05 Aralık 2025, Cuma
22.08.2025 04:30

Hidrolik imparatorluklardan yapay zekaya: Teknoloji-siyaset ilişkisi…

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Tarih bize gösteriyor ki teknoloji yalnızca yaşamı kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda siyasetin rotasını da belirledi. Sulama kanallarından matbaaya, Sanayi Devrimi'nden televizyona kadar her buluş, toplumların nasıl yönetileceğini ve kimin söz sahibi olacağını değiştirdi. Teknoloji çoğu zaman iktidarın elini güçlendirirken, kimi zaman da yeni kamusal alanlar ve demokratik imkanlar doğurdu. Bugünse sahnede yapay zeka var. Dijital devrimle başlayan umut dalgası yerini gözetim, dezenformasyon ve kutuplaşma endişelerine bıraktı. Yapay zeka, bir yandan demokrasiyi daha kapsayıcı kılabilecek araçlar sunarken, diğer yandan otoriterleşme ve toplumsal manipülasyonun en güçlü silahına dönüşebilir. Geleceğin siyasi manzarasını belirleyecek olan, bu teknolojiyi kimin nasıl kullandığı olacak


Teknolojinin toplumu olduğu kadar siyaseti nasıl dönüştürdüğü, üzerinde uzun tartışmalar yapılmış bir konudur. Tarihe bakıldığında, örneğin antik Mezopotamya, Mısır ve Çin’de ilk merkezi bürokratik devletler ile su kaynaklarından uzak şehirlere su taşımak için geliştirilen hidrolik teknolojiler arasındaki ilişki çokça tartışılmıştır. Alman asıllı Amerikalı Sinolog ve tarihçi Karl Wittfogel’in 1957’de yayımlanan Oriental Despotism (Doğu Despotizmi) kitabı, hidrolik teknolojilerin ve bu teknolojilerin gerektirdiği toplumsal ve siyasal örgütlenmenin “Doğu despotizmini” kalıcı biçimde ürettiğini iddia etmiş, bu tezi Osmanlı–Türk tarihçiliği de dâhil pek çok alanı derinden etkilemiştir.

Teknolojinin siyasal yapıları nasıl dönüştürdüğüne dair en çok çalışılmış konulardan biri ise 15’inci yüzyıldan itibaren Avrupa’da yaygınlaşan matbaanın etkisidir. Üzerinde belli bir uzlaşma olan teze göre matbaanın icadı, demokrasinin gelişiminde belirleyici bir dönüm noktası olmuştur. Kitap, gazete ve broşürlerin ucuz ve erişilebilir hale gelmesi, bilgi tekelini kırarak okuryazarlığı yaygınlaştırmış; bireylere otoriteyi sorgulama ve kamusal tartışmalara katılma imkânı vermiştir. Matbaa, Aydınlanma düşüncelerinin, ardından devrimci fikirlerin ve daha sonra milliyetçilik ile sosyalizmin yayılmasını sağlayarak siyasal dönüşümlere zemin hazırlamış; kamuoyunu siyasal bir güç haline getirmiştir. Basın özgürlüğünün kurumsallaşmasıyla birlikte iktidarı denetleyen ve toplumu bilgilendiren bir mekanizma rolünü üstlenmiştir. Bununla birlikte, dezenformasyon ve propaganda üretimi gibi olumsuz sonuçları da beraberinde getirmiştir.  

20 ve 21’inci yüzyılın en önemli filozoflarından biri sayılan Jürgen Habermas’ın 1962 tarihli Strukturwandel der Öffentlichkeit (Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü) başlıklı tezi, matbaanın 18’inci yüzyılda kamusal tartışmalar üzerinden demokrasi ile ilişkisini kurarken; tarihçi ve antropolog Benedict Anderson’ın 1983’te yayımlanan Imagined Communities kitabı, ulusların ortaya çıkışını “basılı kapitalizm” kavramıyla açıklamış, gazeteler ve kitaplar aracılığıyla toplumsal “hayali cemaatlerin” nasıl oluştuğunu tartışmıştır. 

Sanayi Devrimi ve demokratik siyaset 

Sanayi Devrimi ise siyasetin sosyal tabanını köklü biçimde dönüştürmüştür. Tarım toplumunun yerini hızla büyüyen kentlerde yoğunlaşan işçi sınıfı ve güçlenen burjuvazi almış, bu da siyasal temsil talebini artırarak seçim reformlarını, sendikaların ve işçi partilerinin doğuşunu beraberinde getirmiştir. Fabrika düzeninin yarattığı eşitsizlikler sosyalist ve işçi hareketlerini doğururken; serbest piyasa ve bireysel haklara dayalı liberalizm de güç kazanmıştır. Devletler, işçi haklarını düzenlemek, altyapıyı geliştirmek ve ekonomiyi yönetmek için daha müdahaleci bir rol üstlenmiştir. 

Buharlı tren, gemiler ve telgraf mekân algısını değiştirmiş; uzak mesafeler kısalmış, zaman sıkışmıştır. İnsanlar daha önce hiç olmadığı kadar hareketli hale gelmiştir. Göçler, şehirleşme ve yeni işçi sınıfının doğuşu bu sayede ivme kazanmıştır. Siyasette ise buhar gücü ve telgraf teknolojisi, devletlerin hem iç bütünleşmesini hem de küresel rekabet gücünü artırmıştır. Sanayileşmenin hammadde ve pazar ihtiyacı, sömürgeciliği ve küresel rekabeti hızlandırmıştır. Böylece Sanayi Devrimi hem ulusal düzeyde kitlesel siyasetin gelişimini, hem ulusla siyaset zemininin güçlenmesini, hem de uluslararası düzeyde modern güç dengelerinin oluşumunu belirlemiştir.

19’uncu yüzyıl tam anlamıyla teknoloji, ekonomik örgütlenme ve siyasal yapının dönüşüm çağıydı. Bu dönemi en iyi çözümleyenlerden biri ve radikal bir alternatif model öneren kuşkusuz Karl Marx’tı. Marksizm yalnızca bir sosyal ve ekonomik analiz değil, aynı zamanda bir teknoloji analizidir. Marksizm her şeyden önce Sanayi Devrimi ile üretim teknolojilerinin dönüşümünün yapısal etkilerini çözümlemiştir.

Kapitalizm, teknoloji ve siyaset 

19’uncu yüzyıl sonlarından itibaren ise otomotiv sanayisi, modern siyasetin en stratejik alanlarından biri haline gelmiştir. 20’nci yüzyılda ABD’de Fordist üretim modeli yalnızca ekonomik büyümeyi değil, işçi sınıfı ile devlet arasındaki sosyal sözleşmeyi de şekillendirmiştir. Otomobil üretimi; enerji politikaları, petrol bağımlılığı ve uluslararası ticaretle doğrudan bağlantılı olduğundan devletlerin dış politikasında da belirleyici bir rol oynamıştır. Günümüzde elektrikli araçlar ve çevre regülasyonları etrafında yürüyen yoğun tartışmalar, otomotiv sanayisi ile siyaset arasındaki ilişkinin hâlâ ne kadar kritik olduğunu; iklim değişikliği, enerji dönüşümü ve küresel rekabet gibi başlıklarda devletlerin müdahaleci aktör olarak hala ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.

Ama teknoloji ve siyaset (ve özellikle toplumsal siyaset) demişken atlamamız gereken bir hikaye zinciri var: Gramofon, radyo ve televizyon teknolojileri siyaseti farklı biçimlerde dönüştürdü. Gramofon, 20’nci yüzyıl başında marşların, propaganda şarkılarının ve lider seslerinin kaydedilip yayılmasıyla ulusal kimlik ve ideolojik projelere hizmet etti (Tabii sesi duyulmayanların da sesinin kayda alınmasını sağladı. Gramofon teknolojisinin güçlülerin değil, kenarda kalmışların sesini duyuran bir araca dönüșmesi açısından da incelenmesi gerekir). 

Radyo, 1920’lerden itibaren siyasette devrim yaratarak liderlerle kitleler arasında doğrudan bir bağ kurdu: Nazi Almanyası’nda bir propaganda makinesi olarak işlev görürken, Roosevelt’in ABD’deki “ocakbaşı sohbetleri” (Fireside chats) halk ile siyasi elitler arasında yeni bir iletişim kanalı açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Britanya Kralı VI. George’un 1939’daki savaş ilanı ve 1945’teki Avrupa Zaferi Günü konuşmaları ise dünya siyaset tarihinin en çarpıcı radyo hitapları olarak kayda geçti. Türkiye’de ise Alparslan Türkeş’in 1960 Darbesi’ni radyodan duyurması ve hemen ardından Demokrat Parti yargılamalarının radyo aracılığıyla naklen yayımlanması, radyonun siyasetteki kritik rolünü gösteren önemli dönüm noktaları oldu.

Televizyon ise 1950’lerden itibaren siyaseti görselleştirerek liderlerin karizma, beden dili ve imaj üzerinden değerlendirildiği yeni bir dönem başlattı; Kennedy–Nixon tartışması bunun en bilinen örneğidir. Uydu yayıncılığı geliştikçe, CNN’in Körfez Savașı’nı Bağdat’tan naklen vermesi toplumların savaș algısını dahi değiștiren etkilerde bulundu. Böylece bu üç teknoloji, kültürden propaganda araçlarına, kitlesel iletişimden siyasal liderliğin biçimlenişine kadar siyasetin doğasını kökten değiştirdi.

Savaş teknolojisinin dönüştürücü gücü 

Teknolojik üstünlük, uluslararası rekabetin ve savaşların da en önemli belirleyicilerinden biridir. Okyanuslara açılan Avrupa’da denizcilik ve gemi teknolojisindeki dönüşüm, kadırgadan kalyona geçiş ya da Osmanlıların ateşli silahlarla kurdukları bölgesel üstünlük üzerine çok şey yazılmıştır. Avrupa’da özellikle topçuluk teknolojisinin 17’nci yüzyılda kaydettiği ilerlemeler, istihkâm teknolojisini ve savunma mimarisini derinden etkilemiştir. Avrupa’nın askeri mühendislikte kazandığı üstünlük, birçok açıdan Sanayi Devrimi’ne giden teknolojik dönüşümün öncülüydü. Bununla birlikte, otomatikleşen ve menzili artan ateşli silahlarla elde edilen üstünlük ile kolonyal ve emperyal genişleme arasındaki bağı ayrıca vurgulamaya gerek yoktur.

Askeri teknoloji konusunda belki de en kritik mesele nükleer rekabetti. Nükleer silahlar siyaseti köklü biçimde dönüştürdü. II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bu silahlar, “karşılıklı garantili imha” (Mutually Assured Destruction) doktriniyle doğrudan büyük güçler arasındaki savaşları engelleyerek Soğuk Savaş’ın caydırıcılık temelli düzenini kurdu. Nükleer kapasite yalnızca askeri değil, aynı zamanda siyasi prestij ve küresel güç statüsünün de ölçütü haline geldi; NATO ve Varşova Paktı gibi ittifakların çekirdeğini oluşturdu. Bazı devletlerde (örneğin Kuzey Kore) nükleer program rejim güvenliğinin temel dayanağı oldu. Bu silahlar büyük savaşları engellerken, bölgesel krizlerde tansiyonu tehlikeli biçimde yükseltti. Bugün Orta Doğu’daki gerilimin ana nedenlerinden biri İran’ın nükleer enerji ve muhtemelen silah üretimi çabası ile buna karşı İsrail’in agresif siyasetidir. Böylece nükleer güç, hem uluslararası düzenin yapısını hem de devletlerin güvenlik, ittifak ve prestij politikalarını belirleyen en kritik unsur haline gelmiştir. Nükleerden uzay teknolojisine geçiş, ABD ve SSCB rekabetinde ABD’nin üstünlüğü yakalaması karșısında Soğuk Savaș ABD ve müteffikleri lehine bitiren etkenlerden biriydi.

Bioteknoloji ve biopolitik 

20’nci yüzyılda tıp alanındaki gelişmeler de bir yandan insan ömrünü uzatırken diğer yandan yepyeni sorunlar yarattı. Biyoteknoloji gelişirken Batı tıbbı diğer tıp kültürleri üzerinde hegemonya kurdu. Holistik anlayışların yerine aşırı uzmanlaşmış bir tıp kültürü yerleşti; bu, bireyin bedeniyle ilişkisini ve toplum sağlığını dönüştürdü. Bir yandan teknolojinin gelişimiyle yayılan virüsler, yine teknoloji sayesinde durdurulmaya çalışıldı.

Bununla birlikte, tıp, teknoloji, toplum ve siyaset arasındaki en çarpıcı meselelerden biri germline engineering, yani kalıtsal genlerin değiştirilmesi meselesi olarak gündeme oturdu. Bu müdahale yalnızca bireyi değil, gelecek nesilleri de şekillendirdiği için tıbbın sınırlarını aşan bir siyasi ve toplumsal etkiye sahiptir. Etik, hukuki ve kültürel tartışmaları kaçınılmaz kılmakta; zengin kesimlerin genetik avantaj elde etme ihtimali toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmektedir. Devletler bu teknolojiyi kimi yerde dini–kültürel değerler adına sınırlamaya, kimi yerde ise ulusal güç ve biyoteknolojik rekabet adına teşvik etmeye yönelme eğilimindedir. Uluslararası düzeyde ise germline engineering, nükleer teknolojiye benzer biçimde prestij ve üstünlük aracı haline gelebilir. Dolayısıyla bu teknoloji yalnızca bireysel yaşamların değil, eşitlik, meşruiyet ve küresel güç dengelerinin de konusu haline gelmiştir.

Dijital devrim

1990’larda başlayan dijital devrim belki de teknolojinin siyasete etkisi açısından öncüllerinden daha dramatik sonuçlar doğurdu. 2000’li yılların başında dijital teknolojinin yaygınlaşması, özellikle sosyal medya tüketiminin siyasete çok olumlu yansımaları olacağı düşüncesini doğurdu. Bilginin ulaşılabilirliği ve demokratikleşmesi, insanların tartışmalara katılması ve yeni kamusal alanların doğması açısından büyük umutlar vardı.

Ancak bu beklenti gerçekleşmedi. Dijital teknolojinin yaygınlaşması, gerçeklik ile toplum arasında yeni bir ilişki kurulmasına neden oldu. Evet, iletişim ve bilgiye erişim hızlandı; fakat ortak kamusal alanlar parçalandı. İnsanlar yalnızca kendileri gibi düşünenlerle birlikte yankı odalarında toplanmaya başladı. Basının iki yüzyıl boyunca geliştirdiği editoryal normlar ve etik ilkeler yıprandı. Kutuplaşma arttı. Sahte haber, dezenformasyon, algoritmik manipülasyon ve yankı odaları yoluyla toplumsal çatışmalar derinleşti. 

Bugün dijital teknolojinin gelişimi ile geleneksel demokratik kurumların krizi ve yeni popülist otoriterliğin yükselişi arasında doğrudan bir ilişki kurabiliyoruz. Bir o kadar önemlisi, devletler ve büyük teknoloji şirketleri arasındaki güç dengesi, veri güvenliği, gözetim ve mahremiyet konularının siyasetin merkezine taşınmasıdır.

Yapay zeka siyaseti 

Yapay zeka (YZ) devriminin henüz ön aşamasındayız. Bu devrimin sosyal ve siyasal boyutlarını tam olarak kestiremiyoruz. Ancak YZ’nin ekonomilerdeki istihdam yapısını derinden değiştireceği şimdiden ortaya çıktı. Teknik düzeyde birçok iş alanı insanlardan makinelere geçecek. YZ devrimi sonucu milyonlarca insanın işsiz kaldığını düşünün. Hele ki YZ’nin robotik teknolojilerle eşgüdüm halinde gelişmesi bu durumu çok daha dramatik hale getirebilir.

Buna bir örnek: Yapay zeka ve otonom araç teknolojileri şoförlüğü hızla dönüştürmesi bekleniyor. Önümüzdeki yıllarda taksi, kamyon ve otobüs şoförlüğü gibi işlerin bir kısmı otomasyona açılacak olsa da güvenlik, hukuk, altyapı ve toplumsal kabul nedeniyle insan sürücüler denetleyici veya operatör rolünde varlıklarını sürdürecek. Uzun vadede ise özellikle lojistik ve taşımacılık sektörlerinde şoförlük işleri ciddi biçimde azalacak; fakat bu süreç yalnızca teknolojik değil, aynı zamanda siyasi, hukuki ve toplumsal kararlarla şekillenecek.

Tarihte teknolojik gelişmelerin istihdamı nasıl etkilediğine birçok örnek verilebilir. Acaba işçi hareketleri, sosyal devleti öne çıkaran siyasi hareketler, YZ’nin regüle edilerek kaçınılmaz görünen bu değişimin zamana yayılmasını, yeni iş alanları oluşturularak mevcut işlerin erimesini dengeleyebilecek mi?

Uzatmayalım. Bir de yapay zekaya soralım bakalım ne düşünüyor: ChatGPT’ye “YZ siyaseti nasıl etkileyecek?” diye yönelttiğim soruya verdiği yanıtlarla bu yazıyı sonlandıralım:

Demokratik süreçler: Yapay zeka seçim kampanyalarında seçmen davranışlarını analiz etmek, kişiselleştirilmiş propaganda yapmak ve sosyal medya stratejilerini yönetmek için kullanılabiliyor. Bu, siyaseti daha hedefli hale getirirken aynı zamanda manipülasyon ve dezenformasyon riskini artırıyor.

Kamuoyu ve bilgi ekosistemi: YZ, sahte haber ve deepfake üretimini kolaylaştırarak güven krizine yol açabilir. Aynı zamanda büyük veri analizleriyle kamuoyu nabzını çok daha hassas ölçmek, siyasetçilerin söylemlerini anlık geri bildirimle ayarlamasını mümkün kılıyor.

Devlet kapasitesi ve yönetim: YZ, bürokrasiyi hızlandırabilir, kamu hizmetlerini daha verimli hale getirebilir, güvenlik ve gözetimi güçlendirebilir. Ancak bu, otoriter rejimler için daha güçlü bir kontrol ve gözetim aracı anlamına da geliyor.

Uluslararası rekabet: YZ, tıpkı nükleer teknoloji gibi, küresel güç dengelerini belirleyen stratejik bir alan haline geldi. ABD, Çin ve AB arasında “yapay zeka üstünlüğü” rekabeti, uluslararası siyaseti ve ittifakları şekillendiriyor.

Toplumsal eşitsizlik ve temsil: YZ, iş piyasasını dönüştürerek gelir dağılımı ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirebilir. Bu da siyasette yeni talepler, çatışmalar ve toplumsal hareketler doğurabilir.

Özetle: Yapay zeka siyaseti hem demokratik katılımı artırabilecek hem de manipülasyon, gözetim ve eşitsizlik yoluyla zayıflatabilecek çift yönlü bir etkiye sahiptir. Nasıl kullanılacağı, büyük ölçüde devletlerin, şirketlerin ve toplumların tercihleriyle belirlenecektir.

Arkadaşımız haksız sayılmaz! Haftaya teknoloji, siyaset, bilgi, demokrasi konusundan devam edelim ve belki yeniden Türkiye’ye yoğunlaşalım.

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu