İsfahan üzerine yazmaktan sıkılmadın değil mi diye sordu bir arkadaşım. Hayır sıkılmadım dedim. Bir Osmanlı tarihçisi için İsfahan’da vakit geçirmek ve şehir üzerine yazmak, şehri çizmek çok ilginç bir deneyim. “Peki bunca gördüğün şehir arasında neden İsfahan?”, diye sorularına devam etti. Kafasını Osmanlı tarihinin imgeleri işgal etmiş biri için İsfahan hem çok tanıdık hem çok uzak bir şehir. “Beni biraz olsun özgürleştirdi, Osmanlı tarihinin işgalci imgelerinden biraz olsun uzaklaştım, ferahladım” diye cevap verdim. Kim bilir belki de kendimi aldatıyordum. O imgelerden kurtulmak hiç de kolay değildi ve aslında İsfahan’a da o imgelerin eşliğinde bakmanın hazzı da ayrıydı. Onun için belki de geçen yazıda, 2019 gezisinde tuttuğum not defterinden İsfahan’daki Nakş-i Cihan ve İstanbul’daki At Meydanı arasındaki benzerlikler konusunda hadsiz ama sanırım eğlenceli ifadeleri Oksijen sayfama taşıyıverdim. Yanında yetiştiğim, Almanların deyimiyle Doktorvaterim Cemal Kafadar uzun Boğaz yürüyüşlerimizden birinde “Kendimi ne kadar Osmanlı tarihçisi görüyorum, emin değilim” demişti. Cemal Bey tabii ki Osmanlı tarihçisiydi ama o ifadede Osmanlı tarihinin ve tarihçiliğinin Osmanlı dünyası ile ilgilenen birini sınırlamakla kalmayan, bazen onu boğan bir dili, kavramsal çerçevesi, ahlaki yükü ve estetiği olduğu hissi saklıydı sanki. Bunlardan özgürleşmek fikri ne kadar ferahlatıcı olabilirdi? Diğer yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun idare ettiğini iddia ettiği dünyanın imparatorluktan ve imparatorluğun bu dünyayı anlama şeklinden çok daha karmaşık ve zengin olduğunu zaten biliyorduk. Osmanlı tarihçisi işte tam da Osmanlı tarihçisi olma konumunu sorgulamadan (yani kaynaklarını, dilini, varsayımlarını, imgelerini...) bu zenginliği ne kadar takdir edebilirdi? Cemal Hoca’nın ne demek istediğini anlamıştım sanırım ve çok hoşuma gitmişti. Hocayla bir an olsun “Osmanlı tarihçisi” olmadığını düşünerek konuşunca ve onu o şekilde okuyunca, onun söylediklerinde ve yazdıklarında, onu Osmanlı tarihçisi olarak dinleyip okurken hissettiğim imgelerin ve kabul ettiğim varsayımların örttüğü çok değerli şeyler buldum. Bunlardan bazılarını İran yazılarına başladığım sayıda ifade etmiştim. Genelde İran ama özellikle İsfahan, benim için işte tam da Cemal Kafadar’ın üstü kapalı olarak altını çizdiği İngilizce tabir ile frustration’a karşı bir dermandı. Bir tarihçinin kendini aşina etmekle kalmayıp onun zihnini şekillendiren imgelerin ve kavramların tahakkümünden biraz olsun kurtulmak için bir deneyimdi. Benim İsfahan okumam sadece karşılaştırmalı tarih okuması değildi. Bir tür, 15’inci yüzyıl başlarına geri dönüp tüm Osmanlı tarihini başka imkânların eşliğinde düşünebilmek, olmuş olandan ziyade, daha neler olabilirdi sorusuyla olmamış ama olabileceklerin sınırlarına doğru bir yolculuktu.

Dört saraydan biri
İsfahan’a devam edelim o zaman. Geçen yazıda söz verdiğim üzere Çehel (yani Kırk) Sütun Sarayı’ndan bahsedeyim. Çehel Sütun Nakş-i Cihan Meydanı’nın batısında uzanan Devlethane, bahçeler ve sarayların en görkemlisi. Bânisi Safevî İmparatorluğu başkenti olarak İsfahan’ı yeniden kuran Şah Abbas’ın torunu II. Şah Abbas, yapım yılı 1647. Çehel Sütun İsfahan’ın merkezindeki günümüze sadece ikisi ulaşmış dört büyük saraydan biri aslında. Diğeri Heşt Beheşt (1669). Havuzlu Çahar Bağ’dan geçip, geçen yazıda anlattığım talar isimli sütunlu terasa ulaştığınızda Çehel Sütun sizi karşılar. Havuzlu terasın etrafından dolanıp büyük salona girdiğinizde ise gözünüze inanamazsınız. Salon dev duvar resmi panelleriyle donatılmıştır. Bu büyük ölçekli resimlerden üçü savaş, üçü ise ziyafet sahnesidir. Bu savaş sahnelerinden ikisi Safevî tarihinin iki dönüm noktasıdır. Birincisi Şah İsmail’in Özbek Hanı Muhammed Şeybani’yi mağlup ettiği 1512 tarihinde meydana gelmiş Merv Savaşı’nı, diğeri ise 1514’te Osmanlı Sultanı Selim’e mağlup olduğu Çaldıran Savaşı’nı betimler. Üçüncü resim ise Safavî İmparatorluğu dağıldıktan sonra İran’ı tekrar birleştiren Nadir Şah’ın 1739’da Karnal’da Hindistan ordularını mağlup edip İran’ın Hindistan fethine başlamasını simgeler. Bu dev savaş sahnelerinin ilki II. Şah Abbas döneminde yapılmıştır. Diğer ikisi ise 19’uncu yüzyılda Kaçar döneminde sonradan eklenmişlerdir. (Çaldıran Savaşı betimlemesi Osmanlı-Safevî rekabetinin ilk aşamasında ateşli silah teknolojisini kullanan Osmanlıların, Şah İsmail’in ordusundaki yüksek ruhanî enerjiye rağmen nasıl galip geldiklerini bir tarih dersi gibi anlatır.) Diğer üç resim ise üç farklı ziyafet sahnesidir demiştim. Bunlardan birincisi Hint Baburi İmparatoru Humayun’un 1544’te İran’a kaçtıktan sonra Safevî Şahı Tahmasp’la buluştuğu ziyafeti hikâyeleştirir. Humayun daha sonra Safevîlerin yardımı ile tekrar Hint tahtına oturacaktır. Diğer resim Şah Abbas’ın Safevîleri sığınan Özbek Hanı Vali Muhammed Han ile ziyafetini betimler. Üçüncü resim ise Çehel Sütun’un bânisi II. Abbas’ın Buhara Hanı Nadir Muhammed Han’ı ağırladığı ziyafeti. Bu üç ziyafet betimlemesi, Safevî İmparatorluğu’nun Orta Asya ve Hindistan üzerindeki hakimiyetini değil ama koruyuculuğunun altını çizer. Adeta Safavî İranı’nı erken modern İslam-Hint dünyasının lideri olarak tanımlar. Eğer Çehel Sütun’dan önce Âli Kapı’yı dolaştıysanız ve önceden de mesela Tahran’da vakit geçirip Tahran İslam Eserleri Müzesi’ni ziyaret ettiyseniz İran’ın duvar resimleri konusunda ne kadar zengin olduğunu bilirsiniz. Ama bugünün İranı da büyük ölçekli duvar resimleriyle süslü bir ülkedir. Günümüzde bu duvar resimlerinin bir kısmı İslam Devrimi ve İran-Irak Savaşı şehitlerinin ve başta Ayetullah Humeyni olmak üzere ruhanî liderlerin portreleridir. Diğer kısmı ise farklı olayları ya da hikâyeleri betimler, Tahran’da ve Şiraz’da gördüğüm Şahname’nin epizotlarını betimleyen yüksek apartmanların boş duvarlarını süsleyen dev resimler gibi. Çehel Sütun’da yukarıda bahsettiğim duvar resimlerini, diğer küçük ölçekli, freskleri andıran kadın, erkek ve doğa figürleriyle bezenmiş resimlerle beraber saatlerce seyredebilirsiniz. Duvar resimleri Çehel Sütun’u adeta hikâye anlatan ve şiir okuyan bir binaya dönüştürmüştür. İslam dünyasında başka yerlerde, İran’daki kadar yoğunlukta duvar resmi kullanımı göze çarpmaz. (Osmanlı dünyasında 15’inci yüzyılda bazı örnekler görsek de duvar resimlerinin yaygınlaşması 18’inci yüzyılın sonu ve 19’uncu yüzyılın başıdır ve çoğu zaman bu resimler şehir ve doğa betimlemelerini kapsar.) Diğer yandan hikâyeler anlatan ve şiir okuyan saray deyince aklıma Granada’daki Elhamra Sarayı geldi. Elhamra’da sarayı yaptıran Nasrid Hanedanı’nın 10 emrini betimleyen tavan resmi hariç tutarsak bir duvar ve tavan resmi yoktur ama buna mukabil bina kitabelerle birinci tekil şahıs ağzıyla konuşur ve ziyaretçileri güzelliklerini tecrübe etmeye davet eder.