İttifak siyaseti farklı partileri ortaklaştırıyor. Bu olumlu. Ama bu ortaklaşma hangi parametrelerle oluyor? Millet İttifakı bileşenleri siyasal hedefler koydu, bu tarihsel dönemde stratejik bir ittifak olma yolunda önemli yol kat etti. Cumhur ise daha çok taktik bir ittifak. Bir ideolojik çerçeve var gibi gözükse de küçük partiler ilginç güçler elde ediyorlar
Tarihi seçime bir ay kaldı. Bir ay sonra Türkiye yeni bir döneme uyanacak. Çok muhtemelen bugünün iktidar bileşenleri parlamento seçimlerinde Meclis çoğunluğunu kaybedecek. Meclis’te kendi içinde de farklı grupları barındıran üç blok oluşacak. Seçim sürecinin gidişatına göre Millet İttifakı’nın 300 sandalyeyi geçme ihtimali olsa da daha yüksek ihtimal hiçbir ittifakın Meclis çoğunluğunu kazanamayacak olması. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye’nin parlamento siyaseti için oldukça hareketli bir döneme giriyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucunu kestirmek belki daha kolay. Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki yarışta Kılıçdaroğlu önde gidiyor. Bu farkın Kılıçdaroğlu lehine açılacağını düşünüyorum. Ama Muharrem İnce’nin kazanacağı oy durumuna göre seçimin ikinci tura kalma ihtimali az değil. İkinci turda ise normal şartlarda Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı farklı bir şekilde geride bırakması beklenir zira İnce’ye oy verenlerin Erdoğan karşıtlığı açısından Kılıçdaroğlu’na oy verenlerden çok da farklı konumlanmadıklarını biliyoruz.
Bazı gözlemciler cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk ve ikinci turu arasındaki on beş günlük arada iktidarın farklı hamlelerle seçimi Erdoğan lehine çevirebileceğini düşünüyor. Ya da ikinci tur seçimde devlet imkanlarını elinde tutan iktidar tarafından sandıklar üzerinde bazı manipülasyonlar yapabileceğini yazıp çiziyorlar. Olabilir. Yalnız Kılıçdaroğlu ilk turda seçimi bitiremese bile, Erdoğan’a atacağı en az altı yedi puanlık fark muhalefeti ikinci tur için daha da çok ateşleyecektir. Bu, ikinci turda farkın Kılıçdaroğlu lehine daha da artmasına neden olabilir. İktidar yanlılarının bir bölümü bu durumda “Bu dönem kapanıyor, bunu engellememiz lazım” havasına girecekler, ama daha çok bölümü ise yeni dönemin gelmekte olduğunu kabul edip pasif davranacaklardır.
Erdoğan dönemi kapanıyor
Şunu net görmekteyiz: Erdoğan dönemi kapanıyor. Hatta kapandı. Tabir caiz ise Erdoğan Türkiyesi’nin uzatmalarını oynuyoruz. Başta halkın yarı yarıya fakirleşmesine yol açan ekonomik buhran ve son beş senede yaşananlardan sonra Erdoğan iktidarının önümüzdeki seçimi kazanması imkân dahilinde değil. Ben özellikle Erdoğan rejiminin adeta röntgenini çeken 6 Şubat depremlerinin bu dönemin bitişini ve yeni bir dönemin başlama zorunluluğunu bize haykırdığını düşünüyorum.
(Bu arada söylemeden edemeyeceğim: Depremlerin ve depremlerle ortaya çıkan tarifsiz acılar ve zorlukların unutulmasına izin vermememiz lazım. İnsanlarımız bu acı ve zorluklarla yaşamaya çalışıyor. Lakin sanki bu büyük olayı toplum unutmak, siyasal iktidar da unutturmak istiyor. Unutmak kendimize ihanet olacaktır.)
Evet, bugün AKP’nin yüzde otuz beşlerde, iktidar bileşenlerinin topluca yüzde kırklardaki oy oranına oturması hala kendi adlarına büyük bir başarı olarak değerlendirilebilir. Bu başarının nasıl mümkün olduğu konusunda farklı tezler öne sürebiliriz. İlk önce siyasal kutuplaşma ve son on yıllık fırtınalı dönemde bürokrasinin, yargının ve medyanın iktidarın aparatı haline getirilmesini vurgulayabiliriz. İkinci olarak, iktidarın Türkiye’nin ulusal kaynaklarını ve geleceğini bir lütuf kapitalizmine kurban etmesinin altını çizebiliriz. Üçüncü olarak, Erdoğan’la gönül bağı kurmuş milyonlarca insanın MHP’nin de katkısı ile oluşturulan bir milli-İslami güvenlik söylemi ile iktidara daha da kuvvetli bir şekilde raptedilmiş olmasını tartışabiliriz.
Ama bugün Erdoğan’a ve AKP-MHP ittifakına iktidarda devam etmesi için yukarıda sıraladığımız koşullar yetmiyor. Erdoğan rejiminin devam etmesi için önünde tek yol var: İktidarın seçimleri tamamen göstermelik bir hale sokması, muhalefeti gayrihukuki yöntemlerle devreden çıkarması, anayasayı askıya alması ve tam anlamı ile otoriter-diktatöryel bir rejime geçmesi. Biliyoruz ki, Saray çevrelerinde bu yola girilmesini arzu eden, bunun konumlarını devam ettirmek için tek yol olarak gören bir çevre var. Deprem sonrasında seçimi erteleme tartışmalarında bu çevreyi gözlemleme imkânımız oldu.
Diğer yandan bu yolun hiç kolay olmadığını biliyoruz. Otoriter-diktatoryal bir rejime geçmek için iktidar ittifakının ortak bir anlayış ve irade birliğinde olmadığı ortada. Ama daha önemlisi, böyle bir hamle için gereken toplumsal destek de yok. Erdoğan rejimi şu ya da bu şekilde kendini demokratik bir hareket olarak kodladı. Seçimleri ve milli irâdeyi-çoğunlukçuluğu siyasal söyleminin merkezine oturttu. Her ne kadar son yıllarda, meşruluğun kaynağını milli güvenlik, Sünni-Hanefi üstüncülüğü ve kutsiyet alanına taşımaya çalışsa da bunlar iktidarın seçimsiz bir şekilde devamı için yeterli unsurlar değil. Uluslararası bağlam ise belki üç dört sene önce böyle bir hamleye uygun olabilirdi ama bugün değil.
Diğer bir deyişle, Erdoğan iktidarı, şu ya da bu şekilde, halkın oyuna ihtiyacı olan bir iktidar ve bugün artık halkımız bu iktidarın devamı için gerekli oyu bu iktidara vermemekte kararlı. Diğer bir deyişle: Bu iktidarın gitmesi, bir tercih değil, zorunluluk.
Muhalefet blokları
Sevgili Ruşen Çakır uzun süredir “iktidar kaybetti ama hala kazanan yok” diyordu. Sanırım artık yavaş yavaş kazanan ortaya çıkmaya başladı. Tüm gelgitlere, krizlere, zorluklara rağmen Millet İttifakı’nın başarılı bir süreç yönettiğini düşünüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderlik performansında, özellikle depremden sonra dikkatten kaçmayan bir güçleniş var. Toplumun farklı kesimlerini birleştirmeye yönelik hamleleri karşılık buluyor. Seçim sonrasına dair verilen mesajların daha da yoğunlaşması ve hem soyut bir düzlemde kuvvetli bir hikâyeye dönüşmesi hem de tabii ki somutlaşması gerekiyor. Gidişat çok olumlu.
Bu arada Ekrem İmamoğlu’nun bazen tek başına, bazen Kılıçdaroğlu ile, bazen Meral Akşener ile yürüttüğü kampanya faaliyeti de çok etkili oluyor. Bunu kendi gözlerimle gördüm. Ekrem Bey ile Edirne ve Kırklareli gezilerine katıldım. Benim için çok ilginç bir tecrübe oldu. İnsanlardaki heyecana ve umuda şahit oldum. Toplumun Ekrem İmamoğlu’na olan ilgisini ve bu ilginin niteliğini gözlemleme fırsatım oldu.
İlginç, bu seçim süreci muhalefet için birçok hikâyeyi bir arada üretiyor. Bir yandan Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan karşında en zayıf aday olarak konumlanırken şu anda yarışta ondan çok daha ileride olması; Ekrem İmamoğlu’nun iktidarın gayrinizami çabalarına rağmen engellenemez yükselişi… Meral Akşener’in ittifakı terk edip geri gelmesi, bunun sonucunda oluşan yeni bir enerji... Mansur Yavaş’ın tüm popülerliğine rağmen, kendini sınırladığı o kutudan çıkmaya başlaması... Liste daha da uzatılabilir.
Evet, liderler açısından ilginç hikâyeler yazmak mümkün olacak bu seçim sürecinde. Yalnız, geçen gün Kemal Can ifade etti: Belki de seçimin en büyük hikâyesi, Erdoğan’ın bir Alevi ve Dersimliye ve bir kadın siyasetçiye karşı seçim yenilgisini tadacak olması. Ve tabii kendi menkıbesinin başladığı İstanbul’un belediye başkanı olan bir Karadenizliye karşı...
Hikâye çok aslında. Temel Karamollaoğlu’nun Kemal Kılıçdaroğlu’nu ittifaklarının cumhurbaşkanı ilan etmesi bile ne kadar dramatik bir olay, değil mi? Karamollaoğlu Madımak katliamı olduğu zaman Sivas belediye başkanıydı. Yanlış anlaşılmasın, katliamda bir dahili olduğunu söylemiyorum. İçinden geçtiğimiz dönemin dramatikliğine, ilginçliğine ve yoğunluğuna işaret ediyorum sadece.
Bir de MHP ve Bahçeli’ye değineyim. Devlet Bahçeli bence son otuz yılın en ilginç ve en etkili siyasetçisi. Tüm kırılma noktalarında en belirleyici olmuş kişi. Şimdi de MHP’yi seçime kendi logosu ile sokarak, Cumhur İttifakı’nın Meclis çoğunluğunu yakalama şansını kaybetmesine yol açıyor. Evet, bir yönüyle MHP’yi yeni döneme hazırlıyor. Ama aynı zamanda yeni dönemi de şekillendirmiş oluyor.
Parti siyasetinden ittifak siyasetine
Yazı fazla uzadı, fazla da siyasi oldu. Tarihçilerin bu işlere çok girmemesi lazım aslında, ama işte seçime kadar ara ara böyle siyasi yazılar yazmak da eğlenceli olacak. İdare edin artık.
Son olarak, çok önemsediğim bir konuya değineceğim. Malum, partiler aday listeleri oluşturdu. Bir dolu da tartışma çıktı. Partiler artık ön seçim yapmıyorlar. Genel merkezler çok güçlü. Bugün parti örgütleri ile genel merkezler arasındaki ilişki nasıl oluşuyor, tam anlamıyorum ama partilerin tabandan/yerelden tavana/merkeze sistematik bir mekanizma kurma kabiliyetleri artık yok. Partiler tavandan yerele, merkezden taşraya atama yolu ile şekillenmeye başladı. Taşra örgütleri sanırım bir şekilde genel başkan ile direkt ilişki kurma peşinde. Bu bazen yürüyor, bazen çok gerilimli bir hal alıyor. Neyse, asıl söylemek istediğim parti yapılarının dönüştüğü ve eski niteliklerini kaybediyor olduğu. Bunu ileride tartışmak gerekiyor.
Cem Eroğul yıllar öce bir anayasa dersinde parti içi demokrasi ile demokrasinin çok da ilgisi yok demişi. Hep aklımda kalmış bir fikir. Yine de partilerin toplumsal talepleri ve bu talepleri dillendirecek kişileri sistemli bir şekilde partinin merkezi ajandasına taşıması gerekiyor. Yeni dönemde bunun yolları ne olacak? Mesela kendisi de ön seçim yapmayan TİP bu konuda ne düşünüyor, merak ediyorum.
Diğer bir gelişme ise Türkiye siyasetine hâkim olan ittifak siyaseti. İttifak siyaseti farklı partileri ortaklaştırıyor. Bu olumlu. Ama bu ortaklaşma hangi parametrelerle oluyor? Millet İttifakı bileşenleri arasındaki farklıklara rağmen demokratik rejimin tesisi ve parlamenter sisteme geçiş gibi siyasal hedefler koydu, bu hedefleri metne döktü. Böylece bu tarihsel dönemde stratejik bir ittifak olma yolunda önemli yol katettiler. Cumhur İttifakı ise çok daha taktik bir ittifak. Bir ideolojik çerçeve var gibi gözükse de aslında amaç küçük partilerin Erdoğan’ı desteklemeleri karşılığında onlara milletvekilliği vermek olarak şekillendi. Bu ittifak siyasetinde küçük partiler ilginç güçler elde ediyorlar. Bunların bir kısmı DSP gibi tabela partisi.
Son olarak CHP hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. CHP bugün muhalefetin ve önümüzdeki dönemin lider partisi. İttifak protokolü çerçevesinde kendi içinde dört sağ partinin adaylarına yer verebiliyor. Bu adaylıklar CHP ve ittifakın oyunu yükseltecek elbet ama buradaki asıl amaç, CHP ve İYİ Parti ile çalışacak bir Muhafazakâr-Demokrat blokun ortaya çıkmasını sağlamak. Bu gayet akıllıca. Ama CHP’nin bu durumu kendi tabanına anlatmadığını listelere gelen tepkilerden görüyoruz.
CHP ile tabanı arasındaki kopukluk üzerine düşünmek gerekiyor. CHP’nin bu yeni dönemin lider partisi olarak fikirsel bir dönüşüm geçirmesi, bu dönüşümü kendi tabanı ile yürütmesi gerekiyor. Yeni dönemin demokratik, sosyal ve ekonomik normları ne olacak bilmiyoruz. Dünyada da bu konularda büyük bir belirsizlik var. CHP hem kendisinin hem Türkiye’nin hem dünyanın geleceğini tartışmaya başlasın artık. Geçen sene bazı hamleler gördük. Bazı toplantılar düzenlendi ama bunlar ne devam etti ne içerikli ve katılımcı bir tartışma sürecini ateşledi. Şu anda seçim takvimi böyle bir fikirsel tartışmaya uygun değil denecektir. Doğru. Ama bu seçimi sadece bir iletişim meselesi olarak görmemek gerek. Bu seçim süreci yeni dönemin fikirsel kodlarının oluşmasında CHP’ye (ve tabii diğer partilere) yol göstermeli.
Önceden de ifade ettiğim gibi, benim için bu seçim süreci bir büyük Türkiye semineri... deyip bu yazıya son vereyim.
Tüm dostlara güzel bir hafta sonu diliyorum.