14 Ekim 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
04.11.2022 04:30

Dil ve alfabe meselesi

Alfabe reformu dramatik bir olaydır. Her büyük kararda olduğu gibi bu kararın da belli bir maliyeti vardır.Türkiye’de okuma yazma seferberliği bu yeni alfabe ile gelişir.Benim için Türk olmanın en güzel tarafı Türkçedir

Ben eski yazıyı çok sevdim. Lisede eski yazı öğrenmeye başlamış ama çok başarılı olamamıştım. Daha sonra üniversitede Orta Doğu siyaseti üzerine çalışmak istediğimden Arapça’ya başladım. Ama eski yazıyı doğru dürüst öğrenip, özellikle arşiv kaynakları ve yazma eserler okumaya koyulmam üniversiteden sonra Halil İnalcık’ın yanında Bilkent’te yüksek lisans yıllarımda oldu. O gün bu gündür iflah olmadım. Osmanlı Türkçesi ve eski yazı hayatımın en önemli parçası haline geldi. Nesih, Divanî, Talik, Nastalik, Rika ve sonunda Siyakat...

Yıllardır Osmanlı maliye bürokrasisinin yazı ve hesap tekniği olan Fenn-i Siyakat ile uğraşıyorum. Nasıl zevk aldığımı anlatamam. Hatta sırf bu yazı ve hesap tekniğinin tarihi hakkında bir kitap yazmak çok isterdim, kim bilir! Yalnız, şunu da söylemem lazım. Eğitimli Osmanlılar da bu yazıyı okuyamazlardı. Büyük âlim Kâtip Çelebi Siyakat yazısını ve hesap tekniğini bir senede öğrendiğini ifade eder. Ben son beş senemi yüzde yetmişi Siyakat yazı ve hesaplarıyla dolu koca bir maliye defteriyle boğuşarak geçirdim (Bu işlerle uğraşmayanlar ne demek istediğimi idrak edebilir mi bilmiyorum!). Beş yıllık bir mücadele sonunda Tanzimat öncesi iyice çetrefil hale gelen bu yazı ve muhasebe sanatını birazcık öğrendim sayılır. Ama hiçbir tarihçi bu konuda çok iddialı olmamalı. Eski yazı, özellikle arşiv belgelerine olan hakimiyet, ukalalık kaldırmaz. Halen metin okurken en yakın arkadaşım lügattir. Ne demişler, çoban camızsuz, molla kâmussuz olmaz!

Yine tarih savaşları

Benim hikayemi geçelim: Cumhuriyet’in 99’uncu yıl dönümü yine ilginç tarih savaşlarına sahne oldu. (Ben anti-tarih dedikçe ülke iyice tarihe gömülüyor. Takip etmeyenler için söyleyeyim, geçen hafta Twitter, tarih savaşçıları ve tarih-zedeler ile doldu taştı. Takip etmesi bile zulümdü.) Bu arada AKP eski Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın 1928 yılındaki alfabe ve dil reformu hakkında söylediği sözler üzerine bir fırtına koptu. Ünal, Cumhuriyet’le gelen, onun tabiri ile “Kültür Devrimi”nin toplumu zihnen fakirleştirdiğini, toplumun lügatini, alfabesini, dilini, “hasılı tüm düşünme setleri”ni yok ettiğini iddia etti.

Harfler bize ne gösterir? Fazlullah’ın Arşı ile tecessüs iderüz


Aslında Ünal’ın bu söyledikleri bana oldukça sıradan geldi. Alfabe ve dil reformlarının hayata geçtiği 1928’den beri Ünal’ın iddialarını benzerleri özellikle sağ kesim tarafından sürekli dile getirilmiştir. Herkes neden bu kadar kızdı, ilk başta çok anlamadım. Bunlar senelerdir söylenen sıradan ve çok derinliği olmayan ifadeler değil miydi? Gazetecilik ifadesi ile bu sözlerin bir haber değerini ben göremedim. Ama daha sonra Devlet Bahçeli’nin Ünal’ı isim vermeden azarlaması, Ünal’ın görevden affını istemesi ile iş başka bir yere evrildi. Bazı yazarlar Devlet Bey’in “balans ayarını” Cumhur İttifakı’nın ulusalcı kesimlerin bir kısmı ile olan ve belki de genişlemesi beklenen ilişkiyle anlamlandırdılar.

Mahir Ünal haklı olabilir mi?

Yine de gelin, biraz Mahir Ünal’ın ne demek istediğini anlamaya çalışalım. Evet, 1928-37 arasındaki alfabe ve dil reformlarının oldukça radikal girişimler olduğunu söyleyebiliriz. Alfabe reformu ile başlayalım.
Toplumun yüzyıllarca kullandığı yazı şeklinin değiştirilmesi şüphesiz dramatik bir olaydır. Özellikle Osmanlı kültür hayatında yazının ve kaligrafinin yerini aklımıza getirdiğimizde böyle bir değişimin etkilerinin derinliğini tahmin etmek zor olmaz. Gerçi toplumun okuma yazma oranının yüzde 5’lerin altında olduğunu düşündüğümüzde belki de bu reformun sanıldığı kadar dramatik olmadığı söylenebilir. Ama unutmayalım, yazının hayatımızdaki yeri sadece okuma-yazma ile ölçülmez. Yazı bir okuma yazma aracı olduğu kadar, görsel bir semboller bütünüdür. İnsanlar o yazıyı okuyamasalar bile yazının duvarları, kitapları, mezar taşlarını, kitabeleri, levhaları süsleyen hali onların zihinlerinde kodlanır, kültür hayatı içinde görme biçimleri o görsellikle şekillenir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Hüsn-i Hatt‘ın en yüksek seviyede sergilendiği ülke olduğunu, bu sanatın dini hayat ile iç-içe geçtiğini de unutmayalım. Eskiler “Kuran Mekke’de nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” derlermiş. Yazının insanlar için kutsallığını da düşünürsek durum daha ilginç bir hal alır. Yani Kuran’ın yazıldığı alfabenin o yazıyı okuyamasalar da Müslümanların zihnindeki ve gönlündeki yerini tahayyül edebiliriz. Bir de mesela bizzat harflerin kutsallığı üzerinden şekillenmiş Hurufilik akımlarını düşünün. Ortodoks Sünni mahfillerde pek hoş karşılanmaz ama Hurûf ilimlerinin Osmanlı dünyasındaki etki alanı hiç de az değildi... Müthiş bir mevzudur.

Ama eski yazı hala bizimle değil mi?

Şüphesiz alfabe reformu Hüsn-i Hatt’ı yok etmedi. Eski yazı ile kaleme alınmış kitaplar, kitabeler, levhalar, mezar taşları bugün bizimle beraber. Eski yazı okumak isteyenler için birçok imkân var. Okullarda da eski yazının, edebiyatın bir alt dalı olarak, seçmeli ders olarak okutulması son derece doğru bir karar. Böyle bir dersin olmaması gerçekten tuhaftı. Arap alfabesini bilirseniz, özellikle Arapça kökenli Türkçe kelimelerin manalarına daha çok hâkim olursunuz, kelimeleri daha doğru telaffuz edersiniz. En azından maç sonlarında “hâkem taraflıydı” diyen yorumculara belki daha az rastlarız. Uzun ve kısa ünlülerin telaffuzundaki hatalardan kaynaklanan zulüm biter. Biraz, ism-i fâ’il, ism-i mef’ûl, ism-i mekân, belli başlı Arapça fiil kalıpları, Farsça ekler ve bağlaçları falan öğrenmek dilbilgisini geliştirir.

Ama şunu da söylemek gerekir ki, birkaç yıllık bir orta ya lise eğitiminde alınan eski yazı dersleri, kişinin, matbu metinler dışında, eski yazı ile kaleme alınmış el yazmalarını, arşiv belgelerini, kitabeleri, levhaları ve ecdatlarının mezar taşlarını rahatça okuma imkânı vermez. İmparatorluk döneminde yaşasanız bile iyi bir medrese ya da katiplik eğitimi almadıysanız yine işiniz zordu. Farklı kaligrafik teknikler yanında, ayrı dönemlerde yazılmış birbirinden çok farklı metin türlerine, onların yine istisnai kelime ve ifade biçimlerine de hâkim olmanız lazımdı. Bunun için de uzun yıllar bu işle uğraşmanız gerekirdi. Bugün de zamanınız ve sabrınız varsa, tadına doyum olmaz bir uğraştır

“Hasılı”, evet, alfabe reformu dramatik bir olaydır. Her büyük kararın olduğu gibi bu kararın da belli bir maliyeti vardır. Ama çok büyük faydaları da olmuştur. Türkiye’de okuma yazma seferberliği bu yeni alfabe ile gelişir. Latin alfabesinin çok fazla sesli harf gerektiren Türkçe için daha uygun olduğu tezi hiç de yanlış değildir. Bir de şunu ifade edelim: alfabe reformu arayışları o dönemde birçok toplumda vardır. Özellikle Latin Alfabesine geçiş arayışları oldukça ilginç. Bu konuda değerli meslektaşımız İlker Aytürk’ün İbranice ve Türkçeyi karşılaştıran çalışmalarına başvurulabilir. Hepsinden ötesi, aslında yeni alfabe Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumda bir değişim dönüşüm duygusu ortaya çıkarmışa benziyor. Bu radikal değişimlerin toplumlarda oluşturduğu enerji üzerine düşünmek gerekir. Neticede böyle bir karar verildi ve toplum yeni alfabe ve yazım kurallarını benimsedi. Bu reform tuttu. Tarihçi (ve tarihle ilgilenen siyasetçinin) “Böyle radikal bir reform nasıl oldu da bu kadar benimsendi?” sorusuna kapsamlı bir cevap bulması gerekir.

Dil devrimi ayrı bir mesele!

Dil Devrimi, yani resmi ve edebi dilin “Türkçeleştirilmesi” ise alfabe reformu ile bağlantılı ama özünde ayrı bir konu. Bu meseleye ben şöyle bakıyorum: Osmanlı hayatında yazı dili ve sözlü dil arasında büyük bir mesafe vardı. Bizim biraz da yanlış olarak isimlendirdiğimiz “Osmanlıca” aslında bu yazı diline verilen isimdir. “Osmanlıca” bir yazı Türkçesiydi ama bu Türkçe aynı zamanda Arapça ve Farsça kelime ve ifadelerin yoğun olarak kullanıldığı bir dildi. (Alfabeden bahsetmiyorum. Bizatihi dilden bahsediyorum.) Hukuk dili, edebiyat dili, idarî dil Türkçe, Arapça ve Farsça havuzundan seçilen geniş bir kelime haznesi ve uzun cümleler ile “inşa” edilirdi. Osmanlı yazı diline yapay dil dememek lazım. Ama, evet, bir tür “inşa” diliydi. Zaten inşa sanatı Türkçe, Arapça ve Farsçanın olanakları kullanılarak nazım ve nesir için kurgulanan ifade sanatının adıydı. Zamanla bu inşa teknikleri hem sanat hayatında hem toplum hayatında hem de idari ve hukuk alanında fonksiyonunu yitirdi. Ne demiş Enderunlu Vâsıf: Kim şimdi nazm u nesre eder Vâsıf itibar İnşâ ve şiire rağbet o da bir zamân imiş!

Osmanlı yazı dilinin, inşa tekniklerinin tarihi gelişmesi başlı başına çok ilginç bir konudur. Evet meraklısı için Osmanlı yazı dili çok manâlıdır. Arapça ve Farşça’nın imkânlarını kullandığınız için çok zengin bir içerik sunar. Ama diğer yandan Osmanlı yazı dili Türkçe’nin olanaklarını yeterince kullanmamıştır. Toplumun konuştuğu dil tam anlamı ile yazı diline yansımamıştır. Karagöz ve Hacivat’ı düşünün. Hacivat kitabi bir dil kullanır. Karagöz ise günlük dil ile kendini ifade eder. Anlaşamazlar. Bu anlaşmazlıktan ise mizah doğar. Aslında bu harika gölge tiyatrosu bir “Osmanlıca” eleştirisidir.

Dil Devrimi denen şey, konuşulan dil ile yazı dili arasındaki mesafeyi konuşulan dil lehine kapatma çabasıdır diyebiliriz sanırım. Erken Cumhuriyet, Türkçe’nin yazı diline yansımamış geniş kelime ve ifade haznesini bulur çıkarır ve dolaşıma sokar. Osmanlı yazı diline göre konuşulan Türkçe yalındır. Buna mukabil soyutlamaya çok elverişli bir ifade gücüne sahiptir. En azından kendi adıma şunu ifade etmeme izin verin: Benim için Türk olmanın en güzel tarafı Türkçedir. Türkçe düşünmek, duygularımı Türkçe ifade etmek, toplumla Türkçe ortaklaşmak benliğimi kurar, beni mutlu eder. Böyle baktığımızda Dil Devrimi denen olgunun Türkçe’ye çok önemli bir katkısı olduğunu, Türkçe’nin yalınlığını, zenginliğini, inceliğini, soyutlama gücünü ortaya çıkardığını söyleyebiliriz sanırım.

Dil yaşayan bir olgudur

Ama hikâye burada bitmez. Radikal bir öz Türkçecilik akımının da çok faydalı olduğunu düşünmemiz için çok fazla neden yok. Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan tamamen soyutlanması ihtimal dahilinde olmadığı gibi, Türkçe’yi zenginleştiren bir çaba olmaz. Ayrıca Türk Dil Kurumu’nun dilin standartlaşmasına yönelik bazı kararının (mesela meşhur uzun ünlülerdeki şapkalarının kaldırılması kararı) yaşayan Türkçe’ye hizmet ettiğini düşünmedim. Bütün bu tartışmaları yaparken Türkiye’nin diğer dillerinin yeteri kadar önemsenmemesi, bu dillere değer verilmemesi meselesini de bu geniş çerçevede incelemek gerekir. Cumhuriyet Türkçe’yi tüm katmanları ile ortaya çıkarmaya çalışırken, ülkenin diğer dillerine ilgisizdir- ve hatta itiraf edelim - bazılarına düşmanca bir tavır almıştır. Meseleyi burada bitirelim. Aslında bu konuda yazılacak çok şey var. Dil bilimciler, filologlar, edebiyatçılar alfabe ve dil konusuna çok daha ilginç şeyler söyleyeceklerdir muhakkak. Lütfen bu satırları bir bilen insanın sözleri olarak okumayın. Biraz sesli düşündüm sadece.