalım, büyük bir ihtimalle bir dönemin sonuna yaklaşmış durumda ve yeni bir dönemin arifesindeyiz. Gerçi bu dönemin nasıl biteceği ve yeni bir dönemin nasıl başlayacağı hakkında büyük bir belirsizlik var. Zaten içinden geçtiğimiz dönemin bir buhran olmasının temel nedeni de bu belirsizlik. Türkiye’de anayasal kurallar ve evrensel seçim hukuku normları içinde bir iktidar değişimi olabilecek mi?  Maalesef kimse bu soruya gönül rahatlığı ile “evet” diyemiyor. Hatta bu sorunun fazlaca vurgulanmasının veya böyle bir kaygının yaygınlaşmasının huzur ve hukuk içinde bir iktidar değişimini engelleyeceğini düşünenler var ki, belki de haksız sayılmazlar. Diğer yandan ABD’de 6 Ocak günü yaşananlar içinden geçtiğimiz bu ilginç dönemde demokratik hukuk devletinin yerleştiğini düşündüğümüz ülkelerde dahi seçimlerin ardından anayasal güç değişimlerinin çok sancılı olabileceği hakkında endişeleri arttırdı.   Bir şekilde iktidar değişikliğinin olduğunu düşünürsek, bizi daha da önemli bir soru bekliyor: iktidar değişiminden sonra Türkiye nasıl bir Türkiye olacak? Yeni gelen iktidar nasıl bir ülke devralacak ve ülkenin büyük oranda yerle yeksan olan parlamenter demokrasisini, kurumsal yapısını, toplumsal barışını ve diplomasisini nasıl kuracak? Burada, uzun bir zaman devam edecek bir kilitlenme ya da kaos ihtimalini (ki bu ihtimaller de az değil) bir kenara bırakırsak, iki alternatif var. Birincisi, yeni iktidar bir tür restorasyon hükümeti olacak ve bir anlamı ile geçmiş referanslar ile ülkeyi tekrar, bazı önemli değişiklikler ve reformlarla, eski kurumsal rayına oturtmak isteyecek ya da yeni iktidar içinden geçtiğimiz buhranı bir şans olarak değerlendirip cumhuriyetin kuruluşundan beri çözülememiş meselelerini çözmek ve kalıcı bir yeni rejim inşası için daha radikal projeler geliştirip, bu kapsamda toplumsal-siyasal mutabakat arayışlarına girecek (az bir ihtimal de olsa bu da yabana atılacak bir olasılık değil). İşte tam bu noktada, Cumhuriyet’i ve cumhuriyeti tekrar düşünmemiz ve yaşadığımız tarihsel deneyime yeniden anlam vermemiz gerektiğine inanıyorum. Malum, her büyük dönüşüm bir tarih anlayışı üzerine kendini inşa eder. Eğer, o tarih anlayışı, güçlü ve anlamıysa; evrensel bir çerçeveye oturuyorsa, insanları inandırıyor ve onlara umut veriyorsa ve en önemlisi, samimi bir hakikat arayışına hizmet ediyorsa, söz konusu dönüşüm kalıcı olur. Barışa, mutluluğa ve özgürlüğe hizmet eder. 

Tarih ve eleştiri

İşin doğrusu AKP/Erdoğan hareketinin (ve daha genel anlamda Türkiye’de İslamcı hareketin) en büyük sorununun, çok güçlü olduğunu düşündükleri tarihsel iddialarını tutarsız; derinliği, samimiyeti, iç eleştirisi ve evrenselliği olmayan bir tarih tezine dayandırmaları olduğunu düşünüyorum. AKP ve Erdoğan rejiminin tarih tezinin merkezinde yer alan Cumhuriyet eleştirisinin sadece siyasal iktidarın devamı için araçsallaştırılmış kaba bir eleştiri olduğu kanısında değilim. O eleştirinin, aynı zamanda Türkiye’nin bence son üç yüz yılda yaşadığı deneyimi anlamayan, dolayısıyla bugünün Türkiyesi’ni de kavramaktan uzak bir tarih anlatısından çıktığı fikrindeyim. Aslında son dönemde AKP’nin içine düştüğü şaşkınlığın nedeninin de bu anlayamama (idraksizlik) olduğunu sanıyorum.  AKP, Erdoğanizm ve bir yönüyle Türkiye’deki İslamcı hareketin tarih tezi hakkında ileride daha detaylı sohbetler ederiz. Ama burada şunu da ifade etmeliyim. Cumhuriyet de kuruluşunda tarih tezleri üretti, iddiasını onlara dayandırdı. Cumhuriyet özellikle 1925-50 arasında, oldukça ilginç müzakereler sonucu, farklı tarih tezleri arasında kendi iddiası için bir sentez üretti desek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım. Bu sentezin ne kadar tutarlı olduğu, ne kadar bir iç eleştiri barındırdığı; evrensel bir hakikat arayışına ve özgürlük ve mutluluğa ne kadar hizmet edip etmediğini tartışabiliriz. Tüm rezervlerime rağmen Cumhuriyet’in tarih sentezinin (diğer bir deyişle, Cumhuriyet’in kendini tarihi bir çerçevede konumlandırma şeklinin) oldukça güçlü olduğunu düşünüyorum. Bu sentez Türkiye’yi şu ya da bu şekilde, yirminci yüzyılın sonuna kadar taşıdı.  

Cumhuriyet’i yeniden düşünmek

Neden Cumhuriyet’in tarih sentezi bir noktada krize girdi, inandırıcılığını yitirdi ve AKP’nin tarih eleştirisi, tüm çarpıklığına ve miyopluğuna rağmen geniş bir kabul gördü? Bunu anlamak için 1980 Darbesi’nden bir süre sonra belirmeye başlayan yeni bir Cumhuriyet eleştirisinin nasıl 1990’larda akademide ve entelektüel sahada revizyonist bir tarih anlayışı ürettiğini incelemek lazım. (Benim de ODTÜ’de Uluslararası İlişkiler okurken, tarihçi olmaya karar vermem tam bu döneme rastlar.) AKP şu aralar “post-Kemalizm tartışmaları” olarak nitelendirilen tartışmalar ile yirminci yüzyılın başından beri gelişen İslamcı eleştiriyi bir şekilde sentezleyerek kendi tarihsel sentezini kurdu. Zamanla bu sentez “derinlik” iddiasında olan güçlü ama yüzeysel bir propaganda makinasının aracına dönüştü.  Sonuç olarak, önümüzdeki dönemde AKP/Erdoğan sonrası Türkiye’nin nasıl bir tarih anlatısı ve çerçevesi üzerine kurulması gerektiğini tartışmaya başlamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bu tartışma bir yönüyle yakın tarihin nasıl anlaşılması ve anlatılması gerektiği ile ilgili. Bu başlı başına çok çetrefilli bir mesele. Diğer yönüyle ise Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini yeniden düşünmek ile ilgili... Asıl önümüzdeki büyük mesele bu. İçine saplandığımız buhranı aştığımız takdirde, Türkiye kendini nasıl bir tarih anlatısı ile açıklayacak? İşte önümüzdeki yazılarda, ileriki dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin hikâyesini yeniden nasıl zihnimizde kurmalıyız, bunun yöntemi ne olmalı soruları hakkında bazı fikirleri sizle paylaşmak istiyorum. Yapmak istediğim bundan ibaret.  Haftaya 29 Ekim. Bu yazı, gelecek haftaki yazıya bir methal olsun. Renkli ve neşeli hafta sonları.
Soyutluk imgenin hikâyesini çoğaltmaz mı?
Soyutluk imgenin hikâyesini çoğaltmaz mı?
Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu