İktidar topluma “Beni değiştirmeye kalkarsan bunu icabında darbe olarak kodlarım, hatta kaos çıkar, kan dökülür” diyerek (ya da ima ederek), muhalif seçmeni korkutmak ve bu sayede seçim kazanmak istiyor. İyimserlik tam da bu korku siyasetinin antitezi. İyimserlik “darbe sayarız, kan dökeriz” imalarına karşı, bunu yapamayacaklarını ifade ederek genişleyip, kalabalıklaşıp, coşkuyla bu sözleri boşa çıkarma gayreti...
Tarihi seçimlere bir hafta kaldı. Normal şartlar altında Türkiye‘yi 20 yıl yönetmiş ve son 10 yılda ülkeyi çok büyük bir kurumsal ve iktisadi çöküşe sürüklemiş bu iktidarın seçimle değişmesini bekliyoruz. Toplumun çoğunluğunun kapsamlı bir yenilenme, tazelenme ve dönüşüm ihtiyacı içinde olduğu aşikâr. Aynı zamanda başta CHP olmak üzere, farklı siyasal hareketlerin bir araya gelerek oluşturduğu muhalefet ittifakının - bazılarımızın beklentilerinin altında da kalsa - Türkiye‘yi bu buhran döneminden çıkaracak ve yeni bir dönemi kuracak bir alternatif teklif ettiğini söylemeliyiz. Öncelikle güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş ve demokratik düzenin inşası olmak üzere, muhalefetin son bir senedir ortaya koyduğu çalışmalar umut veriyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu oldukça başarılı, kapsayıcı ve hatta bir yönüyle cesur bir kampanya yürütüyor. Kürt hareketinin önderlik ettiği sol ittifak Kılıçdaroğlu‘nu destekliyor, aynı zamanda kendi içindeki sorunlara rağmen, Türkiye‘nin demokratikleşmesine yönelik etkili bir tutum sergiliyor.
Evet, iktidar değişimi için tüm şartlar olgunlaşmış durumda. Ben kendi adıma bu değişimin gerçekleşeceğinden şüphe duymuyorum. Geleceğe umutla bakıyorum. Türkiye‘nin bu 20 yıllık tecrübesinden öğrenerek, olgunlaşarak yoluna devam edeceğini düşünüyorum. Türkiye‘de dönüştürücü bir enerjinin güçlü şekilde var olduğu, demokrasi tarihimizin bize yol gösterecek deneyimlerden meydana geldiği, bu enerji ve deneyimlerin toplumun çoğunluğunu değişim için ikna edeceği kanaatindeyim. İyimserim. Hem de çok iyimserim.
Değişimin önündeki engeller
Diğer yandan son yıllarda dünyanın farklı yerlerinde de gördüğümüz eski ve yeni tür otoriter rejimlerin kolay kolay seçimlerle mağlup edilemeyeceğine yönelik bazı haklı gözlemler, analizler yapılıyor. Demokratik koşullar altında iktidara gelmiş bu kadrolar, bir süre sonra farklı siyasal görüşlerin adilce rekabet etmesini gerektiren demokratik düzenin esaslarını ortadan kaldırabiliyor. Toplumu kutuplaştırarak ilk önce çoğunlukçu bir rejim kuruyorlar. Ardından bürokrasi ve yargıyı iktidarlarının aygıtlarına dönüştürüp zamanla çoğunluğun bile rızasına gerek duymadan rejimlerini devam ettirebiliyorlar. Türkiye‘de görüldüğü gibi devlet içinde yaşanan iç savaşlar sonunda siyasal iktidar yeni ortaklarıyla devlet örgütünü kendi aygıtı haline getirdi. Bir süre sonra devlet ve iktidar arasında bir ayrım kalmamaya başladı. Unutmayalım, bugün muhalefet sadece iktidara karşı değil, devlete karşı mücadele etmek zorunda.
Aynı zamanda iktidar ve iktidarın başındaki lider iş çevreleri ile kurduğu lütuf ilişkisi sonucu, kendisine bağlı bir sermaye ağı oluşturdu. Kamu kaynakları bu sermaye gruplarına aktarıldı. İktidar bu grupların aracılığı ve devletin sansür mekanizmaları (RTÜK) ile medyayı kontrol altına aldı. İletişim Başkanlığı adında bir propaganda makinesi teşkil edildi ve onun yönetiminde oluşturulan sosyal medya ordusunun da desteği ile yurttaşların haber alma ve değerlendirme yapma imkanları iyice sınırlandı.
Önceden belli çevrelerin zihninde oluşmuş lider kültü, propaganda aygıtları aracılığıyla toplumun geniş kesimlerine pompalandı. Daha da önemlisi iktidar güvenlik kaygılarının yanı sıra, milli ve dini unsurları giderek ölçüsüzce kullanarak, toplumu ülkenin gerçek sahipleri ve diğerleri olarak kutuplaştırdı. Bu kutuplaşma sosyal yardımlar ile derinleştirildi ve böylece iktidar, tabanını, tüm yalpalamalara rağmen, büyük oranda tutabildi. Liderle kendini özdeşleştirmiş, o ne kadar hata yaparsa yapsın, salt o liderin varlığının bile kendi konumları için güvence olduğu duygusunda olan geniş toplum kesimleri oluştu.
“Kaybetmezler, kaybetseler bile gitmezler” diyenler
Liste uzatılabilir. Mesela bu rejimin en ilginç özelliklerinden biri liderin ailesine ait bir silah şirketinin bir yandan ülkenin güvenlik kuvvetlerine silah satması, bir yandan rejimin en önemli propaganda aracı haline gelmesi...
Dediğim gibi böyle iktidarların seçim yolu ile değişmesinin ne kadar zor, hatta imkânsız olduğunu söyleyen dünya kadar analiz bulabilirsiniz. Şüphesiz bu analizlerin bir kısmı belli verilere ve kuramsal çerçevelere dayanıyor. Ama birçoğu toplumların karmaşık dinamiklerini ve tarihsel süreçleri çok da dikkate almayan basit varsayımlara. Aynı zamanda çoğu analiz bir süredir dünyayı sarsan küresel demokrasi krizinin ve popülist otoriter rejim fırtınasının nasıl gelişeceği konusunda da çok kafa yormuyor. Analizler çoğu zaman bu rejimlerin tüm kırılganlık ve sürdürülemezlik alametlerine rağmen ne kadar güçlü olduğu varsayımı üzerine oturuyor. Bu rejimlerin çoğunun ancak istikrarsızlık ve kriz üreterek var olabildikleri, bir yönü ile sürekli kendi kendilerini kemirdikleri çoğu zaman dikkatten kaçıyor.
Demokratik imkanlarla gelmiş iktidarların, bir süre sonra otoriter rejimlere, hatta diktatörlüklere dönüşmesi aslında yeni bir olgu değil. 20’nci yüzyıl böyle hikayelerle dolu. Belki üzerine en çok çalışılmış örnek 1933‘te Alman Weimar Cumhuriyeti‘nde siyasal ve anayasal krizi kullanarak iktidara gelmiş Adolf Hitler‘in 1934‘te diktatör olması ve Nazi rejiminin kuruluşu; ardından Almanya‘yı ve dünyayı bir felakete sürüklemesi. Gerçi unutmayalım, Nazi rejimi Almanya‘yı sadece on iki sene yönetebildi!
Ne zaman, hangi şartlarla rejimler otoriterleşip demokratik sistem işlemez hale geliyor? Arkasından hangi koşullarda ya demokratik rejim tamamen rafa kalkıyor ya da seçimler rejim ve iktidarın onaylandığı bir tiyatroya dönüşüyor? Bu rejimler yıkılmamak için toplumun farklı kesimleri ile nasıl rıza, korku, lütuf, suç ortaklığı ilişkileri kuruyorlar? Rejimlerin kendi iç krizleri nasıl başlıyor? Bu krizler rejimlerin ve iktidar kurgusunun iç yapısını nasıl dönüştürüyor? Şiddet nerede artarak devreye giriyor? Ve tabii bu rejimler nasıl sonlanıyor?
Rejimin çelişkisi
Türkiye hangi aşamada? Bu soru Erdoğan iktidarının büyük çelişkisini anlayarak cevaplandırılabilir. Erdoğanizm özünde çoğunlukçu bir siyasal hareket. AKP’nin özellikle Kürt çözüm sürecinin çökmesinden sonra ideolojik kodları toplumun çoğunluğunun ve aslî unsurunun muhafazakâr-dindar, Sünni-Hanefi Türklerden oluştuğu, bu kesimin hem çoğunluk hem ülkenin aslî sahibi olduğu varsayımına dayanıyor. Bu varsayım içinde seçime indirgenmiş demokrasi, AKP-MHP iktidarının taşıyıcısı oluyor. Bu aslî çoğunluğun demokratik iradesi de Erdoğan’da vücut buluyor. Ne var ki, toplumun desteği azalıp, iktidarın toplumdaki karşılığı yüzde ellinin altına düştüğünde, ki bugün durum böyle, iktidar bu çoğunlukçu demokrasi tezini artık kullanamama durumu ile karşı karşıya kalıyor.
Çoğunlukçu demokrasi AKP ve Erdoğan için meşruluk getiren bir çerçeve olmaktan uzaklaştığı zaman rejim Devletçi-Güvenlikçi bir dile bürünüyor. İktidar çevreleri iktidarın seçim yoluyla değişmesinin demokrasi açısından meşru olsa da ülkenin âli menfaatleri için doğru olmadığı tezini dillendiriyorlar. Toplum Erdoğan’a “Haydi artık yeter” dese de toplumun bu “fevri” kararından daha önemli olan bir gerçeklik var, o da Türkiye’nin dünyanın şu kırılgan döneminde Erdoğan’ın liderliğine muhtaç olduğu… gibi birtakım tezler ortaya atılıyor. Bu tezlerin dini nitelikli olanları var. Erdoğan sadece seçimle gelen bir lider değil, o bu zamanın, Türkiye’nin ötesinde bir tarihsel ve dini iradenin müşahhas hali. Erdoğan, geçen gün kendi ağzından çıktığı şekliyle, Allah’ın emrini yerine getiriyor. Bu teze göre demokratik seçimler Erdoğan’ın meşruluğunun tek kaynağı değil. Ve Erdoğan’ı ve iktidarını demokratik yollardan bile olsa değiştirme “darbe” ile ilişkilendiriliyor.
Diğer yandan Erdoğan hala çoğunlukçu-demokrasi anlayışından vazgeçemiyor. Hala farklı ve çoğu meşru olmayan yöntemlerle oyunu artırmaya çalışıyor; seçimi en azından ikinci turda kazanmaya gayret ediyor. Aslında iktidar seçimi kaybederse bunu kabul etmeyeceğinin işaretlerini veriyor vermesine de bu iktidarın belki adına korku siyaseti diyebileceğimiz bir yöntemi. Diğer bir deyişle, iktidar ilginç bir şey yapıyor: Topluma “Beni değiştirmeye kalkarsan bunu icabında darbe olarak kodlarım, hatta kaos çıkar, kan dökülür” diyerek (ya da bunu ima ederek), muhalif seçmeni korkutmak ve bu sayede seçim kazanmak istiyor. Seçimin meşruluğunu reddederek seçim kazanmak isteyen bir iktidarla karşı karşıyayız.
Bir siyasal ve ahlaki tutum olarak iyimserlik
İşte tam da bu nedenden dolayı iyimser olmak önemli sevgili dostlar. İyimserlik tam da bu korku siyasetinin antitezi, antikoru, onu hükümsüz bırakacak en etkili ilaç. İyimserlik şüphesiz naiflik, gerçekçi olmamak değil. İyimserlik işlerin iyi gideceğine inanarak, bunun için çaba sarf ederek işlerin iyi gitmesini sağlamak. İyimserlik kaçınılmaz olan değişimi hayal ederek, bu hayali paylaşarak, dostlarla dayanışma içinde birbirimizi mobilize etme gayreti. İyimserlik riskleri görmemek değil; tam tersine risklere karşı alınan etkili bir tutum. İyimserlik “darbe sayarız, kan dökeriz” imalarına karşı, bunu yapamayacaklarını açık ve kapalı ifade ederek genişleyip, kalabalıklaşıp, coşkuyla bu sözleri boşa çıkarma gayreti. İyimserlik uyarıda bulunmamak, önlem almamak değil. Tam tersine uyarı ve önlemi güçlü bir inanç ile almak. İyimserlik sadece bir ruh hali değil. O aynı zamanda siyasal ve ahlaki bir tutum.
Bir de şu kötümser arkadaşlara iki laf edeyim: Tutumunuzun “Darbe telakki ederiz, kan dökülür haaa” imalarına hizmet ettiğinin farkında mısınız? Çoğunuz değil muhtemelen. Bazıları grotesk sinik halin tatlı zehrinden pek hoşlanır. Bazılarının kötümserliği ise eski pozisyon ve varsayımlarının hatırına alınan tutumlardan ileri gelir. Bir tür Narsisizm. Ama bazıları ise karamsarlıklarını aldıkları “istihbarat”a ve “veri”lere dayandırır. Ama bunu yaparken devam etmekte olan bir tarihi akışın aktörleri olduklarını, söylediklerinin aynı zamanda bir eylem olduğunu ya anlamazlar, ya da...
Türkiye sahip çıkamadığı coşkulu, üretken ve ahlaklı iki bilim insanını kaybetti
Geçen hafta çok değer verdiğim iki bilim insanını kaybettik. Arkeolog Güner Coşkunsu 52 yaşında hayata gözlerini yumdu. Güner Harvard’dan arkadaşımdı. Çok zor koşullarda okumuş, çok başarılı olmuş, birçok kazıda çalıştıktan sonra Harvard’da doktoraya gelmişti. Müthiş bir tez yazdı ve arkasından Türkiye‘ye döndü. Büyüdüğü yetiştiği coğrafyada karar kıldı ve Mardin Artuklu Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı oldu. Müthiş bir insandı Güner. Soyadı gibi coşkun bir suydu. Artuklu Üniversitesi‘nde Güner’in yaşadıklarını, daha doğrusu ona yaşatılanları takip ettim.
Kendini Türkiye’nin tarihi ve arkeolojik zenginliklerinin ortaya çıkarılıp korunmasına ve akademik etik kurallarına adayan bu bilim insanın hayatı üniversite yönetimi ve bazı “meslektaşları” tarafından zehredildi. Sonunda Güner üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı. Son zamanlarında maddi ve manevi zorluklar çekiyordu. Çok üzgünüm. Türkiye sahip çıkamadığı coşkulu, üretken ve ahlaklı bir bilim insanını en verimli çağında kaybetti. Buna rağmen o kadar güzel yayınlar yaptı ki, her daim okunacak. Allah rahmet eylesin.
Güner’in vefatının hemen ardından hocamız, büyük Osmanlı tarihçisi Cornell Fleischer’in vefat haberi geldi. Cornell Hoca’nın öğrencisi sayılmam. Ama bizin alanın dev isimlerinden biridir. Bence modern zamanlardaki Osmanlı tarihçiliğinin en güçlü kitabı, Türkçeye “Tarihçi Mustafa Ali - Bir Osmanlı Aydını ve Bürokratı” olarak çevrilen eserin yazarıydı. Cornell Hoca, 1993‘te benim de hocam olan Halil İnalcık’ın Chicago Üniversitesi‘ndeki kürsüsünü devralmıştı. Osmanlıca, Arapça ve Farsça kaynaklara aynı ölçüde vâkıftı. Osmanlı tarihçisi olduğu halde ufku özellikle 15 ve 16’ncı yüzyılların Akdeniz’den İç Asya steplerine çok geniş bir coğrafyaya ulaşıyordu. Birçok yönüyle Osmanlı tarihçiliğini imparatorluk coğrafyasının çok ötesine taşıyan öncü tarihçiydi. Onlarca öğrenci yetiştirdi. Yeri nasıl dolar bilmiyorum. Dolmaz. Cornell Hoca’nın ölümü ile başka bir döneme girdik. Saçtığı irfan bu yeni dönemde her daim meslektaş ve öğrencileri ile olsun.