Türkiye tarihinin en derin toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Bir kriz anında ortaya çıkan Başkanlık sistemi, yaygın bir güvensizlik, emniyetsizlik ve öngörülmezlik içinde, süreklilik kazanmış bir olağanüstü hâl rejimi olarak bilinmez bir sona doğru ilerliyor
Uzun zamandır Türkiye‘nin içinde debelendiği durumu tanımlamak için kullandığımız kelime kriz. Evet, Türkiye tarihinin en derin toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Özellikle 2016 darbe girişimi ve arkasından 2018 referandumu sonucu Başkanlık sisteminin gelmesiyle ülke adeta denetimsiz ve sorumsuz ama neredeyse sınırsız yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanı ve onun etrafında oluşan amorf bir ittifak ağının yönetimi altında buldu kendini. Aslında hala bu yeni rejimin tam nasıl işlediğini çözümleyemiyoruz. Ama anladığımız bir şey var: Bu yeni tasarım yaygın bir güvensizlik, emniyetsizlik ve öngörülmezlik içinde süreklilik kazanmış bir olağanüstü hâl rejimi olarak yürüyor. Bir kriz anında ortaya çıkmış ama var olan krizi çözmek yerine onu yoğunlaştıran yeni rejimin hem ülkeyi hem kendini adeta yiyerek bilinmez bir sona doğru ilerliyor. Geçen bir aydır artarak alevlenen ekonomik çalkantı bu yolculuğun önemli bir aşaması olduğu kadar, belki de krizin anatomisini anlamamız için önemli bir örnek. Ya da şöyle ifade edelim: Bu günlerde dünya basınında yaygınlaşan tabirle Erdoğanomics, yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomi „kuramı“ tam da Türkiye‘nin her gün derinleşen total krizinin alamet-i farikası gibi tüm endâmı ile karşımızda yükseliyor. Erdoğanomics‘in yargının bağımsızlığını, güçler ayrılığını, ekonomi yönetiminde Merkez Bankası gibi özerk kurumların varlığını reddetmekten çok öte, başka ilginç özelliklerinin olduğunu yaşayarak öğreniyoruz. Teorinin Türk lirasına olan güveni azaltarak Türkiye‘yi rekabetçi bir ekonomi haline getirmek gibi „sıra dışı» özellikleri, ülkenin ve iktidarın yol aldığı bu karanlık tüneli kısaltacak mı uzatacak mı, onu da yine yaşayarak göreceğiz.
Küresel boyutta
Yalnız şu noktayı da unutmamamız lazım. Özellikle 2018‘den beri tecrübe ettiğimiz bu cinnet hali özgün yanlarına rağmen, birçok yönüyle büyük küresel bir krizin tezahürü. Bazılarına göre 1990‘ların sonlarından, bazılarına göre 2008-2009 yıllarından itibaren küresel anlamda büyük bir ekonomik ve siyasal çalkantı yaşanıyor. Küresel çalkantının bir kaynağı, neo-liberal iktisadî modelin ve finansal küreselleşmenin bunalımı. 1970‘lerin başlarındaki petrol krizi ardından küresel sermaye ve finans dolaşımının önünü açan ve devletlerin piyasaya müdahalelerini sınırlandıran neo-liberal rejim 40 yılda dünya ölçeğinde genişledi ve bu sistemin dışında kalan bir iki ülke hariç tüm dünyayı kapladı. Neo-liberal rejim 1980’li yıllar ile yeni ekonomi-politik ortodoksi haline gelirken, bir yandan da bu modelin farklı, bir anlamda „hibrit“ ya da „bozuk“ uygulamaları ortaya çıktı. Ama ilginçtir, 1970‘lerden sonraki en büyük kriz bu ortodoksinin merkezinde, ABD‘de ortaya çıktı ve dünyaya yayıldı. Kamu denetiminin olmadığı finans piyasalarının kendi kendilerini denetleme ve risk analizi yapma yeteneğinden ne kadar uzak olduğunu 2008 ve 2009 yıllarında büyük bir maliyetle bütün dünya tecrübe etti. 2008-09 krizi özellikle gelişmiş ekonomileri vurdu. Aslında, genel kanının aksine 1980‘lerden beri dünyaya hâkim olan neo-liberal küreselleşme, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki iktisadî uçurumların belli ölçüde kapanmasına katkıda bulunmuştu. Buna mukabil, neo-liberal modelin, hemen bütün varyantlarının, ülkelerin içinde çok büyük gelir eşitsizlikleri yarattığı 2000‘li yıllarda iyice ortaya çıktı. Güçlü sol alternatiflerin yokluğunda, tam da bu gelir eşitsizlikleri, dünyada yaygınlaşan kimilerinin illeberal demokrasi (yani özgürlükçü olmayan demokrasi), kimilerinin popülist otoriterlik adını verdiği hareketleri besledi. Bunun sonucu İkinci Dünya Savaşı’nda sonra Batı‘da şekillenmiş ve Soğuk Savaş‘tan sonra geleceği kurma iddiası ile dünyada yayılmaya başlamış liberal demokratik model de yine 2010‘larla beraber çatırdamaya başladı. Bu çatırdama öyle bir aşamaya geldi ki, liberal demokratik ütopyanın gardiyanı ABD‘de otoriter-popülist başkaldırının lideri Donald Trump‘ın destekçilerinin, seçim sonuçlarını kabul etmeyip ABD parlamentosunu bastıkları bir darbe girişimine kadar uzandı. 2019‘da Dünya’yı sarsan Kovid 19 pandemisi ise adeta bu birbirine dolanmış iki küresel krizi tüm çıplaklığı ile görmemize neden oldu. Tabii bunların üzerine tüm dünyayı bekleyen asıl büyük kâbus, tüm krizlerin anası iklim krizini de ekleyelim. Ve soralım: Türkiye bu genel küresel hikâyenin neresinde? Şüphesiz Türkiye‘deki bu son cinnet halini, tüm kendi özgün yanlarını da dikkate alarak bu küresel bağlam içinde görmemiz,benzerlikler, farklılıklar ve bağlantıları anlayarak, gerçekçi sonuçlar çıkarmamız gerekiyor. İleriki yazılarda bu konunun üzerine gidelim diyorum. Ama madem kriz kavramını, içinde debelendiğimiz durumu anlatmak için bu kadar yaygın kullanıyoruz, gelin şimdi kavramın biraz tarihçesine bakalım.
Peki nedir bu kriz?
Kriz kelimesi eski Yunanca’dan krino kökünden geliyor. Bu kökün ayırmak, tercih etmek, yargıya varmak, karar vermek, ölçmek gibi manaları var. Eski Yunan hukuk kültüründe krisis kelimesi ahalinin bir konuda verdiği karar, kolektif yargı anlamına da geliyordu. Ama zaman içinde kelime tıbbî bir manaya kavuşmuş. Kadim tıpta kriz bir hastalığın yoğunlaşıp ve en “kritik” (tahmin edileceği gibi kritik kelimesi de krino kökünden geliyor) dönemini tanımlamak için kullanılan bir ifade. Galen, De Diebus Decretoriis yani Kritik Günler kitabında krizi bir hastalığın ani bir şekilde hastanın ölmesi ya da yaşaması seçeneklerinin gündeme geldiği aşama olarak tanımlıyor. 17’nci yüzyıldan itibaren kriz kelimesi Avrupa dillerinde siyasi ve toplumsal olgulara atfen kullanılmaya başlamış ve bir siyasal bünyenin ölüm/kalım dönemini tanımlamış. Bu kullanıma göre, kriz öyle bir dönemdir ki, burada verilecek kararlar kriz halindeki siyasal bünyenin yıkılıp, yok olmasını ya da bir birlik içinde hayata devam etmesini sağlar. Bu anlamı ile kriz bir tür apokaliptik dönemi ya da dünyevi kıyameti simgeler. 18’inci yüzyıldan sonra, kelime büyük bir sıçrama öncesi dönüşüm sürecini niteler olmuş. Özellikle Fransız Devrimi’yle birlikte kriz sıkça révolution yani devrim kelimesi ile beraber kullanılmış. Bu bağlamda kriz devrim arifesinde, dengelerin bozulduğu, belirsizliğin yaşandığı, risk ve güvensizliğin arttığı, o büyük sıçramanın henüz gerçekleşmediği ancak tohumlarının atıldığı, sıkıntılı ama bir yönüyle verimli dönemi tarif ediyordu. 1848 devrimlerinin Avrupa’yı sarstığı yıllar “kriz” kavramının siyasal ve toplumsal gerilimleri tanımlamak için iyice yaygınlaştığı zamanlar. Tam bu dönemlerde Marx kriz kavramını bir ekonomik çerçeveye oturtur ve üretim ilişkilerinin dönüştüğü, buna rağmen kurumsal üst yapının direndiği, sıçramanın olmadığı zamanları tanımlamak için kullanır. Ama daha özel olarak Marx, krizi kapitalizmin devrime yol verecek iç çelişkisini tanımlamak için kuramsallaştırır. Kabaca tarif edersek burada kapitalizmin krizi, artı değerin tamamen sermayedarlar tarafından temerküz edilerek körce, daha çok üretim ve kâr için kullanılması, ama başta işçi sınıfı olmak üzere, fakirleşen toplumsal kesimlerin taleplerindeki düşüş dolaysıyla büyük bir arz fazlasının oluşması ve bunun sonucunda tüm üretim sisteminin kilitlenmesi olarak tanımlanır. Marx devrimden önceki aşama olan krize pozitif bir anlam verir. Marksist iktisat, Marx sonrasında da özellikle yüzyıl dönümünde gelişen emperyalizm kuramları ve finans kapital analizleri ile zengin bir kriz teorileri repertuvarı oluşturur. Ama aynı zamanda, Clamént Juglar’ın kurduğu teori krizi normalleştirir ve kavramı ekonomilerin büyüme ve durgunluk arasında sonsuza kadar devam eden yükseliş ve düşüşlerini tanımlayan bir çerçeve olarak ele alır. Zamanla klasik ekonomi teorisinde de kriz başta arz ve talep, üretim ve tüketim, ithalat ve ihracat, borç ve kredi, sermaye ve emek gibi ekonomik faktörler arasındaki dengelerin dış nedenlerden (doğal afetler, siyasal gelişmeler ya da teknolojik değişimler vs.) ya da piyasanın döngüsel özelliklerinden ötürü bozulduğu ve bir türlü yerine oturtulamadığı, bunun sonucu ani fakirleşme, üretimsizlik, yüksek enflasyon gibi sonuçlar üreten dönemleri ya da durumları tanımlamak için kullanılır. 19’uncu yüzyılın sonunda kriz kavramının sosyal manası derinleşir. Kelimeye bazen psikolojik, bazen metafizik anlamlar yüklenir. İsviçreli sanat ve kültür tarihçisi Jacob Burckhardt kriz kavramını büyük toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlere tanık olan insanların bildikleri ve inandıkları şeylerin yıkılması ve dağılması sonucu yaşadıkları derin çalkantı, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin ikilikleri arasında yaşadıkları derin kafa karışıklığı olarak inceler. Nietzsche ise daha ileri gider ve krizin, eski düzenin yıkılması ile insanın bilincindeki büyük çatışma ve insanın tüm sosyal, moral ve metafizik halinin dağıldığı, ruhunun adeta sıfırlandığı bir insanlıktan çıkma anı olarak anlatır. Ve bunu kaçınılmaz görür.
Kendini tekrarlıyor
20’nci yüzyılda kriz kavramının kullanımı hızla genişler. Gerçi Joseph Schumpeter gibi kriz kavramını kullanmayı reddeden çok önemli bir politik iktisatçı olduğu gibi, kavramı çok daha geniş manada kullanmakta ısrar edenler de vardır. Husserl Batı Biliminin Krizi kitabında, özellikle Batı medeniyetinin, bu medeniyeti kuran aydınlanma ve bilimsel bilgi ile insanın iç dünyası ve toplumsal yapı arasındaki dengeyi kuramadığını, bunun için içkin bir krizde olduğunu vurgular. Kriz kavramı üzerine en çok kafa yoran Alman kavram tarihçisi Reinhart Kosellleck aydınlanmanın demokratik bir toplum modeli kurmak isterken totaliter ve despotik bir süreci tetiklediğini, bu çelişkinin ise modern toplumu kendini tekrarlayan bir krize sürüklediğini anlatır. Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında, bilimsel paradigmaların nasıl yeni buluşlar, teknolojik değişim ve bilim insanlarının sosyolojik konumunun dönüşümü sonucu bir süre sonra krize girdiklerini ve bu krizlerin yeni paradigmaları doğurduğunu inceler.
Yoksa ‘buhran’ mı?
Evet, 20’nci yüzyılda kriz kelimesi, devrim, ilerleme, toplumsal yapı gibi birçok durumu anlatmak için kullanılmaya devam eder. Belirsizliklerin yoğunlaşması ve güvenin azalması; bir ilişkideki dengenin bozulması; volatilitenin ve risklerin birden fırlaması; devamlılık ve devrim arasındaki ara dönem; kurumsal yapının toplumsal gelişmeler karşısında yetersiz kalması... Erik Erikson’ın çerçevesini çizdiği kimlik krizindeki insanın çocukluktan yetişkinliğe geçememesi ya da iki hali birden yaşaması; bir toplumun kimlik krizinde ise o toplumun kendine dair karar verememesi, toplumsal barışını sağlayamaması, bunun sonucu iç çatışmaların çıkması... Diplomatik kriz, yani ülkeler arasında gerilimlerin artması ve ilişkilerin kopması ya da çatışma halinin yayılması, olasılığının artması... Liderlik krizi yani bir liderin liderlikte oturduğu halde yönetememesi; Habermas’ın anlattığı meşruiyet krizi, yani toplumun topluca ya da kayda değer bir kesiminin yöneticiler ve kurumlara güvenin ve rızasının kalmaması, ve daha niceleri. Bu hafta burada bitirelim ve gelecek hafta biraz Türkçe, Arapça ve Farsça’da kriz yerine kullanılan, kökü Aramca ve Süryaniceye uzanan Buhran kelimesinin hikayesine bakalım. Olabildiğince neşeli bir hafta sonu diliyorum.