22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
26.04.2024 04:30

Seçim sonrasının kodları

Rejimin dayandığı üç kolon var. İlki Türkiye’de “çoğunluk” olan toplumun “yerli, milli ve dindar” unsurlarının desteği. İkinci sütunu devletin bekası söylemi. Üçüncüsü ise borçlanmaya ve düşük faize dayalı büyüme ve kaynak dağıtma mekanizması. Son üç dört yılda önce üçüncü, son seçimle de birinci sütun devrildi. Bu durumda rejimin kala kala tek sütunu kalmış oluyor: Devletin bekası. Bir bakmışınız, Kürt sorunu üzerinden vuku bulan çatışma ortamı yeniden alevlenmiş. Hatta iş çok farklı yerlere gitmiş


Türkiye’de siyasal, sosyal ve ekonomik düzenin (ve düzensizliğin) tarihini inceleyip, bir anlatı kurmaya çalışan bir tarihçi 31 Mart 2024 yerel seçim sonuçlarını nasıl değerlendirmeli?

31 Mart seçim sonuçları, tüm sosyal dengeleri altüst eden iktisadi kriz, yaygın ve derin yoksullaşma karşısında toplumun iktidara bir ses yükseltmesi olarak mı incelenmeli?

Yoksa bu seçim sonuçları uzun bir otoriterleşme sürecinden sonra gelinen noktada hayal kırıklığına uğrayan kesimlerin yer değiştirmesi sonucu demokratik bir uyanış olarak mı düşünülmeli? 

Ben bu iki soruya da “evet” cevabını veriyorum. 31 Mart seçimleri muhakkak ki toplumun ciddi bir kesiminin derinleşen ve yaygınlaşan yoksulluk karşısında iktidara mesafe alması olarak yaşandı. Kiminin iktidarı terk etmesi… Kiminin şimdilik bu seçimleri bir uyarı olarak değerlendirmesi...

Ama seçim sonuçlarının aynı zamanda bir demokratik uyanış potansiyeli taşıdığını kabul etmeliyiz.

Peki acaba bu potansiyel hayata geçecek ve bu yaşadığımız seçimler tarihsel bir kırılmaya yol açacak mı? Acaba bu demokratik uyanış kalıcı bir şekilde yeni bir dönemin kapısını açacak mı? Yoksa 31 Mart seçimleri 2010’lardan beri devam eden dönüşümü biraz eğen, biraz karmaşıklaştıran geçici bir “ara” olarak mı tarihe geçecek?

Bu sorulara cevap vermek kolay değil. Bu soruların cevabını vermemiz için 2010’lardan beri devam edem dönüşümü, bu dönüşümün anatomisini iyi anlamalıyız. Lakin hala yaşamakta olduğumuz o her neyse, onun niteliğini, bizi nereye doğru götürdüğünü tam anlamı ile idrak etmemiz hiç kolay değil.

Bu dönüşüm belli ki kısmen irâdî. Belli bir tasarıma dayanıyor. Ama kısmen tesadüflere ya da kontrol edilemeyen iç ve diş gelişmelere bağlı şekilde ilerliyor. Zikzaklarla ve gelgitlerle yol alıyor.

O zaman soruyu şöyle soralım:

Acaba 31 Mart seçimleri Türkiye’yi yöneten amorf yapının 2010’lardan beri oluşturduğu tasarımın çökmesine ve yeni bir tasarım ihtimalinin ortaya çıkmasına yol açabilecek mi?

Acaba 31 Mart seçimleri uzun zamandan beri belirsizlikler tünelinde bir o duvara, bir bu duvara çarpan Türkiye’yi az çok sabit bir raya, öngörülebilir bir gelecek patikasına oturtabilecek yeni bir iktidar hatta rejim alternatifini doğurabilecek mi?

Rejim Rejim Rejim 

Uzun zamandır bir noktayı vurgulamaya çalışıyorum: Türkiye’de çok karmaşık, yukarıda ifade ettiğim gibi, anlaşılması ve çözümlenmesi çok zor bir rejim kompozisyonu hakim. Bu rejim kompozisyonun birçok unsuru ve ortağı mevcut. Bu unsurlardan ve ortaklardan kimisi devletin içinde, kimisi dışında. Kimisi siyasal, kimisi iktisadi aktör. Kimisi yer üstünde, kimisi yer altında. Kimisi yurtiçinde, kimisi yurtdışında. Kimisi ortak, kimisi tutsak. Kimisi tamamen içinde... Kimisi hem içinde hem dışında. Bu rejimin bir ayağı meşru bir iktidar. Diğer ayağı meşruluk alanından oldukça uzaklaşmış, oyunlar peşinde.

Erdoğan’ın lideri ya da belki daha doğru ifade ile “kilit taşı” olduğu bu karmaşık yapıyı konvansiyonel bir “siyasal iktidar” olarak anlamak bizi müthiş bir yanılgıya götürecektir.

Eğer bugün muhalefetin lider partisi ve 31 Mart seçimleri sonucu yerel iktidarın sahibi olan CHP, yeni dönemin kapısını güçlü bir şekilde açmak istiyorsa, karşısındaki bu çok katmanlı amorf yapıyı iyi çalışması, konvansiyonel siyasetin ve iletişim araçlarının çok ötesinde siyaset ve iletişim araçları bulması gerekiyor.

Rejimin üç sütunu

Türkiye’ye musallat olan bu rejimin anlaşılması, çözümlenmesi hiç kolay değil dedik. Bunun için siyaset biliminin ve de iktisadın bildik araçları ne kadar kullanışlı, tartışılır. Dedim ya amorf, yarı görünür, yarı görünmez bir ilişkiler ağı, iktidar kompozisyonu ve semboller seti ile karşı karşıyayız.

Ama bir deneme yapıp, rejimin ana söylemini incelersek, karşımıza üç kolon çıktığını söyleyebiliriz.

Rejim meşruluğunun bir ayağını çoğunlukçu bir toplumsal destekten alıyor. Bu halkın rejime ya da rejimin lideri ve siyasal partilerine (Cumhur İttifakı'na) yüzde ellinin üzerinde desteği olduğu kurgusuna dayanıyor.  Bu bildiğimiz Türkiye’de “çoğunluk” olan toplumun “yerli, milli ve dindar” unsurlarının rejime aslî meşruluğunu sağladığı tezi. Ya da o meşhur Türkiye sosyolojisi tezi. Ya da “aslen aslî olup, ama uzun süre dışlananların, çevreden gelip merkeze yerleşmiş olanların iktidarı” tezi...

Rejimin ikinci sütunu ise devletin bekasına dayanıyor. Buna göre devlet sürekli tehdit altında. Devamlı ortaya çıkan iç ve dış tehditler bitmeyen bir beka sorunu yaratıyor. Onun için sürekli teyakkuz halinde olmak, güvenliği önceleyen olağanüstü hamleler, uygulamalar yapmak gerekiyor. Beka seçimler gibi konjonktürel bir olgu ile sınırlanacak bir şey değil. Tarihin derinliklerinden gelen bir hakikat. Onun için olağan üstü bir durum. Unutmayalım: Bu rejim olağanüstülüğü olağanlaştıran bir rejim.

Yüzde ellinin üzerinde yerli, milli ve dindar halkın desteği ve devletin bekası üzerine oturan rejimde ilk sütunu büyük oranda Erdoğan ve partisi temsil ediyor. İkinci sütunu ise Devlet Bahçeli ve MHP. Birinci sütunda kısalmalar oldukça, “yerli, milli ve dindar” cepheye eklemeler yapmak gerekiyor. İkinci sütunda problemler çıktıkça, rejimin bazı “sessiz” ortaklarından yardım alınıyor, onlar öne çıkartılabiliyor. Kâh fiktif bir fetihçilikten, kâh aile tekno-milliyetçilikten medet umuluyor.

Rejimin üçüncü sütunu ise borçlanmaya ve düşük faize dayalı büyüme ve kaynak dağıtma mekanizması. 2000’li yıllardan beri rejim büyüme ve kaynak dağıtma mekanizmalarıyla ve bir yönü ile gelecekten parça kopartarak (geleceği sömürerek) toplumsal desteğini adeta katılaştırdı. 

İki sütun devrildi

Son üç dört yılda ne oldu? Rejimin birinci ve üçüncü sütunu ilk önce sallandı, üçüncü sütun iyice eğildi, birinci sütun bu seçimde devrildi.

Bugün rejim, kendini iktisadi meşruluğunu kurduğu ekonomi politikalarına dönecek imkanları neredeyse tümüyle kaybetmiş durumda. Mehmet Şimşek boş yere “Lokalleri ikna etmek gerekiyor” demiyor. “Lokaller” hala eski borca dayalı büyüme ve yeniden dağıtım mekanizmalarının alışkanlıkları ile hareket ediyorlar. Toplumun önemli bir kesiminin enflasyona verdikleri tepkinin arkasında uzun bir süre inandıkları rejimin iktisadi siyasetine karşı duymaya başladıkları tarifsiz hayal kırıklığı yatıyor.

Daha da dramatik olarak, rejimin 31 Mart seçimi ile çoğunluğun desteğini kaybetmekte olduğu gerçeği artık çok net bir şekilde karşımızda. Aslında bu durumun Mayıs 2023 seçimlerinde yaşanması gerekiyordu. Rejim “normal şartlarda” kaybedeceği seçimi iktidarına kazandırdı. “Normal şartların” bu rejimlerden bahsederken kullanmamız gereken bir kavram olduğunu yüzümüze çarptı.

2023 seçimi nasıl kaybedildi... Aday farklı olsa kazanılabilir miydi? Bana kalırsa seçimin kaybedilmesini sadece adaya bağlamak oldukça yanlış ve bir anlamda “acemi tarihçilik” olur. Ama neyse, bu konuya girmeyelim.

Önümüzdeki süreçte rejimin ve rejimin “kilit taşı” Erdoğan’ın yüzde ellilik toplumsal desteği tekrar sağlaması çok imkân dahiline gözükmüyor.

Devletin bekası

Bu durumda rejimin kala kala tek sütunu kalmış oluyor: Devletin bekası. Zaten onun için sarayda çalışan bir hukuk danışmanı “Bu seçimde kazandıklarını sananlara milli devlet iradesi haddini bildirir” diye “had bildirdi”; ya da Devlet Bey “Türkiye seçimle kurulmadı” diyebildi.

Beka çok şeye kâdir. Bir bakmışınız, devletin bekası konseptinin ana aracı olan Kürt sorunu üzerinden vuku bulan çatışma ortamı yeniden alevlenmiş. Hatta iş çok daha farklı yerlere gitmiş, Türkiye’nin beklenen Kuzey Irak operasyonu çok daha geniş bir sahada fırtınalı bir dönemin kapılarını açmış. Böyle bir cinnet halinde, güvenlik bürokrasinin tavrını ya da böyle bir çatışma ortamının eğilen ikinci üçüncü sütunu devireceğinden korkan çevrelerin nasıl tavır alacaklarını kestirmek kolay değil.

Erdoğan’ın yumuşaması ve rasyonalite

Bu arada bazıları Erdoğan’ın yumuşayacağı, rasyonel bir siyasal-iktisadi siyasete dönebileceğini, hukuksuzluk ve olağanüstü uygulamaların son bulabileceğini falan söylüyor. Ben böyle bir “dönüşün” imkân dahilinde olduğunu düşünmüyorum. Bu rejimin öyle içeriden, kendi iktidar mekanizmalarıyla demokratikleşmesi mümkün değil.

Ama tabii rejim dünyaya şunu söyleyebilir: “Bakın işte yerel seçimlerde muhalefet büyük bir başarı kazandı. Neymiş, Türkiye bir demokrasiymiş." Böylece yerel seçim sonuçları rejimin atacağı çok daha sert bir adım için yumuşak bir iklim sağlamış olur.

CHP ne yapmalı?

Bu aralar herkes CHP ne yapmalı yazıları yazıyor. CHP liderliği bu yazıların hepsini toplayıp, bir sentez mi çıkarır, yoksa başka bir yolla bu fikirleri mi değerlendirir bilmiyorum. Ben çok kısa üç tavsiye ile bu yazıyı sonlandırayım.

Birincisi CHP rakibinin iktidar değil, rejim olduğunun ayırdına iyi varmalı, buna uygun, çok daha bütüncül, sıradışı, bir tür “olağanüstü demokratik” siyaset oluşturmalı.

Beraber kurmak birbirimize kefil olmayınca ne kadar anlamlı?

İkincisi halkın desteği ile gerçekleşecek demokratik uyanışı yerelden kuracak, çok kapsamlı, elastik bir “yerelden ulusala yolculuk” stratejisi kurmalı.

Üçüncüsü, çok güçlü bir uluslararası iletişim ve ittifak mekanizması oluşturmalı. Özellikle dünyadaki faklı yerel demokratik yönetim tecrübeleri ile ortaklaşan güçlü iletişim ağları inşa etmeli.

Daha çok yazılacak, çizilecek. Ama umutlu ve iyimser olmak için çok neden var. Yeter ki ezberlerimizi aşalım, düşünce kutularımızdan çıkalım ve gelecek için cesur olalım. 

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu