22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
15.12.2023 04:30

Karamsarlık

Kimle konuşsam, sevdikleri ve yakın çevresi ile korunaklı adasına çekilme eğiliminde. Eskiden duvarlar inşa edilirdi. Bugün adacıklarımızın etrafına kaleler inşa ediyoruz. Tabii inşa edilen kalelerin dışında kalanlar çaresizce koruyucu arıyor. Ve yaşadıkları sorunların müsebbibi de olsa onları koruyacağını söyleyen rejime sığınıyor


Bir süre ara verdikten sonra tekrar Oksijen’e dönmek güzel. En son 29 Ekim’de, Cumhuriyet özel sayısında yazmıştım. Arkasından üniversitedeki işlerin yoğunluğu ve bir rapor bitirmekte olduğumdan dolayı gazeteden izin istedim. Şimdi geri dönüyorum.

Geri dönüyorum dönmesine de sanki okuyucuların heyecanında eksilme olduğu hissi içinde geri dönüyorum. Türkiye’de okuyan yazan kesimde kamusal ve siyasal olaylara karşı bir ilgisizlik, bıkkınlık, hatta belki de kolektif depresyon hali var sanki. Bilmiyorum yanılıyor muyum?

Eğer bu bıkkınlık ve ilgisizlik tespitim doğru ise, bunun önemli bir nedeni, demokratik bir geri dönüş bekleyenlerin seçimlerden sonra yaşadıkları büyük hayal kırıklığı ve arkasından muhalif siyasette yaşanan şuursuz dirençler, savrulmalar ve hala devam eden tuhaf hallere karşı duyulan öfke. Bir müddet sonra kayıtsızlığa dönüşmüş olan öfke. 

Demokratik ülkelerde halkın temsilcileri vasıtasıyla sorunları çözme ve hayatlarını iyi yönde değiştirme işine siyaset diyoruz. Temsilcilere de siyasetçi. Demokrasiyi mükemmel olmasa bile bir şekilde tadan toplumlar hayatlarını siyaset aracılığıyla değiştirebileceğine inanır. Bu inanç yıkılırsa kolektif depresyon başlar. Siyaset, çözüm vadetmezse, heyecan uyandıramazsa ve sonuç alacak alternatif bir gelecek tasarımı sunamazsa, toplumun kamusal hevesi kaybolur. İnsanlar farklı adacıklara çekilir. Toplum kesimlerinin birbiri ile olan ilgisi azalır. Ortak bir gelecek tahayyülü anlamını yitirir. Var olan durum kanıksanır.

Türkiye’de katılaşmaya başlayan otoriter bir rejim var. Rejim, kendi iç gerilimleri ve çelişkileri bir yana, seçimden sağlamlaşarak çıktı. Buna karşı muhalif siyaset güçlü bir gelecek tasarımı ve alternatif kuramadı. Bunun nedenleri üzerine çok yazıldı. İleride de bir tarihçi olarak 2023 yılında ne olduğunu yorumlamaya devam edeceğim muhtemelen.

Bugün toplumsal depresyonun nedeni demokrasi, özgürlük, adalet ve muhalefet eksikliğiyle beraber, aslında daha da önemlisi içinden çıkılması hiç de kolay olmayan iktisadi kriz.

Türkiye 2018’den beri bir iktisadi buhran yaşıyor. Alım gücü azalıyor. Son iki yıldaki ücretli kesimin yarıdan fazlası enflasyon karşında her gün eriyen asgari ücrete tabi oldu. Derin yoksulluk çoktan katılaştı ve kanıksandı. Ülkenin ortak değerleri kontrolsüz bir şekilde yabancılara satılıyor. Bu arada borç ekonomisi, yüksek enflasyon hatta deprem büyük ve katmanlı bir servet transferine dönüştü. Buna bağlı olarak toplumun bir kesimi kolay ve bazen tuhaf yollardan hızlıca zenginleşebiliyor. Yaşanan bir buhran ama aynı zamanda bir ekonomik şiddet.

İktisadi şiddet ve adaletsizlik hissi siyasal tıkanma ile birleşince depresyonun yoğunluğu artıyor. Bu da nihilizme, kamusal ahlakın ve dayanışma ruhunun tümden terkine yol açıyor.

Şiddet, kaleler, dışarıdakiler

Ama toplumsal depresyonun başka nedenleri de var belli ki. Günlük hayattaki, aile içindeki, okuldaki, spor müsabakalarındaki ya da trafikteki şiddet ve zorbalık. Ya da bu saçma sapan kış saati uygulaması. Ya da beklenen büyük İstanbul depremi. Ya da gençlerin çılgınca bu ülkeyi terk etme arzusu ama bunun önündeki zorluklar, imkansızlıklar, hapsolma duygusu.

Yaşanan ve yaşanmayanın toplamı olarak hayat.

Kimle konuşsam, sevdikleri ve yakın çevresi ile korunaklı adasına çekilme eğiliminde. Dedim ya, seçim öncesinde yüksek olan kamusal angajman, ilgi, heyecan eridi gitti. Toplumla angajman erirken, kendini ve yakın çevresini bu şiddet ve belirsizlik ortamından koruma güdüsü iyice hâkim oluyor. Eskiden duvarlar inşa edilirdi. Bugün adacıklarımızın etrafına kaleler inşa ediyoruz.

Tabii inşa edilen kalelerin dışında korumasız kalan toplum yığınları çaresizce kaderlerine teslim oluyor. Koruyucu arıyor. Ve onların yaşadıkları sorunların müsebbibi de olsa onları koruyacağını söyleyen rejime sığınıyor.

Bilmiyorum bu gözlemlerim doğru mu?

Hadi biraz da dünyaya bakalım

Dünyayı bir süredir sarmalayarak devam eden fırtınalar, dinmek bir yana iyice yoğunlaştı. Artan belirsizlikler, öngörülmezlikler baş döndürücü.

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı saldırısı ve çoğu sivil 1400 İsrail vatandaşını katletmesinden sonra İsrail’in misillemesi Gazze’de çocuklar dahil binlerce sivilin yoğun bombardımanda öldürülmesi ile devam ediyor. Gözümüzün önünde bir etnik temizlik ve belki de soykırıma gitmekte olan bir katliam meydana geliyor. Ve biz bu trajediyi seyrediyoruz.

ABD ve Avrupa İsrail’i frenleyemiyor ya da frenlemiyor. Tam tersine İsrail’in bu en basit insanlık değerleri ile bağdaşmaz misillemesi sonucu ölen sivilleri “İsrail’in kendini terör saldırılarına, hatta yok olma tehdidine karşı koruma hakkından kaynaklanan zorunlu savaşın arzu edilmese de önlemesi mümkün olmayan kayıpları” olarak kodluyor. Hatta daha ötesi. Bazı kesimler İsrail’in bu saldırısını Batı medeniyetinin devamı için, yani yüce bir iyilik için zorunlu bir kötülük olarak görüyor.

Rusya, Çin ve Türkiye gibi ülkelerin liderlikleri ABD ve Avrupa’nın savrulmasını kendi agresyonlarını adeta temize çekmek için kullanıyor. Bugün evrenselliği reddeden otoriterliklere ABD ve AB’nin söyleceği pek bir söz kalmıyor

İsrail toplumu başta, Batı'daki birçok kesim yeni bir Yahudi soykırımının ancak böyle bir karşı şiddetle önleneceğine dair bir psikolojiye sürüklenmiş durumda.

Batı'da devletleri ve siyasi elitleri birkaç istisna dışında İsrail’e adeta koşulsuz destek vermesine rağmen, özellikle üniversiteli genç kesimde Filistin halkının uğradığı tarihi adaletsizliğe karşı yükselen bir tepki var. Üniversitelerde Filistin halkına sahip çıkılıyor. Ama aynı zamanda bu sahiplenmede kullanılan bazı kavramlar ve tavırlar özellikle sağ siyasal elitler tarafından antisemitizm ile ilişkilendiriliyor. Özellikle aşırı sağ, özerk üniversitelere antisemitizm gerekçesiyle saldırıyor. Müesses sol da sağın peşinden bu yoldan şuursuzca sürükleniyor.

Evrenselin krizi

ABD ve Avrupa’nın ve aslında dünyanın en önemli kurumlarından biri olan ve evrensel bilginin ve değerlerin üretildiği yerler olması gereken Batı üniversiteleri İsrail-Filistin çatışmasıyla beraber sağlı sollu bir saldırı altında. Özellikle ABD’deki üniversiteler geçen on yılda yükselen aşırı sağa, beyaz üstüncülüğüne, ırkçılığa ve göçmen karşıtlığına karşı mücadelenin önemli bir merkeziydi.

Bu süreçte, üniversiteler ırk temsili açısından daha çeşitli ve adaletli kurumlar haline gelirken özellikle muhafazakâr fikirler üniversitelerde marjinalleşti. Muhafazakârlar bunu önemli bir eleştiri unsuru yaptı. Irkçılığa ve beyaz üstüncülüğüne karşı radikal arayışlara giren üniversiteler şimdi muhafazakâr siyasetten gelen antisemitizm suçlaması karşısında kendilerini ne kadar koruyabilecek? Akademik özgürlüklerini ve kurumsal özerkliklerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirler. Bu gelişmeler Batı’da bir yönüyle akademiyi seçkincilikle eleştiren başta Trump, popülist otoriter liderlerin elini güçlendirecek, buna şüphe yok.

Gelecekte ne olacak bilemeyiz. Bir kâbusun içinden geçtiğimiz kesin. Ama bu bizim kâbusumuz. Gelecek yine de bilmediğimiz, sürprizlerle dolu bir dünya olacak. Ancak yeni nesillerin geleceği kurması için engelleri kaldırıp, imkanlar sağlayabiliriz

ABD ve AB’nin evrensel değerleri kurban eden bu acayip savrulması karşında evrenselliği Batı hegemonyasının perdelenmesi olarak görüp, evrenselliğe çoktan başkaldırmış Rusya, Çin ve Türkiye gibi ülkelerin liderlikleri ise ABD ve Avrupa’nın bu savrulmasını kendi agresyonlarını adeta temize çekmek için kullanıyor. Bugün evrenselliği reddeden otoriterliklere ABD ve AB’nin söyleceği pek bir söz kalmıyor.

Buradan nereye varmak istiyorum? İsrail-Filistin çatışmasının küresel etkileri, başta uluslararası hukuk, insan hakları ve düşünce özgürlüğü olmak üzere “evrensel” değerler üzerine kurulu bir insanlık ihtimalini adeta parçacıklarına ayırıyor ve buharlaştırıyor.

Önümüzdeki dönem dünya için evrensel arayışların tükendiği, çıplak gücün, açık şiddetin başta akıl ve ahlak, insani değerleri pervasızca ezdiği yoğun bir partikülerleşme ve dolayısıyla şiddet dönemi olarak tarihe geçecek gibi.

Evrensel yok olurken, aslında küresel mobilizasyona en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemdeyiz. İklim ve çevre krizi bizi hızla bir felakete doğru sürüklüyor. Dubai’deki COP28’e katılan sevgili çevre bilimci arkadaşım Ümit Şahin’in geçen hafta Oksijen’deki yazısından bir alıntı:

Dubai’de açıklanan yeni rakamlara göre bu düzeyde sera gazı salmaya devam edersek sadece 7 yıl içinde 1.5 derece, 15 yıl içinde 1.7 derece karbon bütçesini tüketeceğiz. Karbon bütçesini tüketmek demek geri dönüşsüz olarak sıcaklık artışını bu düzeylerde sınırlama şansını kaybetmek demek. Demek ki bu hızla gidersek 2030’larda geri dönüşsüz noktaya varacağız. Yani 7 yılımız var.

***

Ben genelde olumlu düşünen iyimser bir insanım. Bardağın dolu tarafı, olasılıkların olumlu olanı beni daha çok ilgilendir. Her şerde bir hayır vardır, bir musibet bin nasihatten evladır; sözlerine bayılırım. Bir tarihçi olarak da dünya tarihine bir gerileme ya da döngüsel bir tekerrür olarak değil, zikzaklar ve dağınıklıklarla beraber farklı ritimlerde bir ilerleme hikayesi olarak bakmayı tercih ederim. Bu bakış açısının kusurlarını bilsem de olabildiğince iyimser tutumun insanlık için de benim için de daha hayırlı olduğunu düşünürüm. Ama bu aralar zihnimde iyimserlik pek iş görmüyor. Bu geri dönüş yazısı bunun belgesi oldu.

“Sen de kardeşim yazılara toplumsal depresyonla başladın, zaten moralimiz bozuk, iyice bozuyorsun” demiş olabilirsiniz. Evet, belki de yazılara bir süre daha başlamamam gerekiyordu!

O zaman şöyle bitirelim: Gelecekte ne olacak bilemeyiz. Bir kâbusun içinden geçtiğimiz kesin. Ama bu bizim kâbusumuz. Gelecek yine de bilmediğimiz, sürprizlerle dolu bir dünya olacak. Çocuklarımıza uzaklara ulaşan bir gelecek tasavvuru sunmamızın pek bir pratik değeri olmayabilir. Ancak yeni nesillerin geleceği kurması için engelleri kaldırıp, imkanlar sağlayabiliriz ve bu imkânları genişletebiliriz. Bunu yapmalıyız. Depresyondan çıkmalı, kendimize gelmeliyiz.

Güzel bir hafta sonu diliyorum. 

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu