Öncelikle tüm okurların Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyorum. Önümüzdeki dönemde her yurttaşın kendini ulusal egemenliğin eşit paydaşı olarak saydığı; ayrıcalıkların ve ayrımcılığın olmadığı; bireysel ve sosyal adalet için çaba harcandığı ve tarihsel gerilim, çatışma ve mağduriyetlerin samimi bir ortaklaşma ile giderilmeye çalışıldığı bir Cumhuriyet dileğiyle başlayalım. İçinden geçtiğimiz dönemde, böyle bir dileğin gerçekleşmesi kolay gözükmüyor. Ama olsun; dileklerimiz tercihlerimizi yaparken bize yol gösterecektir. Geçen yazıda içinden geçtiğimiz siyasal, kurumsal, ekonomik, çevresel ve ahlâkî (burada özellikle kamusal ahlâkı kastediyorum) buhranın Cumhuriyet tarihini kapsamlı ve eleştirel bir şekilde yeniden düşünmemizi gerekli kıldığını vurgulamıştım. Türkiye bu buhrandan ne zaman ve ne şekilde çıkacak, huzur içinde bir iktidar değişimi olacak mı, kestirmek hiç kolay değil. Önümüzde çok zor geçecek en az iki-üç yıl bizi bekliyor. Bir iktidar değişikliği ile yeni bir döneme girildi diyelim, yeni iktidar nasıl bir Türkiye devralmış olacak, onu da kestirmek hiç kolay değil. Tahribatın çok derin ve yaygın olduğunu biliyoruz ama yine de boyutlarını öngöremiyoruz. Olası bir iktidar değişikliğinde, yönetimi devralacak yeni iktidarın Türkiye’yi adeta yeniden kurması, toplumsal sözleşmeyi, dağılmış kurumları, adaleti ve kamusal ahlâkî yeniden tesis etmesi aynı zamanda ekonomik krizi sonlandırıp, yaygınlaşan yoksulluğa çare bulması gerekecek. Böyle büyük bir işin altından kalkacak bir siyasi irade ve kadro var mı? Ama ben başka bir noktanın altını çizmek istiyorum: Bu kapsamlı yeniden inşa girişiminin ancak Türkiye’nin nereden nereye geldiği, Cumhuriyet’in tarihi macerasında nasıl oldu da böyle bir kurumsal ve ahlâkî çöküşe sürüklendiği konusunda kapsamlı bir tartışma ile mümkün olacağını düşünüyorum. Erdoğanizmin ve farklı bileşenlerden oluşan iktidar ittifakının ülkenin kurumsal alt yapısını yıkarak, demokrasi hafızasını silmeye girişerek ve hatta kutuplaşmayı toplumu bir arada yaşama arzusunu ortadan kaldıracak şekilde bir siyasi araç olarak kullanarak nasıl Türkiye’ye hâkim olmaya çalışması yanında, ülkenin nasıl oldu da böyle bir mecraya saptığının anlaşılması gerektiğini vurguluyorum. Ancak Türkiye’nin bu yola nasıl saptığı, bunun kaçınılmaz biri son mu, yoksa tesadüflerle örülü bir talihsizlik mi olduğuna cevap bulduğumuz takdirde, Cumhuriyet’i yeniden kurabiliriz. Geçen hafta başlayıp, bu ve gelecek haftalarda devam edeceğim Cumhuriyet denemelerinin böyle bir tartışmaya mütevazı bir katkı olarak değerlendirileceğini umuyorum.
Kriz ve tarih
İçinde yaşadığımız buhranın nasıl tanımlanacağı, neden ve nasıl ortaya çıktığı, yerel ve küresel bağlamı ve uzun erimli etkilerinin ne olacağı ileride çok tartışılacak. Ama şimdi şu basit soruyu soralım: Yaşadığımız bu buhranın zamansal bağlamı nedir? Hangi zaman dilimi içinde bu krize anlam vermeliyiz? Geldiğimiz çöküntü içinde Cumhuriyet’in kuruluşunu da kapsayan üç-dört asırlık uzun tarihin bir sonucu mudur? (Ya da bu uzun tarihin sürekli tekrar eden fazlarından biri midir?) Diğer bir deyişle, Türkiye, tarihinin derinliklerinden gelen yapısal nedenlerden dolayı bir türlü aşamadığı bir kapanın içinde mi dönüp dolaşıyor? Yoksa, bu kriz geç dönem Osmanlı reformlarının ve kanlı çöküşün arkasından kurulan yeni Cumhuriyet’in çözemediği toplumsal gerilimlerin ve kurmakta başarılı olamadığı kurumsal yapının kaçınılmaz bir neticesi midir? Kuruluştaki sorunlar halledilirse acaba bu kapandan çıkmak mümkün mü? Ya da daha da yakına mı gelmemiz gerekli? Bu buhran Soğuk Savaş’taki gelişmeler ve Soğuk Savaş’ın arkasından bir türlü kurulamayan ‘Yeni Dünya Düzeni’nin, yani yakın küresel tarihin, Türkiye’deki bir tezahürü müdür? Bu sorulara cevap vermek kolay değil. Ama yine de sanırım üçüncü şık, yani içinden geçtiğimiz kriz Soğuk Savaş’taki gelişmeler ve ardından bir türlü kurulamayan Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye’deki bir tezahürü olduğu tezi bana en doğru şık gibi geliyor. Evet, içinden geçtiğimiz durumu en iyi açıklayacak bağlamın Soğuk Savaş ve sonrasındaki gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Bugün Türkiye’yi oluşturan kurumların, anlayışların ve içinde debelendiği birçok meselenin hikâyesi, 1950 sonrası Türkiye’nin geçirdiği radikal dönüşümlerle ilgili: Türkiye’de çok partili hayatın gelişimi, bu partilerin ideolojik formatları ve parti siyaseti; ordu ve bürokrasinin yapısı; dini cemaatlerin partilerle olan ittifakı ve bürokrasideki kadrolaşması; ithal ikameci ekonomik modelden neoliberal modele geçiş (geçemeyiş) ve ardı ardına gelen krizler... Ve tabii küresel düzeyde Soğuk Savaş sonrası ABD’nin liderliğinde liberal iyimserlik ve bu iyimserliğin 11 Eylül’den sonra dağılması, Orta Doğu savaşları, küresel ekonomik krizlerle eş güdüm içinde gerçekleşen dijital devrim, Çin’in ve otoriter-popülist liderliklerin yükselişi... Listeyi uzatabiliriz.
Cumhuriyetin yakın tarihi
Söylemeye çalıştığım, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı girdabı, Soğuk Savaş ve sonrasındaki gelişmeleri atlayıp, Osmanlı ya da erken Cumhuriyet tarihi ile anlamaya çalışmanın oldukça talihsiz bir yaklaşım olduğudur. Yine vurgulayalım: Bugünün Türkiye’sinin hikâyesini, öncelikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tarihi - hem ulusal hem de küresel çerçevede - konumlandırmak gerekmektedir. Meseleleri açıklayıcı çerçeve ilk önce yakın tarih olmalıdır. Bu sadece yakın tarihin yakın olmasından kaynaklanmıyor. Bu aynı zamanda yakın tarihteki dönüşümün çok radikal olmasından, hala tecrübe ettiğimiz kurumları ve anlayışları şekillendirmesinden kaynaklanıyor. İşin kötü tarafı, Türkiye üzerine çalışmaların en geri kalmış bölümü 1950 sonrası Modern Türkiye tarihi gözükmektedir. 1950 sonrası gelişmeler tarihçilerden ziyade siyaset bilimcilerin ve sosyologların çalışma alanı olarak tanımlanıyor. Tarihçilik ise, çok az istisna dışında, 1950 sonrasını nedense tarih olarak bir türlü gör(e)müyor. Daha da ilerisini ifade edersek, Türkiye’yi inceleyen tarihçilik, büyük oranda, geç Osmanlı/Yıkılış/Kuruluş/Erken Cumhuriyet ile 1980 sonrası Türkiye arasında dolaysız bir bağ kuruyor (Bakınız: 1980’lerden beri büyük bir külliyata dönüşmüş İttihat Terakki ve Kemalizm çalışmaları). Bu yaklaşımlar günümüz Türkiye’sini büyük oranda şekillendirmiş 1940-80 arasındaki dönemi tabiri caiz ise unutuyor, unutturuyor. AKP yıllarındaki tarih tartışmalarına bir göz atmanız yeter: Soğuk Savaş dönemi üzerine hiç düşünülmezken, uzun ve bıktırıcı Abdülhamit, İttihat ve Terakki, Kemalizm tartışmaları... (Bu, bir anlamda Osmanlı tarihçiliğine uzun yıllar hâkim olan, 15-16 ve 19-20’nci yüzyıllar merkezli tarih yazımına benziyor. Osmanlı tarihçiliğinde 17 ve 18’inci yüzyılların İmparatorluk tarihinin biri en yüksek noktası, diğeri ise çöküşü arasına sıkışmış iki yüz yıllık “gerileme” dönemini, kendi kendine çok da manası olmayan bir dönem olarak nitelendirilmesi gibi.) Evet, yapılması gereken öncelikli şeylerden biri Cumhuriyet’in yakın tarihini hem yerel hem küresel bağlamında, tüm karmaşıklığı ve bütünlüğü içinde çalışmaya hız vermek olmalı. Ancak böylece, içinde debelendiğimiz krizinin bağlamının bu coğrafyanın makûs tarihinde mi, İmparatorluğun kanlı ve günah dolu çöküşünde mi, kuruluştaki yanlış tasarımda mı, yoksa çok derin, kapsamlı ve niteliksel dönüşümlerin olduğu yakın tarihte mi aramamız gerektiğini anlayabiliriz.
Cumhuriyet’in uzun tarihi
Yani, İçinden geçtiğimiz buhranı, 1950’den sonra Türkiye’yi şekillendiren birçoğu küresel gelişmeleri atlayarak, yıkılış/kuruluş dönemi ile açıklamak en basit ifade ile hipermetropluktur.O zaman şöyle ifade etsek daha doğru olur: Yakın, orta ve uzun tarih arasında nitelikli bir ilişki kurarak, geldiğimiz noktaya hipermetrop (uzağı görüp yakını göremeyen) ya da miyop (yakını görüp, uzağı göremeyen) tarihî (ve aslında siyasî) lenslerle bakmaktan kaçınmalıyız. Şimdi ise yukarıda söylediğim şeylerle ilk okunduğunda çelişir gibi gözükecek ama aslında çelişmeyen başka bir Cumhuriyet bağlamı önermek istiyorum. Şu soruyu sorayım kendime: Eğer ben bir Cumhuriyet tarihi yazmaya karar verseydim, nereden başlardım? Cevabım muhtemelen (Niyazi Berkes’i takip ederek) 17’nci yüzyıl sonlarından olacaktır. Evet, her ne kadar, içinde bulunduğumuz bu krizi anlamamız için Osmanlı İmparatorluğu ya da Kemalizm’den önce Soğuk Savaş ve sonrasının yakın tarihini çalışmamız gerekiyor diyorsam da, Cumhuriyet’i yaratan tarihi dönüşümü bir bütünlük içinde anlamak için, sanırım çok daha geniş bir zaman dilimi içinde yeni bir bağlam düşünmeliyiz. Cumhuriyet’in kuruluşu ve evriminin kodları son dönem Osmanlı reformları, büyük çöküş ve kuruluş ile anlaşılması imkan dahilinde olmayacak kadar derinlere gitmekte. Hadi birkaç örnek vereyim: Mesela 18’inci yüzyılda İmparatorluğun büyük kısmında gördüğümüz yerel mâli pratiklerin içinde gelişen ahalinin yerel işleri yürütecek liderleri bir tür seçimle belirlemesi pratiği, Tanzimat döneminde yerel yönetimlerde oy çoğunlu ile seçim ilkesini doğurmuş; daha sonra pratikler tüm İmparatorluk sathında Meclis seçimlerine dönüşmüş; oradan Modern Türkiye’de, “gizli oy açık sayım” anlayışının yerleşmesine kadar bir evrim geçirmiştir. Evet, sırf seçim pratiklerine bile baksanız, çok gerilere giden bir tarih yazmanız mümkün. Seçimler gibi, başka birçok meselede Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi tarihinin zamansal çerçevesini genişletebilirsiniz. Gezi Direnişi diyoruz: Gelin Osmanlı İstanbulu’ndaki isyanlara bir bakalım, ne göreceğiz? Ya da toplumsal muhalefet diyoruz. O zaman, hadi İmparatorluk’taki farklı dinî ve sosyal muhalefet pratiklerine bakalım? (Cumhuriyet ve demokrasi tarihini devleti kuranlar ve yönetenlerin zaviyesinden daha çok, muhalefet açısından yazmak gerekmiyor mu?) Kamusal ahlâkın evrimine bakarsak, Osmanlı devlet geleneği içinde kamusallığın zedelendiği, nepotizmin yaygınlaştığı üzerine çok keskin bir eleştiri geleneğinin 16’ncı yüzyıl sonlarından beri İmparatorluğun reform projelerine ruh verdiğini görebiliriz. Ya da laiklik tecrübesini kamusal hayatla dinî hayatın ayrışması olarak nitelersek, 16’ncı yüzyıldan başlayarak, İmparatorluğun birçok şehrinde dinî sosyal mekanların yanında, başta kahvehaneler olmak üzere, dünyevî sosyal mekanların hızla yaygınlık kazanması ile bağlantılı bir şekilde neden düşünmeyelim? Böylece Osmanlı dünyasında dinî hiyerarşilerin yeni sosyal hiyerarşiler karşısında irtifa kaybını daha iyi anlarız. Ya da Osmanlı anayasal tarihini 1808 yılında yerel güçlerle devlet elitleri arasında imzalanan Sened-i İttifak’la başlatmak yerine, Sened-i İttifak’a ilham veren insanların birbirine müteselsilen kefil olarak güven tesis ettikleri 18’inci yüzyıl ortalarında yaygınlaşan yerel sözleşmelere neden biraz olsun itibar etmeyelim.
Ötesine nasıl gidilir?
Bu örnekler çoğaltılabilir. Sanırım amacım Cumhuriyet’i yeniden düşünmenin imkanları üzerine kafa yormak ve Cumhuriyet tarihinin geç Osmanlı/erken Cumhuriyet döneminin sınırları içinde konumlandırmanın ötesine nasıl gidilir sorusunu sormaktı. Tüm bu yazdıklarım 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan eden başta Mustafa Kemal ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (rahmetli büyük dedem Maraş mebusu Yaycızade İbrahim Ağa’nın da aralarında olduğu) birinci ve ikinci dönem üyelerinin büyük bir deneyim ve öngörü ile verdikleri kararın tarihi önemini gözardı etmiyor. Tam tersine, amacım o kararı, yakın ve uzun bağlamları ile, daha kapsamlı bir tarihi çerçevede, yeniden konumlandırmamız gerektiğinin altını çizmek. Son olarak, şunu ifade edeyim ve bu yazıya son vereyim. Cumhuriyet kurulduktan sonra muhafaza edilmesi gereken bir şey değil. Cumhuriyet tanımı itibari ile insanların sürekli yeniden ürettiği bir kolektif varoluş şeklidir. Eşitçe, özgürce ve kardeşçe bir arada karar verip, o kararları yine bir arada uygulama sürecidir.