1970’lerde ABD’nin yaşadığı ekonomik bunalımı aşmak için ortaya atılmış, 1980’lerin sonunda komünist rejimlerin yıkılışı ile zaferini ilan etmiş, her 10 yılda derin krize girmiş bir siyasal-ekonomik model son demlerini yaşıyor. Bu modele neoliberalizm diyoruz
Muhtemelen hem dünya hem Türkiye büyük bir değişimin eşiğinde. Kabaca ifade edersem, Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru 1970’lerde, ABD’nin yaşadığı derin ekonomik bunalımı aşmak için ortaya atılmış, 1980’lerin sonunda komünist rejimlerin yıkılışı ile zaferini ilan etmiş; arkasından tarihte görülmemiş bir küresel finans ve piyasa entegrasyonu yaratmış; yanında yine tarihte görülmemiş eşitsiz bir zenginleşmeye neden olmuş; ama her on yılda (1998-99, 2008-09, 2019-21) derin bir küresel krize girerek, yeni bir veçheye evrilmiş; bu arada dünyayı büyük çevre felaketinin eşiğine getirmiş bir siyasal-ekonomik model son demlerini yaşıyor olabilir. Bu modele neoliberalizm diyoruz. Peki nedir bu neoliberalizm?
Neoliberal devrim
1970’lerin sonlarında Margaret Thatcher’ın “başka bir alternatifi olmadığını” (TINA-there is no alternative) söylediği neoliberal devriminin önerileri nelerdir hatırlayalım: Zenginlerden az vergi alarak, onların daha çok yatırım ve istihdam üretmesini sağlamak; emeğin üretimden aldıkları payı nispi olarak azaltarak üretimdeki kâr hadlerini yükseltmek ve verimliliği artırmak; sendikal emek örgütleri yerine bireysel emek piyasasını öne çıkarmak; piyasa ekonomisini mümkün olduğu kadar devletin müdahalelerinden arındırmak ve devletin de sosyal harcamalarını ve desteklerini kısıtlamak; kamunun üretim ekonomisindeki rolünü özelleştirmeler ile azaltmak; bu yollarla mâli disiplini sağlamak; dış ticaret önündeki korumacı engelleri ortadan kaldırmak ve küresel ticareti yoğunlaştırmak; kambiyo rejimini serbestleştirmek; merkez bankalarını özerkleştirmek böylece enflasyonu kontrol altında tutmak; sermayenin hem ülkeler hem de uluslararası alandaki dolaşımını kolaylaştırmak; iç ve dış borçlanma ve finansal entegrasyon önündeki regülasyonları azaltmak, mümkünse sıfırlamak. Bu kendi kendini yöneten küresel bir piyasa idealine dayalı bu iktisadi çerçevenin temsili demokrasiyi ve özgürlükleri, dış ve iç barışı güçlendireceği, serbest piyasa ekonomisi ile demokratik kurumların ve sivil toplumun bir arada gelişeceği varsayımı modelin siyasal boyutunu oluşturuyordu. Her ne kadar, ekonomi alanı siyasetin dışına çıkartılıp teknokratların yönetimine veriliyor olsa da, bunun demokratik prensiplerle çatışmadığı, aksine, devlet ve piyasanın ayrıştırılarak, hem rasyonel bir üretim ve paylaşım sürecine imkan verildiği hem de kayırmacılığın ortadan kalkarak, daha eşit ve demokratik bir düzene geçileceği varsayılıyordu. Bu arada gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş ekonomilerin bu modeli benzer şekillerde uygulamaları gerektiği fikri yaygınlaşıyordu. Dünya Bankası, IMF ve ABD Hazinesi, 1980’lerde İngiliz iktisatçı John Williamson’ın Washington Konsensüsü ismini verdiği bir reçeteyle, bu modelin dünyada yaygınlaşması için hem finansman hem teorik çerçeve sunacaktı. Böylece 1945’ten sonra Batı’daki üretim ve para politikalarındaki devletin rolünü öne çıkaran, regülasyon ve piyasanın dengesine dayalı, Keynesçi model, kalkınmacı ve ithal ikameci ekonomi modelleriyle beraber, rafa kalkıyordu.
Neoliberalizmin doğuşu ve kökleri
1980’den 2020’ye kadarki dünya ekonomi tarihini neoliberal dönem olarak isimlendirmek yanlış olmaz. Ama gelin biraz daha gerilere gidelim neoliberalizm teriminin ilk ortaya atıldığı bağlama bakalım. Aslında neoliberalizm kavramının ortaya çıkışı hemen İkinci Dünya Savaşı’nın öncesine uzanır. Kavram modern anlamda ilk defa 1938’de, Walter Lippmann Kolokyumu adı verilen Paris’te toplanan bir konferansta ortaya atılır. Konferansın asıl teması 1929 Buhranı’ndan sonra ekonomik ve siyasal liberalizmin çöküşü, arkasından başta Nazizm olmak üzere otoriter rejimlerin kuruluşuna karşı, liberalizm ve kapitalizmin, ana prensipleri korunarak, nasıl reforme edileceğidir. Konferansın ev sahipliğini Fransa’da faşizme karşı en güçlü muhafazakâr seslerden biri olan, filozof Louis Rougier yapmaktadır. Katılımcılar arasında Walter Lippmann, Raymond Aron ve Friedrick Hayek başta olmak üzere, ABD, Fransa ve İngiltere’den birçok iktisatçı, tarihçi ve siyaset bilimci vardır. Almanya’dan ise, Nazi rejimini terk eden bazı Alman Yahudi iktisatçı ve sosyologlar konferansta yer almıştır. Bunlardan biri o yıllarda İstanbul’da sürgünde yaşayan Alexander Rüstow’dur. Konferansta özetlenen düşünceleri neoliberalizm olarak tanımlayan ve bu terimi öneren Rüstow olur. Konferansta faşizmin yükselişinin arkasında kapitalist ekonominin kartelleşmesinin ve devletin sermaye ve emek olmak üzere piyasa aktörleri ile kurduğu korporatist patronaj ilişkilerinin olduğunun altı çizilir. Faşizmin kapitalizmi yutmasını engellemek için, kapitalist teorinin içinde olan rekabetçi unsurların öne çıkartılması gerektiği vurgulanır. Kartel ve monopollerin ve devlet patronajını engelleyecek hukuksal çerçevenin piyasa ekonomisinin ana çerçevesi olması gerektiği, ancak bu sayede kapitalizmin faşizmden korunabileceği fikri öne çıkar. Daha da ileri gidilir ve (1980’lerdeki neoliberal çerçevenin zıttı bir şekilde) finans sektörünün denetlenmesi, bu sayede spekülatif finans hareketlerinin önüne geçilmesi fikri hâkim olur. Ekonomi için her yerde geçerli bazı prensipler oluşturmak gerektiği ve ekonomi biliminin bir ölçüde tarihsellikten çıkarılarak, adeta bir doğa bilimi gibi bir evrensellik taşıması gerektiği kabul edilir. Ekonomi biliminin tarihin dışına çıkarılması, bir anlamda ekonominin siyasetin dışına çıkarılması olarak görülür. Ekonominin siyasî ve kültürel süreçlerin dışında, toplumların tarihsel özgüllüklerinin ötesinde, evrensel bir bilim olarak konumlanması fikri, adeta piyasayı farklı mekanizmalarla kontrolü altına alabilecek otoriter ve faşist yönetimlere karşı bir duvar olarak düşünülür.
Post-neoliberalizm
1938 Walter Lippmann Kolokyumu’nda öne sürülen ve neoliberalizm olarak tanımlanan düşünceler İkinci Dünya Savaşı sonrasında hâkim görüş olarak kapitalizme yön vermeyecektir. Onun yerine, devletin piyasa ve finans sisteminin düzenleyicisi olarak konumlandığı, ABD’de savaş öncesinde New Deal olarak bilinen kalkınmacı çerçevenin Keynesçi para teorisi ile birleşmesinden oluşan bir karma sistem hâkim olacaktır. 1950 ve 1960’lar ABD ve Batı Avrupa ekonomileri için altın yıllar olur. Savaştan büyük bir insan ve kaynak kaybıyla çıkmış Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nda ise sosyalist ekonomik model daha derinleştirilir, farklı girişimlere sahne olur. Ama ilk yıllardaki devinim zamanla kendini ciddi bir verimlilik kaybına bırakır. Buna mukabil, 3’üncü Dünya’da kalkınmacı, korumacı, ithal ikameci ya da farklı derecelerde kolektivist ve sosyalist ekonomik modeller yaygınlaşır. Ta ki, 1970’lere, yani Vietnam Savaşı’nın son dönemlerinde toplumsal hareketlerin de bir sonucu olarak ciddi bir mali bunalıma giren ABD ekonomisinin ve ABD’nin kontrolündeki sabit kur rejimi, yani Bretton Wood finans sisteminin çökmesi, ve bütün bunların üstüne gelen petrol krizine kadar. Ve ondan sonra yukarıda anlattığım prensiplerin hakim olduğu yeni döneme gireriz. 1980’lerin neoliberal devrimin (bazılarına göre karşı devrimin) 90’lar ve 2000’li yıllardaki tarihine bu yazıda girecek yerim yok. Belki sonraki yazılarda değinirim. Özellikle 2008-09 krizinden sonra neoliberal ekonomik modele yoğun eleştiriler gelmeye başlar. Eleştirilerin büyük bir kısmı finans sisteminin kendi kendini yönetememesi, sürekli yeni spekülatif enstrümanlar üreterek kriz çıkarma riskini artırdığı üzerine yoğunlaşır. Başka bir grup, finansal ve ticari küreselleşmenin ortaya çıkardığı toplumsal problemlere ve zenginleşmeye rağmen artan ve yoğunlaşan gelir eşitsizliğine, yoksullaşmaya parmak basar. Diğer bir grup, devlet ile piyasa arasındaki ilişkilerin bir türlü rayına oturmadığını vurgular. Başkaları, neoliberalizmin nasıl krizlerin anası ‘çevre-iklim krizini’ tetiklediğini anlatır. Diğerleri büyük şirketlerin bilgiyi algoritmalarla monopolleri altına alıp, nasıl kapitalizmin ana prensiplerinden biri olan ‘piyasanın bilginin özgürce ulaşılan yer olması gerektiği’ varsayımını yerle yeksan ettiğini vurgular. Neoliberalizmin demokratik kurumların altını oyduğu vurgulanır. Pandeminin dünyayı alt üst etmesiyle, neoliberalizm savunucuları ortadan kaybolur. Economist dergisi bir neoliberalizm muhasebesine başlar. ABD ve Avrupa’da hem sağ hem sol siyasal hareketlerden kuvvetli neoliberalizm eleştirileri gelir. Akademik iktisat, henüz güçlü alternatifler geliştirmemiş olsa da ortodoks teori ile yüzleşmeye devam eder. Çevre hareketi, siyaseten güçlü olmasa da neoliberalizmi moral alandan tamamen kovalar. Ama bütün bunlara rağmen, yeni dönemde neoliberalizmin yerine nasıl bir model gelecek, toplumları yönlendiren iktisadi-siyasal çerçeve ne olacak onu henüz bilmiyoruz. Neoliberalizm alternatifi çılgın bir sağ popülizm mi olacak; sol, neoliberalizme revizyonist bir balans ayarı yapmanın ötesinde, radikal bir alternatif önerebilecek mi? Bugün dünya ekonomisinin yarısından çoğunu yöneten dev uluslararası şirketlerin tutumu ne olacak? Çin ne yapacak? Ama belki de daha önemlisi gelişmekte olan ya da fakir ülkeler post-neoliberalizme dönemine nasıl girecekler? Neoliberal dönemde büyük borç yüküne girmiş ülkeler, eğer yeni bir dünya sistemi oluşursa ona nasıl eklemlenecekler ya da onu nasıl reddedecekler; nasıl devam edecekler?
Erdoğanomics ve Post-neoliberalizm
Yukarıdaki sorular şu günlerde Türkiye pek tartışılmıyor. Türkiye ekonomisinin problemi, neoliberalizmin yapısal sorunlarından ziyade, insanı şaşkına çeviren bir beceriksizlik ve şuursuzluk ile iç içe geçmiş bir yönetim bunalımı, kurumsal çöküş, güven kaybı ve aslında yaygın bir meşruiyet krizi gibi gözüküyor. Son dönemde ortaya atılan tuhaf iktisat teorileri, Erinç Yeldan’ın ifade ettiği gibi, iktidarın iradesi dışında bir yöne savrulduktan sonra, o savrulduğu konumu sanki hedefiymiş gibi göstermek için uydurulmuş şemalardan ibaret. Yine de şunu ifade etmek gerekir sanırım: Türkiye’nin içinden geçtiği bu bunalımın ne kadarı Türkiye’nin tarihsel ve yapısal sorunları ile ilgili, ne kadarı halen ülkeyi yöneten liderliğin ve etrafındaki ittifakın tercihleri, girdikleri ve dönemedikleri yollarla ilgili, ne kadarı Türkiye’nin son 40 yıldır dünya ekonomisi ile yaşadığı ilişki ile ilgili, bu sorunun cevabını vermek kolay değil. Ama önümüzdeki dönemde, dünyada neoliberal düzenin yerini başka bir düzen ya da düzensizlik alacaksa, Türkiye’yi Erdoğan sonrasında yönetmeye hazırlanan siyasal partilerin ekonomik programları buna nasıl cevap verecek? Bir iktidar değişikliğinde, yeni yönetim, Erdoğan iktidarının yarattığı tarihi krizi, var olan sistemi belli sınırlar içinde yenileyerek mi aşmaya çalışacak; yoksa neoliberal nizamın küresel krizini de hesaba katan, daha geniş ve radikal bir reform programı ile mi bu tarihsel bunalımın üzerine gidecek? Belki Erdoğan’ın Yeni Ekonomi Programı etrafında dönen tartışma, böyle bir geniş değerlendirmeye vesile olması açısından yararlı bile olabilir.