Mayıs 2023 seçimleri Türkiye için bir kırılmaydı. Birçoğumuz için bu seçimler bir yol ayrımına işaret ediyordu. Türkiye ya demokratik bir uyanışa sahne olacaktı; ya da bu otoriter ama aynı zamanda keyfi yönetim güçlenecekti. Ama olumlu işaretler vardı. 2019 seçimlerinde muhalefet büyük şehirlerde büyük bir başarı kazanmıştı. Bu başarının bu seçimlerde de devam edebileceğini düşünüyorduk. Muhalefet, birçok soruna rağmen, birleşmeyi bildi. Son iki yılda Türkiye’nin önüne demokratik bir seçenek koymaya yönelik önemli bir mesafe alındı. Bu son iki yılda yazılarımla Türkiye’nin demokratik uyanış imkanını düşünerek, bu sürece katkı vermeye çalıştım. Türkiye’nin 100’üncü yılında yeni bir tasarıma ihtiyacı olduğunu, 22 yıllık AKP iktidarının yeni dönemde demokratik uyanış için bize önemli bir tecrübe sunduğunu yazdım. Yaşadığımız fırtınalı dönemin Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı mirasından devralınmış ve kuruluştan itibaren birikmiş kadim sorunlarını da olabildiğince bertaraf edecek yeni bir siyasal-sosyal düzenin tasarımı için farklı düşünme imkânı sunduğunu vurguladım. Bu arada Türkiye’de böyle bir demokratik uyanışın dünya için de çok önemli bir gelişme olacağını, birçok ülkede yaygınlaşan otoriter ve popülist-otoriter rejimlere karşı yeni bir demokratikleşme dalgasını tetikleyebileceğini ifade ettim.
Bir tarihçinin böyle bir tarihi dönemi yaşaması, düşüncelerini gazete aracılığı ile toplumla paylaşması, hatta bu dönemin önemli aktörleri ile birebir konuşma imkânı yakalaması da ayrıca çok ilginçti. Tarihçileri içinden geçtikleri dönemi geniş bir tarihi bağlama oturtabilme eğitimi almış insanlar olarak düşünebiliriz. Ben de bu fırtınalı iki yılı geniş bir tarihi çerçeveye oturtmaya gayret ettim. Bunu ne kadar becerebildim bilmiyorum ama yazıp düşündükçe içinde yaşadığımız zamanın ülkemizin tüm tarihi macerasında çok belirleyici olduğuna kanaat getirdim. Evet, bugün geleceği öngörmek belki her zamankinden daha zordu, ama yaşadığımız zaman dilimi bir yönüyle Türkiye’nin birçok tarihi meselesinin adeta önümüze serildiği, bu meseleler hakkında pozisyon almasını gerektiren bir zaman dilimiydi. Bu alınan ya da alınmayan pozisyonlara göre tarih şekillenecekti.
Gerçekleşmeyen Türkiye semineri
Geçen yaz muhalefet için “Büyük Türkiye Semineri” kavramını önermiştim. Muhalefetin seçim kampanyasını bir seminere çevirmesi, halkın farklı kesimleri ile interaktif bir söyleşme sürecine girmesi, böylece Türkiye’nin katmanlı ama saklı bilgisini ortaya çıkararak, yeni bir gelecek tasarımı yapması gerektiğini yazmıştım. Öyle ya, madem tarihsel bir kırılma noktasındaydık, buna uygun davranılmalıydı. “Mış” gibi yapılmamalıydı. Cesaretli olunmalıydı. Güçlü bir siyasal, iktisadi ve sosyal gelecek tasarımı ile toplumun karşısına çıkılmalıydı. Ancak yeni bir gelecek tasavvurunun etkili bir kampanya ile birleşmesi sonucu milliyetçi-muhafazakâr otoriter-güvenlikçi bir siyasal bloğun katılaştırdığı bu rejim karşısına güçlü bir alternatif sunulabilirdi. Bu alternatif bir restorasyon, eski Türkiye’nin onarımı ya da ihyası olmamalıydı. Yeni, gerçekçi, cesur, tutarlı ama aynı zamanda toplumun farklı kesimlerinin zihnine ve kalbine nüfuz edebilen yeni, taze bir alternatif olmalıydı.
Tabii ki böyle bir çaba hiç kolay değildi. Hele bu kadar kısa zamanda çok farklı bileşenleri olan muhalefetin Türkiye’nin baş döndürücü gündeminden sıyrılıp devleti arkasına alan iktidarın meşru ve gayrimeşru her yolu mübah sayan tutumuna karşı geçmişe, geleceğe ve dünyaya bakarak toplumla beraber yeni bir siyasal kurgu oluşturması belki de imkânsızdı. Yine de şunu söylemek gerekiyor: Eğer muhalefet amacının bu yolda güçlü şekilde yürümek olduğunu topluma anlatabilse ve bu yönde cesur adımlar atabilseydi, her şeye rağmen toplumdan çok daha büyük bir destek alabilirdi... Alabilirdi çünkü toplumun büyük çoğunluğunun tüm bu yaşananlardan sonra gerçek bir tazelenmeye ihtiyacı olduğu açıktı.
Yine de iyimserlik
Sonuçta muhalefet kendi iç tutarlılığını yakalamak ve toplum önüne bir seçenek çıkarmak için uğraştı ama güçlü, gerçeklik hissi yaratan ve insanlara geleceği hayal ettirebilecek taze bir alternatif sunamadı. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş projesi ve diğer protokoller şüphesiz çok değerliydi. Ama bunlar ne parti tabanlarıyla ne toplumla bütünleşmiş samimi ve geniş kesimlerce paylaşılan entegre bir projeye dönüşemedi. Muhalefet seçimi topluma sunduğu bir alternatif üzerinden yürütemeyince, seçim Erdoğan rejimi kalsın mı gitsin mi seçimine dönüştü.
Erdoğan yönetiminin özellikle ekonomideki akıl almaz beceriksizliği deprem sonrası afet yönetimindeki basiretsizliği ile birleşti. Bir noktadan sonra birçok kişi bu rejimin kendi dinamikleri içinde çürüyor olduğunu düşündü. Muhalefet ise aslında tüm eksiklerine rağmen, belki de bu eksikliklerini perdeleyecek, fena olmayan bir kampanya yürüttüğü izlenimi verdi.
Burada muhalefetin yaşadığı krizlere (hem Millet İttifakı’nın hem Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yaşadığı krizlere), cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun doğru aday olup olmadığı (ya da kampanyada ona biçilen rolün doğru rol olup olmadığı) ve muhalefetin pozitif kampanyasının iktidarın negatif kampanyasına cevap verip veremediği konularına girmek istemiyorum. Bu konular üzerine birçok yazı yazılıyor. Ben de seçimden önceki haftalarda bu meselelere değindim ve endişelerimi belirttim. Ama şunu itiraf edeyim: Muhalefet bloğunun tüm yetersizliklerine ve sürekli göze çarpan güven eksikliği gibi iç sorunlarına rağmen, toplumda Erdoğan rejimine karşı olan bıkkınlık sonucu, bu seçimin muhalefet tarafından kazanılacağını düşündüm.
Aslî neden: Kürt-Türk sorunu
Peki neden seçim kaybedildi? Dedim ya, birçok neden sayabiliriz. Ama ben ittifakların kurgusu, aday ya da kampanyanın ötesinde, seçimin muhalefet tarafından kaybedilmesinde daha yapısal bir nedenin rol oynadığı fikrindeyim. Mağlubiyetin temel nedeni Millet İttifakı’nın Türkiye’nin bugün en önemli siyasal çıkmazı olan Kürt sorunu karşısındaki tutumu olduğunu düşünüyorum.
Nasıl mı? Gelin olayların akışını inceleyerek biraz tarihçilik yapalım:
2022 ortalarından itibaren HDP’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceği netleşmişti. Kılıçdaroğlu’nun aday olması için de bu destek anlamlıydı. Neticede Türkiye’de 40/40/10’luk bir denklem oluşuyordu: Toplumun yüzde 40’ı iktidarı; yüzde 40’ı Millet İttifakı’nı; yüzde 10’u (hatta yüzde 13’ü) HDP-TİP ittifakını desteklemekteydi. Geri kalan ise ya kararsızdı ya da ittifak dışı küçük partilere dağılmıştı. Bu denklem içinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığı Millet İttifakı ve HDP-TİP desteği ile rahatça yüzde ellilerin ötesine geçecekti.
Gerçi Ekrem İmamoğlu’na gelen kesinleşmemiş siyaset yasağından sonra birçok kişi İmamoğlu’nun aday olması gerektiğini düşünmüştü. Zira İmamoğlu da Kılıçdaroğlu gibi HDP-TİP’ten de milliyetçi-muhafazakar kesimlerden de güçlü bir destek alabilirdi. Aynı zamanda İmamoğlu’nun, yasaklanmasının yaratacağı toplumsal tepkiyi onun aynı 2019 seçimlerinde olduğu gibi çok iyi değerlendireceği, meseleyi haklı olarak bir haksızlık ve demokrasi mücadelesine oturtabileceği düşünülüyordu. Lakin CHP yönetimi Ekrem İmamoğlu’na siyaset yasağı ile şantaj yapılmasına karşı bir siyaseti merkeze almak, mücadeleyi oradan kurmak istemedi. Bunun nedenini biliyoruz.
Diğer yandan özellikle İYİ Parti ve Meral Akşener kanadı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını doğru bulmuyordu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, İYİ Parti Kılıçdaroğlu’nun riskli bir aday olduğu fikrindeydi. Kılıçdaroğlu’nun toplumda güçlü bir karşılığı olmadığını düşünülüyordu. Ama kendilerine göre daha önemli bir gerekçeleri vardı: Kılıçdaroğlu’nun HDP’nin, yani Kürt siyasal hareketinin desteği ile seçimi kazanması. Bu durum milliyetçi İYİ Parti’yi rahatsız ediyordu. İYİ Parti çevreleri Ekrem İmamoğlu ama özellikle Mansur Yavaş seçeneklerini destekliyorlardı zira bu iki adayın Kürt oylarına ihtiyaç duymadan cumhurbaşkanlığını kazanma ihtimallerinin olduğuna inanıyorlardı.
Aslında İYİ Parti bir dilemma yaşıyordu. Parti Kürt meselesi hakkında bir angajmana girmek istemiyordu. Böyle bir angajmana milliyetçilik ile merkez sağ arasında salınım içinde olan bir parti olarak hazırlığı ve cesareti yoktu. Ama MHP gibi Kürt sorunu konusunda tamamen inkârcı ve güvenlikçi bir yere de savrulmamaları gerekiyordu. İYİ Parti susmayı tercih etti. Aday kim olursa olsun, o kişinin HDP ile yapacağı açık ya da kapalı diplomasiyi baltalamayacaktı ama kendi HDP’yi ve Kürt siyasal hareketini yok sayan bir tutum içinde olacaktı.
Kriz, Millet İttifakı ve Kürtler
Mart başında Altılı Masa krizi Türk siyasal tarihinin en ilginç olaylarından birisidir bence. Akşener Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığı için kurduğu stratejiyi bir oldu bitti olarak görerek, bir sıkıştırılmışlık hissi ile sert ve iyi düşünülmemiş bir tepki verdi. Ama muhtemelen Kılıçdaroğlu’nun Kürt hareketi tarafından açıkça destekleniyor olması da bu tepkide bir rol oynadı. Ne var ki, Akşener iyi düşünülmemiş bu çıkıştan geri adım atmak zorunda kaldı.
Bu tepkinin yol açtığı güven bunalımı Millet İttifakı’na büyük zarar verdi. Millet İttifakı’nın oy oranı düşüyordu. Özellikle İYİ Parti’de yüzde 17’lere varan oy oranı erimekteydi. Mart krizi ile İYİ Parti yüzde 10’ların altına gerilemişti. Bu noktada Kemal Kılıçdaroğlu’na Kürt hareketinden gelen destek iyice güçlendi. HDP’nin yanı sıra Selahattin Demirtaş ya da Ahmet Türk gibi isimler Kılıçdaroğlu’na desteklerini daha net ifade etmeye başladılar. Sonunda İYİ Parti ve Meral Akşener İmamoğlu ve Yavaş’ın cumhurbaşkanlığı yardımcılığı şartı ile Kılıçdaroğlu’nun adaylığını istemeyerek de olsa kabul etti. Bu arada muhtemelen Ali Babacan’ın diretmesi ile tuhaf bir yedi başkan yardımcılığı formülü getirildi ve başkan yardımcılığı formülünün önceki tasarlandığı hali, yani iki belediye başkanının başkan yardımcısı olması formülü sulandırıldı.
Sonuçta gelinen noktada Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinin HDP (YSP) desteği ile mümkün olduğu netleşti. O günlerde birçok kişi bunun Kürt siyasal hareketini anahtar konuma getirdiğini düşündü. Bu tespit hiç de yanlış sayılmazdı. Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanını içinde Kürt hareketinin de bulunduğu geniş bir kesim seçmiş ve Kürt hareketi de aynı 2019 seçimlerinde olduğu gibi belirleyici konumda olacaktı. Hatta HDP iki bloğun çoğunluğu oluşturamadığı parlamentoda da anahtar parti haline gelebilecekti.
Ne olduysa bundan sonra oldu. AKP ve MHP Millet İttifakı ile Kürt hareketi arasındaki zımni iş birliğini kampanyasının merkezine oturttu. Kürt diasporasından veya Kandil’den gelen mesajları, çoğu zaman köpürterek, çok büyük bir negatif kampanyaya girişti. Özellikle Facebook gibi dijital mecralarda milyonlarca lira akıtılan bu kampanyanın yansımaları fark ediliyordu. Başta CHP ve Kılıçdaroğlu, Millet İttifakı’nın paydaşlarını PKK ve terör ile ilişkilendiriliyordu. İş bir noktada mitinglerde “kıvrak zekalı” AKP’li gençlerin “montajladığı” videolara kadar vardı.
Bu kampanya özellikle seçime giderken son iki hafta çok etkili oldu. Anketlerin topluca aynı şekilde yanılmaları mümkün olmadığına göre, özellikle son iki haftada ciddi bir kayma olduğunu düşünmeliyiz. Kahta’da Kılıçdaroğlu’na Erzurum’da İmamoğlu’na saldırıları bu bağlamda görmek gerekiyor. Evet, bu olaylar bir yönüyle provokasyondu ama olayların bağlamı tam da Kürt hareketinin Kılıçdaroğlu’na verdiği destek üzerinden şekillendi. Kararsız kesimler üzerinde Millet İttifakı’nın “terör” ile ilişkilendirilmesi işe yarıyordu. Bu propaganda on yılların birikimi üzerine oturuyordu. Bu sert propaganda özellikle milliyetçi duygularla hareket edebilecek ve Kürt olmayan kesimleri Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’na karşı şüphe beslemeye itiyordu.
İlk seçim yaklaştıkça birçok yerde, Kürt hareketinin sadece Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi değil, o seçildiği takdirde Kürtlerin anahtar bir rolde olacakları, Türk milliyetçilerinin buna izin vermemesi gerektiği üzerine geniş çaplı bir propaganda faaliyeti yürütülüyordu.
Şimdi yukarıda söylediklerime dönebilirim. Millet İttifakı “mış” gibi yapmadan, gerçek, cesur ve tutarlı bir çerçeve kuramadı demiştim. Kürt meselesi konusundaki sessizlik en belirgin örnekti. İttifak topluma Kürt hareketinin Kürt vatandaşların Kılıçdaroğlu’nu neden desteklediğini anlatamadı. Muhalefet aktörleri “Biz onlarla ittifak yapmıyoruz” demekle yetindi. Hâlbuki Kürtlerin Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığına çok büyük bir destek verdiğini herkes biliyordu. İktidar bunu terörle işbirliği olarak topluma anlatıyordu. Muhalefet ise susuyordu. Ne “biz onlarla ittifak yapmıyoruz”un dışında suçlamalara güçlü cevaplar veriyordu ne de farklı bir anlatı üretebiliyordu.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Kürt” videosu doğru ama çok geç ve yalnız kalmış bir epizot olarak kaldı. Aslında Millet İttifakı aktörleri Kürtlerden alınan desteği, bırakın geniş topluma, kendilerine de tam anlatamadılar. Kürtlerin desteği Millet İttifakı cenahında açık bir şekilde ortada duran, herkesin farkında olduğu ama kimsenin konuşmak veya üzerine gitmek istemediği sorunu tarif ederken İngilizlerin “odadaki fil” dediği bir mesele olarak kaldı.
Bence seçimin kaybedilmesindeki en temel neden Millet İttifakı’nın Kürt düğümünü açamaması, bununla yüzleşmemesi, kendine ve topluma, Kürt halkından gelen desteğin manasını açıklayamaması ve iktidarın kara propagandasına ve manipülasyonuna tutsak olmasıdır. Diğer yandan itiraf edelim: Muhalefetin Kürt siyasal hareketinin ve toplumun desteğinin neden toplumsal barış için çok değerli doğru olduğunu kendine ve topluma anlatması hiç de kolay değildi. Bu konuda ne düşünsel bir hazırlıkları vardı ne de işin doğrusu cesaretleri. Benim zaviyemden İYİ Parti özelinde milliyetçi-demokrat kesimin Kürt sorunu konusundaki suskunluğu ve korkaklığı affedilir şey değil. Ama CHP’nin tüm birikimine rağmen topluma Kürtlerle kurdukları zımni iş birliğinin değerini- evet değerini- anlatamaması da affedilir şey değil.
Sonuç olarak Türkiye her yönüyle tarihi bir şansı tepti. Hem otoriter ve beceriksiz bir rejimi demokratik yöntemlerle sonlandırma şansını kullanamadık. Hem de Türkiye’nin en derin siyasal sorunu olan Kürt sorununun çözümü için gerekli karşılıklı anlayış ve yakınlaşma imkânını değerlendiremedik. Bu imkânın harcanmasında en son eleştirilmesi gerekenlerin Kürtler olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan Kürt-Türk düğümünün tüm ülkeyi, bu büyük ekonomik ve sosyal buhrana rağmen, nasıl paralize ettiğini de görelim.
Tarihi maceramızda bundan sonraki durak hangisi olacak, göreceğiz. Ama önümüzdeki sert ve zor dönemde sevdiklerimizle yakınlaşıp, ortaklık hissi duyduklarımız ile dayanışma içinde olmamız çok önemli olacak. Tabii ortaklıklarımızı büyüterek.
Güzel bir hafta sonu olsun.