26 Aralık 2024, Perşembe Gazete Oksijen
06.08.2021 04:30

İsfahan’da tahayyül

İsfahan ile İstanbul arasında şaşırtıcı benzerlikler var. Nakş-i Cihan Meydanı ile İstanbul’daki At Meydanı örneğin... Yeniçerilerin isyanlarda At Meydanı’na çıkışları aklıma geliyor. Nakş-i Cihan neden isyan mekan olmadı, halbuki ne güzel olurdu. Belki olur!

İki hafta önce şehri yürümek ve çizmek üzerine bir tartışmadan sonra Mart 2019 yılında Patricia ile İsfahan ziyaretimdeki bir günde, Nakş-i Cihan Meydanı’ndan Mescid-i Cami’ye yürüyüşümüzü ve o yürüyüş esnasında çizdiğim bir Mescid-i Şah skecinden bahsetmiş, çizimi de paylaşmıştım. Ondan önceki iki yazıda da İran ve Türkiye tarihlerinin ne kadar iç içe geçtiklerini tartışmıştım. Bu iç içe geçmişliğe rağmen, 16’ncı yüzyıldan itibaren İran ve Osmanlı imparatorlukları arasındaki rekabet sonucu, İran ve Anadolu’nun ayrışması, bu iki coğrafya arasındaki siyasî ve dinî sınırların keskinleşmesi meselesine değinmiştim. Bu sınırların hiç de imparatorlukların iddia ettikleri kadar keskin olmadığını not ederek tabii ki. Ve bir Osmanlı tarihçisinin Osmanlı dünyasına İran’dan bakmasının ona verdiği hazzı ve özgürleşmeyi paylaşmıştım. Bu yazıyı okuyan dostların önceki yazıları da okumuş olmalarını umuyorum.  Uzatmadan İsfahan yürüyüşümüze devam edelim, ne dersiniz? Ama bu yürüyüş sırasında özellikle İstanbul ve İsfahan arasındaki şaşırtıcı benzerlikler ve kontrastlar üzerinde de durmak hiç fena olmaz.

Yeni Culfa

Yine dönmek kaydıyla Nakş-i Cihan Meydanı’ndan başlayalım. 17’nci asır başlarında İsfahan’ı Safavi İmparatorluğu’nun yeni başkenti yapan Şah Abbas’ın inşasına başlayıp hanedanın ve Safavi elitlerinin devam ettirdiği meydan, Kayseriye adlı büyük bazar, camiler, devlethane yani bürokratik binalar, birbiri ardına sıralanan çahar bağ isimli içinden su geçen dörtgen bahçeler ve ön cepheleri talar ismindeki sütunlu teraslarla donatılmış saraylarla eski merkezden güneye doğru yürüyüp Zeyende nehrine ulaşmanız sadece 10 dakikayı alır.  Zayende nehri bugünkü İsfahan’ı ikiye ayırır. Arada taşan bu nehir üzerine yine 17’nci yüzyıl başlarında inşa edilmiş köprülerden ilki Allahverdi Han Köprüsü’dür. Otuz üç aralıklı ve eyvanlarla örülü bu enfes yapıdan geçerken (şimdilerde Si-ve-se Pol, yani otuz üç köprüsü deniyor) insan bu köprünün bânisini düşünmeden edemiyor. Allahverdi Han, Abbas’ın önde gelen mareşallerinden ve idarecilerinden Gürcü asıllı bir mühtedi gulam, yani kuldu. Safavi İmparatorluğu’nda da aynı Osmanlılar gibi bir dönemden sonra mühtedi kulların etkinliği gözükmektedir. İşin doğrusu, 17’nci yüzyılda Şah İsmail’in yoldaşları, Kızılbaş-Türkmen aşiret elitlerine karşı Gürcü ve Ermeni asıllı gulamların öne çıkması ve Kızılbaş elitlerin tasfiye olmasa da taşraya çekilmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun yüz-yüz elli yıl önceki gazi aileler ve kullar arasındaki gerilimleri andırır.   Zayende nehrini geçip karşı yakaya ulaştığınızda Yeni Culfa’ya (Nev Culfa) da ayak basmış olursunuz. Yeni Culfa, yine 17’nci yüzyılda Şah Abbas’ın Tebriz yakınlarındaki eski Culfa’dan (ya da Juğa, şimdi Azarbaycan sınırları içindeki Nahçıvan) getirdiği Ermeni tüccar ailelerinin kurduğu bir mahalle. Günümüzde İsfahan’ın en güzel, en renkli semtlerinden biri. Yeni Culfa’daki Surp Amenapırgiç Katedrali’ne (Vank) giden yolda yürürken İran’daki camileri andıran kubbesini gördüğünüzde, onu camilerden ayıran şeyin çinilerle bezenmemiş olduğunu anlamış olmanız lazım. Surp Amenapırgiç Vank harika bir 17’nci yüzyıl İran-Ermeni yapısıdır ve biraz Ermeni tarihi ile ilgileniyorsanız bu vankın hatırası sizi bütün dünyada dolaştırır. İran ipeğini dünyaya pazarlayan Nev Culfalı Ermeni tacirlerin Akdeniz ve Batı Avrupa’dan Hint Okyanusu’na hatta Uzak Doğu Asya’ya, Ache Sultanlığı’na uzanan küresel hikâyesinin merkezi işte bu vank ve etrafındaki mahalledir. Vank’ın içindeki fresklerden bahsetmeyeceğim. Ama vank-müzede sergilenen arşiv ve objeler herhangi birini, özellikle küresel tarihle ilgileniyorsa mest eder. Bu müzede sergilenen az sayıdaki Safavi evrakı muhtemelen 1722’de Afgan Hotak Hanedanı tarafından İsfahan’a yapılan saldırıda yok olan Safavi İmparatorluğu arşivi eğer kalsaydı, elimizde olacak hazinenin boyutları hakkında fikir verir. (Muhtemelen o zaman ben Osmanlı tarihçisi olma tercihinde bulunmazdım!).  Kaliforniya Üniversitesi’nden meslektaşımız Sebouh Aslanian’ın çalışmalarından tanıdığım Yeni Culfa Ermenilerinin hikâyesi benim çalışmalarımdan birini teşkil eden ve İran seyahatinden altı ay sonra ziyaret ettiğim Eğin’deki (Agn/Kemaliye) 18’inci yüzyıl Osmanlı Ermenilerinin hikâyesi ile birleşecektir. İleride Oksijen okurları ile paylaşmak istediğim Eğinli Ermeniler de Yeni Culfalılar gibi küresel olmasa da imparatorluk ölçeğinde çok güçlü bir ticaret ve finans ağı kurmuşlar ve Osmanlı İmparatorluğu ekonomisinin 17’nci yüzyıl krizini atlatıp 18’inci yüzyılda sürdürülebilir bir ticaret-finans nizamı kurulmasında öncü rolü üstlenmişlerdir. Eğinli Batı Ermenileri ile Yeni Culfalı Doğu Ermenileri arasındaki iş ortaklıkları ve akrabalıklar hâlâ çalışılmayı bekliyor.  Patricia ile Yeni vanka yakın bir kafede oturup vankın resmini yaparken aklıma İstanbul ve Galata arasındaki benzerlik geldi. İsfahan ve İstanbul arasındaki “müşabehet” o kadar şaşırtıcı olabilir ki, bir anda, Yeni Culfa’nın aslında İsfahan’ın Galatası olduğunu düşünebilirsiniz ve tabii Zayende nehrinin de Haliç... Bu yanıltıcı da olsa eğlenceli bir zihin egzersizidir ama Patricia’ya göre İsfahan’ı ziyaret eden Osmanlıların abes fantazileri olarak nitelendirilip gülüp geçilir. 

Meydan-ı Nakş-ı Cihan 

Nev Culfa’dan merkeze geri dönmeye ne dersiniz? Gerçi Nev Culfa’daki kafelerin, mağazaların ve duvar resimlerinin tadına doyum olmaz. Yine de... Patricia ile merkeze geri yürüyüşümüzde çok kötü bir yağmura yakalandık ve 17’nci yüzyılın diğer güzel köprüsü Pol-i Hacu’dan geçemedik. Sonraki günlerde de bu köprüyü geçmek kısmet olmadı. Ne büyük gaflet! Geçen gün Türkiye’deki Safavi dönemi İran tarihinin kaynaklarına hâkim olan az sayıdaki meslektaşlarımızdan Şefaattin Deniz’in “İsfahan yazınızda köprüleri yazmalısınız” emrini tam yerine getirmesem de şunu söylemem lazım, İsfahan aynı Paris gibi şehri ikiye bölen nehrin üzerindeki köprülerin şehri. Her köprüden geçerken ayrı bir zevkle yürüyorsunuz ve adeta şehir hakkındaki gözlemleriniz on dakikalık köprü yürüyüşlerinde dengeleniyor.  Meydana gelelim. Bu satırları yazmak hiç kolay değil. Lütfen özellikle Meydan hakkındaki bu iki üç paragrafı okurken, İsfahan’a gitmediyseniz, bir yerlerden Nakş-ı Cihan Meydanı’nın farklı açılardan çekilmiş resimlerini bulun ve o resimlerin eşliğinde okuyun.  17’nci yüzyıl Şah Abbas’ın İsfahan’ı her yönüyle meydan etrafında şekillenmiş. Meydanın bir tarafında devlethane, bahçeler ve saraylar, diğer tarafında ise bazar ve yerleşim yerleri. Kuzeye doğru, geçen yazıda anlattığım, eski merkez ve Selçukluların tekmil ettiği dev Mescid-i Cami. Güneyde ise nehir ve Yeni Culfa. Seksen üç bin metrekarelik alana yayılan meydanın etrafı eyvanlarla örülü. Dikdörtgen şeklindeki meydanın bir ucunda Şah Abbas’ın yaptırdığı dev Mescid-i Şah Külliyesi. Meydanın batı tarafında, duvarların az çok ortasında ise Âli Kapu adlı yine önü talar ile kaplı terasın olduğu saray. Âli Kapu’nun karşısında ise Meşhedli Şii alimi ve Şah Abbas’ın kayınpederi Şeyh Lutfullah’ın yaptırdığı Şeyh Lutfullah Mescidi. Şah’ın meydanı temaşa eylediği Âli Kapu aynı zamanda meydandan devlethane, dörtgen bahçeler ve saraylara geçişi simgeliyor. Meydan etrafındaki eyvanlardan meydana giriş yapılan çeşitli kapılar... Âli Kapu’nun terasına çıkıp, meydana dakikalarca baktığımı hatırlıyorum. (Daha sonra okuduğum Sussan Babaie’nin Isfahan and its Palaces kitabını keşke terasta nutkum tutulmuş şekilde meydana bakmadan önce okusaydım -bir gaflet daha!). 17’nci yüzyılda bir hükümdar neden böyle bir meydan yaptırır ve kurduğu yeni şehri bu meydanın etrafına inşa ettirir. Yoksa, bana tespitleri eğlendirici ama bir yönüyle de - ne deyim - grotesk gelen Columbia Üniversitesi’nin ünlü İran edebiyatı tarihçisi Hamid Dabashi (şu aralar İbn Haldun Üniversitesi’nde de online ders veriyor sanırım) haklı mıydı? Meydan 17’nci yüzyılda Safavi rejiminin kurduğu bir kamusal hatta demokratik nizamı mı simgeliyordu? Meydan yönetilenlerin yönetenlerle buluştuğu, beraber birbirlerini seyrettikleri, eğlendikleri ve vakit geçirdikleri, kamusal ve demokratik bir mekân mıydı?   Hamid Dabashi meydanın, Şah Abbas ile Safavi İmparatorluğu’nun Kızılbaş-Türkmen aşiretlerinin egemenliğinden kurtulup daha sonra Nadir Şah ile tekrar İran’a hâkim olacak Türk-Moğol göçebe siyaset geleneğinin bir antitezi olan, şehirli bir kamusal alanı simgelediğini düşünüyor. Öyle miydi gerçekten? Aslında İran’daki meydan geleneği Akkoyunlular zamanında Tebriz’de başlamış mıydı? Tebriz ilk önce Akkoyunluların arkasından Safavilerin baş şehriydi. Daha sonra Safavi merkezi Kazvin’e taşındığında orada da meydan inşa edilmemiş miydi? Peki neden Uzun Hasan Tebriz’de bir meydan inşa ettirmişti? Eğer Hamid Dabashi’nin İsfahan’daki meydanı adeta Helenik ve Pers geleneklerinin ilginç bir sentezi gibi görme eğilimini İran milliyetçi Romantizmi eleştirisi ile bir kenara atmıyorsak, meydan, Uzun Hasan’ın karısı, Bizans İmparatorluk soyundan gelen Teodora Megale Komnene’nin etkisiyle yaptırdığı bir Roma-Türkmen sentezi neden olmasın? (Bu akla ziyan fikirleri meydanı seyrederken defterime not etmişim.)  Ama daha ilginç bir konu var: Nakş-i Cihan ve İstanbul’daki At Meydanı arasındaki kafa karıştıran benzerlik. Benzerliğe bakın. Topkapı Sarayı’nın avlularından çıkıp Babu’s-saadet ve Bab-ı Ali’den (yani Âli Kapu) geçip, Ayasofya’nın yanından At Meydanı’na geldiniz. Ve tabii diğer tarafta Kapalıçarşı... İbrahim Paşa Sarayı’nın konumu ile Lutfullah Mescid’in konumunun benzerlikleri akla ziyan. (İbrahim Süleyman’ın Damadı, Lutfullah ise Abbas’ın kayınpederi). Hatta İstanbul’daki Divan Yolu ile sarayları Allahverdi Han Köprüsü’ne bağlayan gezinti yolu arasındaki ilginç parallelik... Tabii ki iki şehrin topografyasındaki farklılık At Meydanı ile Nakş-i Cihan arasındaki ilginç benzerliği hemen görmemize engel olabilir. Ama eğer, biz İstanbul tarihinde Ayasofya’ya da Topkapı Sarayı’nın yerine At Meydanı’nı tekrardan merkeze oturtmaya çalışırsak, İsfahan ve İstanbul’un bir arada saklanmış bir kamusallığın tarihini saklandığı yerden çıkartabiliriz. (Defterden notlar: “Yeniçerilerin ve onlara destek veren halkın isyanlarında Et Meydanı’ndan At Meydanı’na geçişleri aklıma geliyor ve daha neler. Tabi neden Nakş-i Cihan Meydan’ı isyan mekanı olmadı, halbuki ne güzel olurdu. Belki olur!”) Nakş-i Cihan hakkında söylenecek söz bitmez. Mesela Şah Abbas’ın 1622’de Hüzmüz’de mağlup ettıği Portekizlilerden, 1623’te Bağdat’ı Osmanlılardan aldığı zaman, Osmanlı ordusundan ele geçirdiği 110 topu meydandaki Âli Kapu önünde sıralaması ve 110’un ebcet hesabının İmam Ali’ye denk gelmesi. Ya da kendini Kelb-i Estan-i Ali, yani Ali’nin eşiğinin köpeği, olarak tanımlayan Şah Abbas’ın bu Meydan’la beraber Osmanlı sultanlarının tersine Sarayda saklanmayı değil, mümkün olduğu kadar görülebilen ve seyredilebilen bir hükümdar olma arayışı. Ve tabii Mescid-i Şah’la ilgili olarak, Safavi ülkesinde 12’nci İmam’ın yokluğunda Cuma namazının kılınmasının doğru olmayacağı fikrinin Abbas ile bir kenara bırakılması ve onun sonucu ilk defa Safavi hükümdarlarının mescid yaptırmaya başlaması.  Gelecek hafta biraz da 17’nci yüzyılın Safavi tarihçisi İskender Münşi’den gidelim istiyorum. Şehrin kuruluşunu ve sonraki vakaları çok güzel anlatıyor. Bu arada yeni bitirdiğim bir kitap, Kathryn Babayan’ın Abbas dönemi İsfahanı’nı bir homoerotik kamusal alan olarak anlattığı The City as Anthology kitabı... Hoşunuza gideceğine eminim. Ve tabii Çehel Sütun Sarayı’ndaki duvar resimleri… Bana İsfahan için bir hafta daha verin. Sonra bakalım, belki biraz İran’dan, yeniden dönmek şartıyla, çıkar, bir Eğin’e uğrarız. Yangınsız ve sorumluluğu çam ormanlarına “hemen de yanıyorlar” diye atanların sesini duymadığımız güzel bir hafta sonu diliyorum.
Bu resmi İsfahan’ı görmeden üç dört sene önce yapmışım. Ama meydanı da konduruvermişim. Etraftaki Yeniçeri börklü arkadaşlara turist muamelesi yapıp, şehrin bir İsfahan tasfiri olduğunu varsayalım mı?
Bu resmi İsfahan’ı görmeden üç dört sene önce yapmışım. Ama meydanı da konduruvermişim. Etraftaki Yeniçeri börklü arkadaşlara turist muamelesi yapıp, şehrin bir İsfahan tasfiri olduğunu varsayalım mı?
Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu