08 Mayıs 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
20.10.2023 04:30

Filistin-İsrail çatışması yeniden

Orta Doğu en kanlı dönemlerinden birine giriyor. Rusya-Ukrayna savaşı dünyayı sarsmıştı. Ama İsrail-Filistin savaşının sivilleri pervasızca hedef alacak şekilde alevlenmesi tüm dünyada yeni bir şiddet dalgasını başlatabilir. Korkmak için çok nedenimiz var

Yine korkunç bir haftaydı. Hamas’ın 7 Ekim’de Gazze Şeridi’ni aşıp, Güney İsrail’de büyük ölçüde sivillere yönelik katliamının ardından İsrail Gazze’de çok kapsamlı bir hava saldırısı başlattı. Kısa sürede iki taraftan üç bini aşkın sivil hayatını kaybetti. 200’e yakın İsrailli ve başka ülke vatandaşı sivil Gazze tünellerinde rehin durumda. Ben bu satırları yazarken İsrail’in Gazze şehrindeki el-Ehli Hastanesi’ni hedef aldığını, 500’e yakın sivilin, buna çocuklar ve sağlık personeli dahil, hayatını kaybettiğini öğrendik. Gerçi İsrail saldırıyı reddetti ve Hamas’ın ya da İslami Cihad’ın yanlışlıkla ya da bilerek hastaneye hedef aldığını belirtti. İsrail’in bu tepkisi pek inandırıcı değil zira patlama o kadar büyüktü ki, bağımsız askeri uzmanlar Hamas’ın ya da İslami Cihad’ın elinde bu patlamaya yol açacak ölçekte bir füze bulunmadığını ifade ediyor. Önümüzdeki günler ne getirir bilmiyorum ama belli ki Orta Doğu en kanlı dönemlerinden birine giriyor. Rusya-Ukrayna savaşı dünyayı sarsmıştı. Ama İsrail-Filistin savaşının sivilleri pervasızca hedef alacak şekilde alevlenmesi tüm dünyada yeni bir şiddet dalgasını başlatabilir. Korkmak için çok nedenimiz var.

Gazze.

İntikam ve soykırım atmosferi

Önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum. Hamas’ın saldırısı 1941-1945 arasında Nazi Almanyası ve müttefiklerinin 6 milyon Yahudi’yi öldürdükleri büyük Yahudi Soykırımı (Holokost) zamanlarından sonra bir günde en çok Yahudi’nin katledildiği olay olarak tarihe geçti. Gerek İsrail’de gerek İsrail dışı Yahudi toplulukları arasında, gerekse ABD ve Avrupa’da katliamın bu yönü öne çıkartılıyor.
7 Ekim katliamının Holokost ile ilişkilendirilmesinin İsrail ve Batı’daki kamuoyunu nasıl bir ruh haline yönelttiğini görmemiz gerekiyor. 7 Ekim katliamının Yahudilik ve İsrail’e karşı varoluşsal bir tehdidin yeni bir halkası olduğu fikri yaygınlık kazandıkça, bu katliama karşı verilen tepkinin boyutları da ortaya çıkıyor. Bazı İsrailli yetkililerinin kullandıkları intikam dili, İsrail’in Gazze’ye operasyonlarının bir karşı etnik temizlik harekatının bile ötesine geçebileceği algısını yaratıyor. Bir anlamda “yeni bir Holokost dalgasına” karşı, karşı tarafta sivillerin sürülmesi ve öldürülmelerinin sıradanlaştırıldığı bir atmosferin Orta Doğu’yu ve dünyayı kuşama tehlikesi var.

Tuzak mı?

İsrail ve Batı, Hamas’ın tuzağına mı düşüyor? Hamas bu katliamla İsrail’in tepkisi ile ne kadar acımasız olabileceğini dünyaya ve özellikle Arap ve Müslüman halklara ifşa etmek mi istedi? Bu katliam unutulmuş Filistin meselesini Hamas tarafından yeniden tarihin merkezine yerleştirmek için mi tasarlandı? Hamas bu hamlesi ile Suudi Arabistan-İsrail arasında ilişkilerin kurulmasını engellemeyi ve bu iki ülkenin yakınlaşmasının önünü kesmeyi mi düşündü? Yoksa Hamas da İsrail’in efsanevi istihbarat ve güvenlik mekanizmasının kolayca çökeceğini ve işin buraya gideceğini kestirememiş olabilir mi? İsrail’de aşırı sağcı Netanyahu hükümetine yönelik gösteriler de gösterdi ki, İsrail’de de diğer ülkelerde olduğu gibi bir kutuplaşma var. Aslında Netanyahu hükümetine yönelik kuvvetli toplumsal tepki orta vadede İsrail-Filistin meselesinin yeniden çözüme doğru yönelmesi için yeni imkanlar sağlıyordu. Acaba Hamas böyle bir muhalefetin oluşmasını kendi için bir tehdit olarak mı gördü?

Hamas’ın neden böyle bir katliam yaptığına ilişkin birçok soru sorabiliriz. Ama İsrail’in tepkisi bu ülkenin sanki bir tuzağa doğru yöneldiğine işaret ediyor. İsrail bir intikam motivasyonu ile Gazze’deki sivil halkı hedef alması çok kısa zamanda moral avantajını kaybetmesine yol açacak gibi. Onun ötesinde Gazze’de bir kara harekatının çok kanlı geçeceği belli. İsrail toplumu ve ordusu bu kadar kanlı bir şehir muharebesini kaldırabilir mi? Ve tabii işgal. İsrail tekrar Gazze’yi işgal edip, bu işgali sürdürebilecek kapasitede mi gerçekten?

Şunu görmek lazım: İsrail-Filistin sorunu öyle bir noktaya gelmişti ki, Filistin toplumunun şiddeti içermeyen bir çözüm beklentisi kalmamıştı. Hamas saldırısı biraz da bu umutsuzluğun sonucu değil mi? Çözümün ve umudun ufuktan uzaklaştığı her gün şiddet ve nihilizm daha çok hakim olmaya başladı. Hamas hem bu çözümsüzlüğün eseri, hem bu çözümsüzlüğün aktörü oldu.

ABD hegemonyası delik deşik

ABD başından itibaren İsrail’e koşulsuz destek verdi. Halbuki 11 Eylül sonrası yapılan büyük hatalardan alınan dersler vardı. ABD dünyayı düzene sokan bir güç olma yeteneğini ve vizyonunu 11 Eylül sonrası kaybetmeye başlamıştı zaten. Evet, ABD ekonomisi, daha doğrusu ABD şirketleri, hala dünya ekonomisine hâkim. Buna mukabil ABD siyaseti içler acısı. Toplumsal kutuplaşma hiç olmadığı kadar derinleşmiş durumda. ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek bize ABD dünya siyasetini ve ekonomisini düzenleyici rolünün gereklerini yapmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor. Çok şey söylenebilir, ama İsrail-Filistin/Hamas savaşının kazanlarından biri sanırım Rusya ve Putin olacak.

Biraz da tarih

Yazının ikinci bölümünde biraz da tarihçilik yapalım. İsrail-Filistin meselesi üzerine yüzlerce kitap, binlerce kitap yazıldı. Meselenin çok karmaşık ve çok boyutlu bir tarihi var şüphesiz. Burada birkaç noktayı paylaşayım.

Bir yönü ile bu mesele iki milliyetçiliğin, Arap-Filistin milliyetçiliği ve Siyonizm yani Yahudi milliyetçiliğinin aynı toprak üzerinde bir çatışması. Arap-Filistin milliyetçiliği geç Osmanlı döneminde şekillendi. 19’uncu yüzyılın ortalarında Arap aydınlanması diyebileceğimiz Nahda cereyanı, imparatorluğun Arap eyaletlerinde yeni bir milli şuur yaratmaya başlamıştı. Nahda’nın dışlayıcı bir milliyetçilikten ziyade çok katmanlı, ekümenik, içinde Hristiyan, Yahudi, Ermeni hatta Arapça yazan Türk ve Kürtleri de kapsayan bir Arap aydınlanma hareketi olduğunun altını çizelim.

Yahudi devleti fikri

Aynı dönemde özellikle Doğu Avrupa’da kısmen antisemitizmine tepki olarak da büyüyen Siyonist cereyanlar ise Yahudi aydınlanmasından (Haskala) çok ayrı düşünülemez. Siyonizm Yahudilerin bir ülkede birleşmelerinin doktriniydi. Theodor Herzl 1896’da Der Judenstaat, yani Yahudi Devleti kitabını yazar ve Yahudilerin kutsal toprak saydıkları Filistin’in Yahudilerin ülkesi olabileceği fikrini ortaya atar. Bu fikir 1897’de Dünya Siyonist Kongresi’nde taraftar bulur. 1904-1914 arası, Avrupa’dan binlerce Yahudi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altındaki Filistin topraklarında çoğu zaman büyük ailelerden ve devletten toprak satın alarak küçük yerleşim birimleri kurdukları dönemdir. İngiltere bu Avrupa Yahudilerinin Filistin topraklarına yerleşme girişimlerini destekleyecektir. Diğer yandan Osmanlı ve Orta Doğu Yahudiliği, özellikle Selanik, İstanbul, İzmir, Kudüs ve Bağdat’daki Sefarad cemaatler, ilk başta bu erken Siyonist projeye mesafe hatta eleştiri ile yaklaşır.

Osmanlı Orta Doğu’sunu İngiltere ve Fransa patronajlığında farklı ülkelere ayıran 1916 Sykes-Picot Anlaşması’nda Filistin İngiltere’ye kalmıştır. 1917 Balfour Bildirisi ile ise Birleşik Krallık Filistin’in Yahudilerin anavatanı olduğu fikrini kabul eder. Avrupa’dan gelen Aşkenazi Yahudileri sadece Yahudiler için bir devlet kurmayacak, “bu geri kalmış toprakları kalkındıracaktır.” Bu bir işgal değildir. Yahudiler ana vatanlarına geri dönmektedirler. Bu aşamayla Yahudi devleti projesi İngiltere emperyalizmiyle beraber yürümeye başlar. Ama yine bu dönemde olası Yahudi devletinin nasıl bir devlet olacağı üzerine fikir birliği yoktur.

Birinci Savaş sonrası

1920’lerde Yahudi devleti projesine ve yerleşimlere karşı Filistinli Müslüman ve Hristiyan Araplardan ilk ciddi tepki gelmeye başlayacaktır. Filistinli entelektüeller Siyonistlerle (al-Sahyuniyyun) yerel Yahudileri (al-yahud sukkan al-vatan al-asliyyun) ayırdıklarını ifade ederler. Yine Yahudiler ile Araplar arasında şiddet olayları bu yıllarda başlayacaktır. 1920 Nisan’ında Kudüs’teki Nebi Musa Ayaklanması ile toplumlar arası gerilimler filizlenir.

1930’lara kadar Yahudi yerleşimcilerin sayıları hızla artar. 1920’lerden itibaren kozmopolit Nahda hareketi bölgede sönümlenir. İngiltere yönetiminde Araplar İslami vakıflar aracılığı ile örgütlenir. Bir yönü ile bu dönemde Müslüman-Hristiyan-Yahudi Filistinli kimliği yerine İngiltere yönetiminde Yahudi-Müslüman ayrımının altını çizen ikili bir sosyal yapı oluşur. İşte yine bu dönemde, 1928’de Müslüman Kardeşler Örgütü Mısır’da kurulacaktır. 1931 Kudüs Genel İslam Kongresi Filistin sorununu Pan-İslamist bir çerçeveye oturtmaya başlamıştır bile.

1936-39 arası Filistinlilerin İngiltere yönetimine başkaldırdığı yıllar. Bu başkaldırıdan Yahudi devleti projesi de payını alacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasından hemen önce İngiltere bu büyük ayaklanmayı bastırır. Artık Yahudi devleti projesi ete kemiğe iyice bürünmektedir. Yerleşimciler çoktan geniş tarım alanları açmışlar, kimisi sosyalist eğilimli birçok yerleşim birimi kurmuşlar, yeni bir ekonomik düzen oluşturmuşlar, milis kuvvetleri örgütlemişler, üniversite tesis etmişler ve Tel Aviv’i inşa etmeye başlamışlardır.

Bu arada Nazi Almanyası yönetiminde Yahudi Soykırımı çoktan başlamıştır. Holokost Filistin’de bir Yahudi devleti fikrinin iyice güçlenmesine neden olacaktır. Yine de bu devletin niteliği belli değildir. Yahudi nüfusundaki büyük artış Arapları birçok bölgede çoktan azınlık durumuna sokmuştur. 1941’de Bağdat’ta Yahudilere karşı kıyım belki de Almanların kışkırtmasıyla gerçekleşmiştir. Ama Bağdat olayları Orta Doğu Yahudilerinin Filistin’de kurulacak bir Yahudi devleti fikrine eskisinden çok daha sıcak bakmasını sağlayacaktır.

Nekbe

1947 Kasım’ında Birleşmiş Milletler Filistin’in bölünmesi ve biri Arap diğeri Yahudi, iki devlet kurulması teklifini kabul eder. Kudüs Birleşmiş Milletler tarafından yönetilecektir. BM kararının hemen ardından Filistin’de Arap ve Yahudiler arasında büyük bir çatışma başlar. İngiltere çatışmalar karşında Filistin’i terk edeceğini ilan eder. Mayıs ayında İngiltere Filistin’den çekilir ve İsrail bağımsızlığını ilan eder. 1948’de Filistinliler ve İsrail arasında savaş kızışır.

Hamas’ın neden böyle bir katliam yaptığına ilişkin birçok soru sorabiliriz. Ama İsrail’in tepkisi bu ülkenin sanki bir tuzağa doğru yöneldiğine işaret ediyor. İsrail’in bir intikam motivasyonu ile Gazze’deki sivil halkı hedef alması çok kısa zamanda moral avantajını kaybetmesine yol açacak gibi

Savaş sonucu Filistin’in büyük kısmını İsrail işgal eder. Batı Şeria ise yeni bağımsızlığını kazanmış Ürdün’e geçer. Büyük bir Filistinli nüfus topraklarını terk eder ve Ürdün’e göç eder. İşte büyük bir Filistinli nüfusunu vatanlarından eden bu olay Filistin tarihinde Nekbe, yani felaket olarak anılacaktır. Nekbe’den sonra Filistin sorunu üç mesele üzerinde düğümlenir: Filistinli göçmenler, kendi inisiyatif alan kimisi dinci kimisi sosyalist Yahudi yerleşimciler ve tabii Kudüs’ün statüsü.

1956, 1967 ve 1973 savaşları

1948 savaşından sonra Filistin-İsrail çatışması yerini Soğuk Savaş bağlamında daha geniş Arap-İsrail çatışmalarına bırakır. 1956, 1967 ve 1973 savaşları İsrail ile komşu Arap devletleri arasındadır. Bu çatışmalarda Filistinliler bir yönü ile marjinalleşecektir. 1956 Süveyş Savaşı Mısır için bir bağımsızlık mücadelesine döner. İngiltere ve Fransa Süveyş Kanalı’nı millileştiren Nasır’ı deviremezler; ABD ve Sovyet Rusya’nın dahli ile bu iki kolonyal güç bölgeyi terk eder. İsrail ise savaşın başında işgal ettiği Sina Yarımadası ve Gazze’den çekilmek zorunda kalır.

1967 savaşı ise İsrail için büyük bir zaferdir. İsrail bu savaşla Gazze’yi, Sina Yarımadası’nı, Kuzey’de Golan Tepeleri’ni, Doğu Kudüs’ü ve Bütün Batı Şeria’yı işgal eder. Ama bu işgal aynı zamanda çok büyük bir Filistinli nüfusu İsrail sınırları altında yaşamak zorunda bırakacaktır. İsrail bu nüfusa vatandaşlık veremez, zira bu durumda İsrail’deki demografik durum Araplar lehine bozulacaktır. Bu durumda İsrail işgalci bir devlet niteliği kazanır ve bu BM tarafından tescillenir.

İsrail devleti bir yandan yeni Yahudi göçleri ile büyümekte, güçlenmekte, dışlayıcı olsa da kendi içinde güçlü bir demokratik rejim tesis etmekte, diğer yandan ABD ile yakınlaşmaktadır. ABD’de Yahudi toplumu İsrail’e belli bir mesafede dururken Yahudilerin ana vatanlarına dönmelerine çok büyük bir dini anlam atfeden Evanjelik Hristiyanların İsrail kampanyaları artık iç politikanın önemli bir parçasıdır.

1973 Yom Kippur Savaşı sonucu İsrail Süveyş Kanalı’na kadar ulaşır. Bu savaşın petrol krizinden, Mısır’ın İsrail’e karşı tarihi pozisyonunu değiştirmesine kadar çok büyük sonuçları olur. Ama belki Filistin için en önemli sonucu bu savaşla beraber Filistin Kurtuluş Hareketi’nin Arap devletlerinin vesayetini terk etmesi ve bağımsız bir hareket olarak Yaser Arafat’ın liderliğinde dünya siyaset sahnesine çıkmasıdır. 1972 Münih Olimpiyatları’nda terör eylemi ile sesini duyuran El Fetih ve FKÖ artık Filistin mücadelesinin ana aktörü olmaya başlar. Diğer yandan FKÖ dünyada sol hareketlerin ilgisini çekmektedir.

Birinci İntifada

1978 Camp David Sözleşmesi’yle Mısır-İsrail barışı sağlanır. (1979’da Filistinli militanların Ankara Mısır Büyükelçiliği’ni basmalarını, İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in militanları teslim olmaları için ikna etmesini çocuk halimle izlemiştim). İran Devrimi ve arkasından İran-Irak savaşı Filistin meselesinin Camp David sonrası çözüm ihtimalini yavaşlatacaktır. 1987’de Birinci İntifada başlar. FKÖ liderliği Tunus’ta sürgündedir. Ama Filistin toplumunda büyük bir mobilizasyon olur. 1988’de Ürdün Batı Şeria’yı FKÖ’ye devrettiğini açıklar. İki devletli çözüme yaklaşılmaktadır. Aynı yıl ABD-FKÖ ilişkisi resmen kurulur. Ama 1990-91 Birinci Körfez Savaşı işleri karıştırır. Arafat çoğu Arap ülkesi ile ters düşecek ve Saddam Hüseyin’i destekleyecektir.

Oslo

Savaş sonrası ABD ve Sovyet Rusya Oslo’da İsrail ve Filistin yönetimi arasında barış görüşmeleri başlatacaklar ve iki devletli çözüm için ciddi bir mesafe kat edilecektir. Oslo Sözleşmesi 1993 Eylül’ünde imzalanır. Bu arada Sovyet rejimi çökmüştür. Oslo süreci ABD gözetiminde kapsamlı bir barış planına dönüşmektedir. İsrail Batı Şeria ve Gazze’de Filistin yönetimini kabul eder, Filistinli göçmenlerin durumu ya da su meselesi gibi birçok konunun müzakeresi ve çözümü takvime bağlanır. Bu müzakerelerden bir sonuç alınmadığı takdirde Gazze’de etkili olmaya başlayan Hamas, Arafat’ın El Fetih partisine tehdit uyandıracaktı. İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin de, aynı Arafat gibi iç siyaseti düşünerek, özellikle aşırı sağ hareketin iktidarı almaması için bir an önce etkili bir barış sürecine girilmesi taraftarıydı.

Oslo Sözleşmesi başarılı olmadı. Bunun birçok nedeni var. İsrail’in toprak verip, Filistin’in çok etkili olmuş bir sivil direniş hareketi olan İntifada’ya son verme denklemi yürümüyordu. Ne İsrail Filistin yönetimine tek yönlü toprak verme konusunda istekliydi, ne de Filistinliler İsrail’e karşı içinde terör saldırıları da olan mücadele biçimlerini sonlandırma niyeti ya da kapasitesine sahipti. Kasım 1995’te Yitzhak Rabin bir İsrail milliyetçisi tarafından öldürülecek, yeni bir aşamaya girilecekti. Bu uzun yazıyı burada bitireyim. İsrail-Filistin konusuna belli ki ileriki haftalarda kaldığımız yerden devam edeceğiz. Ama gelecek hafta Cumhuriyet yazısı.