1950’lerde yoğunlaşan Cumhuriyet eleştirileri farklı dönemlerde farklı nitelikler kazanmıştır ama bu eleştirilerin siyasî açıdan en güçlüsü ve ileride AKP’nin tohumlarını atacak olanı, içinde güçlü bir dinî boyut barındıran İslamî eleştiridir. Bir kısmı Osmanlı kültürüne duyulan özlem, bir kısmı ise güçlü bir siyasi-dini ajandayı içinde barıdırır
Geçen yazımda, Türkiye’deki Osmanlı İmparatorluğu geçmişinin Cumhuriyet’in kuruluşundan 1990’lara kadarki hikâyesi hakkında bazı tespitlerde bulunmuştum. Bu yazı, işgal etmeme cömertçe izin verilen gazetenin tüm sayfasını kaplasa da bu devasa konunun bir gazete yazısı ile hakkını vermek tabii ki mümkün değildi. Bu yazının, 2000’li yıllardaki Cumhuriyet eleştirisi ve yeni bir Osmanlı geçmişi tahayyülü hakkında olacağının sözünü vermiştim. Ama bu sözü bir dahaki yazıda tutacağım. Müsaade ederseniz yine biraz geriden alayım.
Cumhuriyet’in İmparatorluk eleştirisi
Bir ulusal cumhuriyetin çok uluslu, çok dinli, kendisinden çok daha büyük bir coğrafyaya yayılmış ve bir hanedan etrafında örgütlenmiş imparatorluk geçmişi ile olan karmaşık ilişkisi tarihe ilgi duyan herkesi heyecanlandıran bir konu olsa gerek. Geçen yazıda ifade ettiğim gibi 1930’ların sonlarından itibaren Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluk geçmişini bir şekilde kabul etse de onu ciddi bir eleştiriye tabi tutmuş, kendisinin imparatorluktan çok farklı bir macera olduğunu vurgulamıştı. İmparatorluk büyük oranda Türkiye’nin ekonomik, bilimsel ve kültürel “geri kalmışlığının” nedeni olarak düşünülmüştü. Bu inanç Türkiye’nin aslında kolonileştirilmiş ülkelerden farklı olarak, geri kalmışlığın nedenini kendi iç dinamiklerinde araması gerektiği fikrini yaygınlaştırmıştı. Anadolu, Osmanlı İmparatorluğu yüzünden geri kalmıştı ve Cumhuriyet bu geri kalmışlığa karşı hızlı ve radikal bir reform programı ile Türkiye’yi çağdaş medeniyete ulaştırmak için vardı. Diğer bir deyişle, Cumhuriyet aynı zamanda bir Osmanlı tarihi eleştirisi üzerine kurulan bir reform projesiydi. Diğer taraftan Cumhuriyet’in Osmanlı eleştirisinin kalın sınırları vardı. Mesela ne Cumhuriyet’in resmî tarihi ne de Türkiye’deki akademik tarihçilik, çok dinli ve çok etnikli bir imparatorluğun, bir Türk millî devletine dönüşmesi sonucu Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin ve Süryanilerin ödedikleri büyük bedeller üzerinde çok durmuyordu. Kısmen bu toplumların yaşadıkları, maruz kaldıkları trajediler Birinci Dünya Savaşı sonundaki küresel dönüşümün doğal sonuçları olarak görülüyordu, kısmen de bu trajedilerin sorumlusu olarak başta İttihat ve Terakki Cemiyeti olmak üzere Osmanlı Devleti’nin son dönem iktidarları ve tabii Avrupa emperyalizmi görülüyordu. Neticede Türkiye Müslüman halkının da bu bedelleri fazlasıyla ödediği fikri vardı. O halkın da bir kısmı kendi topraklarını kaybetmiş ve Türkiye’ye hicret etmiş insanlardan oluşmuyor muydu? Diğer yandan Cumhuriyet’in çözemediği iki büyük toplumsal-siyasal sorun, Kürtlerin ve Alevilerin Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet’teki konumu konusunda tarihçilik uzun süre sessizdi. O kadar sessizdi ki, Osmanlı İmparatorluğu ve İran’ın ortak bir beşerî coğrafyası olduğu ve iki imparatorluğun örtüştüğü bu karmaşık coğrafyada, başta Kürtler olmak üzere özerk hatta bağımsız onlarca toplumsal, dinî ve siyasal birimin yaşadığına dair kadim bilgi adeta unutulmuştu (bu çok önemli mesele başka bir yazının konusu olsun).
Eleştirinin eleştirisi
Cumhuriyet’in kalın sınırları olan Osmanlı geçmişi eleştirisine karşı, yine 1930’ların sonlarından itibaren farklı çevrelerde bir Cumhuriyet eleştirisinin ortaya çıktığını görürüz. Aslında Cumhuriyet eleştirisi, aynı zamanda Cumhuriyet’in Osmanlı tarihi eleştirisinin bir eleştirisidir. 1950’lerde yoğunlaşan Cumhuriyet eleştirileri farklı dönemlerde farklı nitelikler kazanmıştır ama bu eleştirilerin siyasî açıdan en güçlüsü (ve ileride AKP’nin tohumlarını atacak olanı), içinde güçlü bir dinî boyut barındıran İslamî eleştiridir. Hilafetin kaldırılması, Türkçe ezan, Harf Devrimi, Ayasofya’nın 1934’te müzeye çevrilmesi tarikatların yasaklanması, daha da ileri giderek, Medenî Kanun’un bazı uygulamaları, vb. gibi birçok konuyu öne çıkaran İslamî eleştiriler, özellikle 1950’lerden sonra güçlü bir şekilde gündeme gelir. Bu eleştirilerin bir kısmı Osmanlı kültürüne duyulan bir özlem niteliğindendir. Bir kısmı ise kuvvetli bir siyasî-dinî ajandayı içinde barındırır. Bir kısmı siyasî partilerin içinde kendini gösterir. Bir kısmı, başta Nakşibendiliğin onlarca kolu olmak üzere, açık ya da kapalı tarikatlar içinde örgütlenir. Bir kısmı üniversitede güçlenir. Bir kısmı ise pazarda, barolarda, ticaret odalarında... Bu yazıda İslamcılığın karmaşık tarihine girecek değilim. Yapmaya çalıştığım, İslamcılığın da içinde olduğu Cumhuriyet’in İslamî eleştirisinin siyasî ve toplumsal açıdan gücünü ve kapsamının genişliğini vurgulamak. Ama aslında İslamî Cumhuriyet eleştirisi tek bir Cumhuriyet eleştirisi değildir. Nihal Atsız’dan başlayarak Türkçü Cumhuriyet eleştirisi, Cumhuriyet’in millî bir devlet olsa da yeteri kadar ve doğru bir şekilde Türk olmadığını ifade eder. Diğer yandan Cumhuriyet’in Osmanlı eleştirisini bir yere kadar kabul eder. Aslî olarak Turan’ı ve Orta Çağ Anadolusu’nu Osmanlı coğrafyasına ve çok etnikli yapısına tercih eden Türkçü eleştiri, 1960’lardan itibaren İslamî bir derinlik kazanacaktır. Yine de Türkçü niteliği azalmaz, biraz nitelik değiştirir. Zamanla Turancı Türkçülere karşı Osmanlıcı Türkçüler çıkar. Soğuk Savaş döneminde İslamî ve Türkçü eleştiriler anti-Komünizm davasında kol kola girseler de aslında bu iki akım çok ciddi farklılıkları içinde barındırmaya devam eder, hatta arada çatışırlar. Yine de iki tarafın da gönlünden fetih ülküsü eksik olmaz. Diğer yandan Hikmet Kıvılcımlı’dan Niyazi Berkes’e, Behice Boran’dan Mehmet Ali Aybar’a, Yalçın Küçük’ten Halil Berktay’a Türkiye solu içinde farklı Cumhuriyet eleştirilerine bu yazıda girecek değiliz ama bence iki dev yazarı ve iki dev kitabı burada zikredelim: Yaşar Kemal’ın İnce Memed’i ve Oğuz Atay’in Tutunamayanlar’ı Cumhuriyet’in sınıfsal niteliğinin belki de en kuvvetli eleştirileridir. Demokratik sosyalizmden, TİP ve TKP’ye, Fikir Kulüpleri’nden Maoizme uzanan geniş spektrumu içinde solun Cumhuriyet eleştirisi yine de Cumhuriyet’e farklı derecelerle de olsa şefkatle yaklaşır. Tabiri caiz ise Cumhuriyet’i İslamî (Osmanlıcı) ve Türkçü eleştirilere “yedirtmemeye” çalışır. Buradaki istisna Kürt tarihçiliğidir. Kürtlerin 1960’lardan itibaren ortaya çıkan tarihini öne çıkaran bir Cumhuriyet eleştirisi, Cumhuriyet’i Türkçü bir proje olarak konumlandırır ve içinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki özerkliklerini korumuş Kürtleri nasıl millî bir devlet içinde asimile etmeye kalktığını vurgular. Bu eleştiriler, İsmail Beşikçi gibi sosyal bilimcilerin 1970’ler ve 80’lere uzanan çalışmalarıyla beraber, Cumhuriyet’in bünyesinde kolonyalist dürtüler taşıyan bir proje olduğu eleştirisine kadar uzanır. Fikret Başkaya’nın 1991’de yayınlanıp, arkasından yasaklanan, Paradigmanın İflası kitabı ile bu tez güçlü bir mevzi kazanacaktır. Bu listeye bir akımı daha ekleyelim. Yine 1980’lerde, özellikle Özal yıllarından başlayarak, Cumhuriyet’in bir tür liberal eleştirisi göze çarpar. Buna göre Cumhuriyet aslında kapalı bir rejimdir. İçinde ekonomik ve kültürel gelişmeye izin vermez. Hatta aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun Cumhuriyet’in dar ve kapalılığına kıyasla dünyaya daha açık bir ülke olduğu vurgulanır. 1990’lardaki Balkan Savaşları ile iyice güçlenen milliyetçilik eleştirileri, kadife devrimler ve açık toplum hareketi ile bu eleştiriyi güçlendirir.
1990’lardaki ortaklaşmalar
1990’larda tüm bu Cumhuriyet eleştirilerinin bir şekilde ortaklaştığı bir dönem bizi bekler. Bu dönem, Cumhuriyet eleştirilerinin derinleşmesi için verimli bir ortam sunacaktır. Hatırlayalım: Ekonomik kriz, merkez sağın iflası, İslamcı hareketin güçlenmesi, derin devlet tartışmaları, siyasî cinayetler ve 28 Şubat 1997, ardından 1999’daki Marmara Depremi... İslamcılar, Kemalist sol dışındaki sol, liberaller, bazı milliyetçiler ve muhafazakârlar ve Kürt hareketi arasındaki Cumhuriyet eleştirisi üzerinden gelişen bu ortaklaşma aslında oldukça verimli bir dönemin kapılarını açacaktır. Ali Bulaç Birikim’de Medine Vesikası üzerine yazılar yazar; Türkiye Günlüğü’ne solcular yazı göndermeye başlar. Nilüfer Göle’nin Modern Mahrem’i başörtüsü, cinsiyet ve kadın meselesini tartışmanın ortasına yerleştirir. Sol Cemil Meriç’i yeniden keşfeder. Orhan Pamuk Kara Kitabı yazıp Osmanlı dünyası ve Türkiye arasındaki baş döndürücü macerasına başlar. İslamcılar bol bol Max Weber, Şerif Mardin ve Edward Said ve post-kolonyal teori okumaya girişir. Bu arada Malezya’dan dönen Ahmet Davutoğlu 1986’da kurulan Bilim Sanat Vakfı’nın toplantılarında Osmanlı İmparatorluğunun derin ve geniş coğrafyasını algılayamamakla eleştirdiği Cumhuriyet için yeni bir imparatorluk tahayyülü düşünmektedir. Ama her şeye rağmen Kemalist Cumhuriyet’in artık bitmesi gerektiği ve aslında bittiği tezini en net şekilde ifadesi ise liberal ekonomi modelini savunan bir iktisatçıdan duyarız. Mehmet Altan 2. Cumhuriyet der ve işler iyice karışır! Tüm bu Cumhuriyet eleştirileri Osmanlı geçmişine ilgiyi o kadar artırır ki, adeta Cumhuriyet’in saklayıp göstermek istemediği düşünülen bir Osmanlı hazinesi keşfedilmeye başlar... Bu hafta burada keselim, haftaya devam edelim.
Mehmet Genç
Geçen perşembe günü büyük iktisat tarihçimiz Mehmet Genç’i uğurladık. Mehmet Hoca hakkında çok yazılacak şey var. Muhakkak yazılacaktır. Ben de ileride Mehmet Genç’in Türkiye ve Osmanlı tarihçiliği ve entelektüel hayatı için neden çok önemli bir insan olduğu hakkında birşeyler yazmak çok isterim. Mehmet Genç yıllarca Osmanlı iktisadî ve malî kurumları ve dönüşümü (ve aslında iktisadî geri kalmışlık) hakkındaki büyük meseleleri ince analizleriyle çözmeye çalıştı. Bıkmadan usanmadan. Kimisini çözdü; kimisinin çözümünün kapısını açtı. Öyle büyük emekler ki bunlar, ben hocanın 18. yüzyılın büyük dönüşümü ile şekillenen iktisadî kurumları hakkında analizlerinin inceliklerini doktoramı verdikten yıllar sonra yeni yeni kavramaya başladım. Mehmet Genç aynı zamanda çok zarif, zeki ve nüktedan biriydi. Ben Mehmet Hoca ile çok vakit geçirmedim ama onunla birkaç çok güzel anım var. Birini Erol Özvar izin verirse burada Oksijen okurları ile paylaşmak isterim. 2016 yazı sanırım. Mehmet Hoca’yı Erol Ağabey ile arabayla Şehir Üniversitesi’nden aldık. Bir yerde kahve içeceğiz. Arabayı Erol Ağabey kullanıyor. Bağlarbaşı’nda bir kafeye gidiyoruz. Bir yol ayrımına geldik, sağa mı sola mı döneceğiz, Erol Ağabey bilemedi. “Hocam sağa mı sola mı, sağa mı sola mı” diye soruyor. Hoca meşhur nüktedanlığı ile lafı kondurdu: “Erol şimdiye kadar hep sağa döndük, bir hayrını görmedik, boşver sen sola dön!”