Son iki hafta Oksijen’deki sayfamda yazamadım. Akademik bir makale üzerine çalışıyordum. Son dönemeçte bu makale vaktimin büyük çoğunluğunu aldı. Uzun bir akademik yazı üzerine yoğun bir şekilde çalışınca, özellikle bitirme aşamasında, diğer yükümlülüklerimi unutuyorum. Bu sefer de öyle oldu. Kendimi izole etmesem makale bitmeyecekti. Tabii diğer yükümlülükler unutulunca ve e-mailler cevapsız kalınca, insanlar haklı olarak içerliyorlar. Ama dedim ya başka türlü de işler bitmiyor. Son bir ayda söz verip bitiremediğim yazılar, cevap veremediğim e-mailler, geri dönmediğim telefonlar ve aksattığım görüşmeler için topluca özür dilesem acaba bir değeri olur mu?
Bu yazıda sizlere uzun süredir üzerinde çalıştığım ve son iki üç haftada bitirdiğim o makaleden bahsetmek istiyorum. Aynı zamanda bu makalenin bitiş öyküsünü anlatacağım. İlginizi çeker mi bilmiyorum ama en azından bir tarihçi nasıl işlerle uğraşıyor, bunu paylaşmış olurum.
Karlofça’ya kafayı taktım
Uzun süredir 1699 yılında imzalanan Karlofça antlaşmalarına kafayı taktım. Hatırlayalım: Osmanlı İmparatorluğu’nun 1683 İkinci Viyana Kuşatması ardından bitmek bilmeyen bir savaşlar dizisine tanık oluruz. Bu savaşlar sonucu Osmanlılar Habsburg İmparatorluğu’nun liderliğinde kurulan Kutsal İttifak karşısında ağır bir mağlubiyet yaşar. Ardından Osmanlı, Habsburg, Venedik, Leh ve Rus delegasyonları İngiltere ve Hollanda’nın aracılığı ile bugün Sırbistan sınırları içindeki Karlofça (Srijemski Karlovci) kasabasında 1698 Ekim’inde buluşur. Müzakereler üç ayı aşan bir süre devam eder. Sonunda Osmanlı tarihinin ve bir yönüyle Avrupa tarihinin en önemli antlaşmaları arasında sıralayacağımız bir dizi antlaşma imzalanır. Bir dizi antlaşma diyorum zira Osmanlı Devleti diğer devletlerle (Rusya hariç) ayrı ayrı antlaşmalar imzalar. Rusya ile ise ancak bir sene sonra İstanbul’da bir antlaşmaya imza atılır.
Karlofça Kongresi hem anlaşmaların siyasal ve ekonomik sonuçları, hem kongrede yürütülen müzakere yöntemleri ve diplomasi açısından sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun değil Avrupa tarihi açısından da çok önemli bir merhaledir. Evet, Karlofça ile Osmanlı Devleti Macaristan ve Mora Yarımadası dahil büyük toprak kayıplarına uğrar. Ama diğer yandan bu geniş katılımlı kongre ile Osmanlı Devleti bir yönüyle Avrupa diplomatik düzeninin bir parçası olur; Osmanlı Devleti’nin fetihçi siyaseti formel olarak son bulur; imparatorluk statükoyu, sınır güvenliğini ve hatta barışı önceleyen bir devlete doğru dönüşür.
Gerçi bu anlaşmalar imparatorluğun içinde bazı tepkilere yol açar. 1703 yılında İstanbul ve Edirne’de çıkan büyük isyan bir yönüyle Karlofça ile bağlantılıdır. Ama diğer yönüyle Karlofça sadece dış ilişkilerde değil, imparatorluğun iç siyaset ve özellikle mâli düzenle ilgili önemli reform hareketlerini tetikler.
Karlofça, Osmanlı modernitesinin başlangıcı mı?
Uzatmayayım, Karlofça Kongresi ve etrafındaki olaylar ve olgular kümesi imparatorluk tarihinin en önemli ânlarından biridir ve bence imparatorluğun son iki asrını dolaylı ve dolaysız etkileriyle şekillendirdiği iddia edilebilir.
Ben bu konuda Tarih ve Toplum’un 2021 kış sayısında uzun bir Türkçe makale yazmıştım. Yazı akademik makalelerin ulaştığı okur kitlesi düşünüldüğünde oldukça ilgi uyandırdı diyebilirim. Şimdilerde 18 ve 19’uncu yüzyıl başında Osmanlı iktisadi dönüşümü, iktisadi şiddet ve borç nizamı yanında, Karlofça ânı etrafında kapsamlı bir 18’inci yüzyıl tarihi çalışması yapmaya karar verdim. (Allah akıl fikir versin, bu iki işin bir arada nasıl altından kalkacaksın diyen meslektaşları duyar gibiyim ama elden bir şey gelmiyor, meselelere “takınca” onları bir şekilde çözme girişiminde bulunmadan iflah olamıyorum).
Karlofça, Osmanlı modernitesinin başlangıcı mı? Bu, evet ya da hayır demeden, akılda tutulacak bir soru. Dedim ya, Karlofça ve etrafında örülü dramatik olaylar bence Osmanlı İmparatorluğu’nun 18 ve 19’uncu yüzyıl macerasını derinden etkiledi. Burada önemli bir noktayı dile getirmek isterim: Geleneksel olarak Karlofça bir mağlubiyet hikayesi, fetihçiliğin son bulmasıyla ilişkili bir şekilde yıkılışın başlangıcı olarak görülür. Osmanlı tarihçiliğinde bir askeri mağlubiyet sonrası olgunlaşma olarak görülebilecek bir ân neden negatif özellikler üstlensin? Neticede fetihçiliğin bitmesinin ne gibi kötü tarafı olabilir ki...
Ben Karlofça ânını Osmanlı siyasi kültürünün olgunlaştığı, imparatorluk elitlerinin imparatorluğu dönüştürme iradesinin ete kemiğe büründüğü, geleceğe yönelik güçlü bir reform ajandasının sadece imparatorluk elitlerinde değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş toplumsal dünyasında farklı kesimlerin bilinçlerine ve kelimelerine döküldüğü dramatik bir ân olarak görmeyi öneriyorum.
Egemenliğin haritalandırılması
Dedim ya, yukarıdaki iddiaları dile getiren bir makale yazmıştım. Sonra bu konuda başka çalışmalar da yapmaya karar verdim. Birkaç makale daha yazmak ve sonra belki bir kitap projesi düşünmek hiç fena fikir değildi. Stanford’tan meslektaşım Kären Wigen geçen yaz ‘Egemenliğin Haritalandırılması’ başlıklı bir konferansa davet edince, ben de o konferans için Karlofça ânı ile ilgili bir sunuş hazırladım. Karlofça Kongresi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nu temsil eden Mehmed Rami Efendi’nin müzakereleri anlattığı Sulhnâme adlı bir eseri üzerinden, Karlofça’da Osmanlı delegasyonunun Osmanlı-Avusturya sınırı yeniden çizilirken nasıl bir coğrafya tahayyülü içinde hareket ettikleri sorusu etrafında, Sulhnâme’yi yazma nüshasından yeniden okudum.
Mesele şöyle özetlenebilir: Avusturya bu kongreye hazırlanırken başta İtalyan coğrafyacı ve doğa bilimcisi Luigi Ferdinando Marsili’ye Osmanlı-Avusturya sınır bölgesi hakkında birçok harita çizdirir. (Marsili’nin hikayesi çok ilginçtir. Oraya girmeyeyim, ilgilenen internetten Avusturya, Venedik ve Osmanlı dünyasında geçen hayat hikayesini okuyabilir.) Şu soruyu sordum: Acaba Osmanlılar, Avusturya ve Venedik’in geliştirdikleri harita, kroki ve diğer kartografik malzeme karşısında nasıl bir tavır almışlardı? Neticede Osmanlılar tabii ki harita nedir bilmekteydiler ama sınır meselesiyle ilgili harita kullanmazlardı. Sınırnâmeler sınırların nereden geçtiği hakkında uzun betimlemeleri içeren yazılı metinlerdi. Avusturya ve Venedik ise belki de tarihte ilk defa böyle detaylı bir harita projesi ile bir uluslararası antlaşmaya hazırlanmışlardı. Unutmayalım, tam da bu dönemde harita tekniği ve coğrafya bilimi bir gelişme aşamasındaydı. Acaba Sulhnâme’de Avusturya/Venedik ve Osmanlı coğrafya ve mâkan tahayyüllerinin karşılaşması hakkında bir ipucu bulabilir miydim?
Arşivden arşive
Kären daha sonra konferans tebliğlerini kitaba çevirmeye karar verince iş ciddiye bindi. Ben de Sulhnâme’yi daha da dikkatli okumaya koyuldum. Bu arada Rami Mehmed Efendi’ye olan hayranlığım artıyordu. Bir yönüyle daha sonra cumhuriyetin Atatürk’ün ifadesi ile önemli bir ilke sözü olan, “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışının köklerini bu metinde buldum desem abartmış olmam.
O ayrı bahis. Başka bir konuya geleceğim. Metinde ilginç bir bölüm vardı. Avusturyalılar bir “kâğıt” ile müzakereleri başlatmak istiyorlar, “Biz bir kâğıt hazırladık” diyorlar ve Osmanlı misyonunu o kâğıt üzerinden müzakereleri yapmaya davet ediyorlardı. Neydi bu kâğıt? Bir doküman mı? Sınırları gösteren bir çizelge mi, yoksa Marsili’nin haritalarından hazırlanmış bir kartografik dosya mıydı acaba?
Bologna Üniversitesi arşivinden elde ettiğim Marsili haritalarında bunun ipuçları vardı. Evet, muhtemelen Rami’nin bahsettiği kâğıt, bir şekilde Marsili haritaları ile ilişkiliydi. Ama asıl cevabı olsa olsa Avusturya arşivindedir diye düşündüm ve geçen yaz Viyana’ya gittim.
Cüzziyattan külliyata
Viyana’da Avusturya İmparatorluk arşivine Karlofça Antlaşması’nın protokollerinin yani müzakere notlarının peşine düştüm. Avusturya arşivinde daha önce de çalışmıştım. Çalışması çok keyiflidir. Tek dert Sütterlin ve Kurrent denen o eski Almanca el yazısını okumak! Yıllar önce o yazı tekniği üzerine Viyana Üniversitesi’nde ders almıştım, ama tabii eski yazı okumak nankör olabiliyor. Bayağı zorlandım. Ama ilginç bir şey oldu. Protokollerin Avusturyalıların kâğıdı ile ilgili bölümü İtalyanca çıktı. Avusturya temsilcisi sınırlarla ilgili kendi önerilerini ‘in scritto’ yani kaleme alınmış, belki çizelgelenmiş bir şekilde vermek istediklerini söylüyordu.
Osmanlı delegasyonunda Rami Mehmed Efendi’nin yardımcısı İskerletzade Aleksandros Mavrokordatos ise yine İtalyanca buna karşı geliyor, bu yöntemin genelden tekil durumlara giden bir yöntem olacağını ve tekil durumların hakkıyla tartışılmasını engelleyeceğini söylüyordu. Yapılması gerekenin tekil durumlardan yola çıkarak genel durumu tespit etmek olduğunu vurguluyordu ve buna ‘induttione’ yani tümevarım diyordu. Rami ise kendi metninde cüzziyattan külliyata gidilmesi gerektiğini vurguluyordu.
Karaltı
Yine de sorumun cevabı tam ortaya çıkmıyordu. Avusturyalıların müzakere için öne sürdükleri “kâğıdın” muhteviyatı neydi? Eğer Osmanlıların harita kullanımına karşı çıktıklarını gösterebilsem, gerçekten önemli bir tespit yapmış olacaktım. Evet, belki de Rami ve Mavrokordatos’un “tümdengelimci” olarak reddettikleri şey harita ile sınır çizmek önerisiydi. Belki de Osmanlı delegasyonu haritalar yerel gerçekleri yansıtmıyor, statiktir demek istiyorlardı. Ve aynı zamanda Marsili’nin hazırladığı bu haritalar Osmanlı için tuzaklarla dolu olabilirdi.
Bunları düşünürken Sulhnâme’deki bir cümleye takıldım: “Kağıd ile ifadeden garazları ne ola deyü Devlet-i Aliyye murahhasları te’emmül eylediklerinde zahiren hedm ve tahliye hususunda olan hahişimizden karaltı ile bizi me’yus etmek içün lisana almağa cesaret edemeyecekleri mertebe na-seza fikirlerin kaleme getürmüşlerdir.” Burada Rami kalelerin yıkılması ve tahliyesi (hedm ve tahliyesi) konusunda Osmanlı tarafının isteklerini, beklentilerini kullanarak onları karaltı ile, yeis içine sokmak, zor duruma düşürmek için sözle ifade edemeyecekleri şeyleri kâğıtla dile getirdiklerini anlatıyor.
İlk önce sonradan “hahişimiz” olarak tespit ettiğim kelimeye takıldım. Zira yazmada bu kelime elifsiz yazılmıştı ve ikinci h (güzel he) okunmuyordu. Özer Ergenç, Fatih Yıldız, Abdurrahman Atçık, Serhat Aslaner... birçok meslektaşa bu sayfanın resmini çekip, bu kelimeyi sordum. Kimse işin içinden çıkamadı. Serhat Bilim ve Sanat Vakfı’nda adeta bir komite kurmuş, kelimeyi tartışmışlar. Özer Hoca huymişim okunabilir mi diye gece bir saatte aradı... Abdurrahman ilginç teorilerle geldi ama içi rahat değildi. Fatih ise karaltıya takılmış ama onun “kralını” gibi okunabileceğini, bunun da anlamı değiştirebileceğini söylüyordu.
Bu arada Kären makaleyi acil olarak bekliyordu. Sonunda öbür yazma nüshasına bakmak gerektiğini anladık. Serhat hızlıca İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphanesi’ndeki diğer nüshanın dijital kopyasını buldu. Ve gördük ki, kelime “hahişimizden” (arzu ve istediğimizden) manasında. Kelimeyi bulduk bulmasına da bu “karaltı” kelimesi pek manalı gelmiyordu. Arzumuzu karalamak... gibi bir anlamı mı vardı?
Gecenin bir saatinde Sabancı Üniversitesi’nden sevgili meslektaşım Abdurrahman Atçıl ile “karaltı” üzerine WhatsApp’laşmaya başladık. Tuhaf bir kelimeydi. Eski sözlüklerde kötülemek anlamında ‘tam görünmeyen, net olmayan’ manasının altı çiziliyordu. O ara ikinci yazmaya gözüm takıldı. Kelime harekelenmişti, yani kelimenin nasıl okunacağı ek işaretlerle belli edilmişti. Harekeler kelimenin bağlamda kolayca anlaşılamayacak, belki de teknik bir kelime olduğunu hissettiriyordu.
Aman Allahım, peki Rami’nın ‘karaltı’dan kastı çizim olabilir miydi? Neticede hat sanatçıları eskizlerini yaparken karalamak ifadesini kullanırlardı. Karaltı, tam ne olduğu belli olmayan bir tür tasvir olmasın sakın diye düşündüm. Osmanlılar haritalara, harta, tasvir, suret, tersim, veya resim derlerdi ama belki de Mehmed Rami Efendi, Marsili’nin yeni nesil pek de göze hitap etmeyen krokilerine biraz da yargı ifadesi ekleyerek, karaltı mı demişti?
Hemen Abdurrahman’ı aradım. “Vallahi abi haklısın, olabilir “ dedi. Özer Hoca’ya Messenger’dan yazdım. Serhat’a ‘Bil bakalım kelimenin manası ne’ diye bir soru gönderdim. Sabah saat altıda Özer Hoca mesaj atmış, “Evet haklısın bu tasvir manasında ... İki gündür aklıma takılmıştı” diye yazmış. Serhat’ın aklına yattı; kurduğu komisyona durumu bildirdi...
Makalenin tam göbeğine karaltı kelimesini bir tür tasvir yani harita olabileceğini yazdım ve bu tezi özellikle Marsili’nin haritalarından derlediğim başka birtakım delillerle de desteklemeye çalıştım. Hala çok emin değilim ama sanırım düşünmeye değer sorulara vesile olabilecek ilginç bir öneri oldu. Bu arada Osmanlıların tümdengelimci yaklaşımlar yerine cüzziyattan külliyata varan tümevarımcı yaklaşımlarının bizim modern sonrası dünyamıza ve modernite eleştirilerimiz ile bir akrabalık ilişkisi olup olmadığı sorusunu da makalenin sonuna ekleyip, makaleyi bitirdim, Kären’e en az bir aylık gecikmeyle de olsa gönderdim... İşte böyle. Bir tarihçinin kırk sekiz saati…