24 Kasım 2024, Pazar Gazete Oksijen
23.07.2021 04:30

Şehri yürümek, şehri çizmek ve İsfahan

Bir şehri anlamanın yolları nelerdir? Hele uzun zaman geçirmediğiniz bir şehri... Şüphesiz o şehir hakkında okumak, şehri bilenlerden sormak, bir defter tutmak, notlar almak, harita üzerinde çalışmak ve şehre geldiğiniz zaman uzun uzun yürümek

Okumak ve bilenlere sormakla beraber, evet, bana kalırsa yürümek bir şehri tecrübe etmek için belki de ilk yapılması gereken eylem. Ben hiç unutmadığım şehir yürüyüşlerinden birini Paris’e ilk uzun zaman geçirmeye gittiğim günün gecesi yaşadım. 2003 senesi Kasım’ı… Doktora tezimin arşiv çalışmasının bir bölümünü Paris’te yürütecektim. Açıkçası Paris’te altı ay geçirmenin yıllardır hayalini kurmaktaydım. (Bir 18’inci yüzyıl tarihçisi için bundan daha heyecan verici ne olabilir!) Charles de Gaulle’den 10’uncu arrondissement’daki evime ulaşmış, ev sahibine evin ilk üç aylık kirasını ödeyip bavullarımı eve bırakıp üzerimi bile değiştirmeden, kendimi dışarı atmış, gece yarısına kadar yürümüştüm. Daha sonra Paris’te uzun süreli kaldığım başka zamanlar da oldu ve şehri iyi bildiğimi söyleyebilirim ama Rue Alexander Parodi’den, Porte Saint-Denis’e ve oradan Odéon’a, ardından gerisin geri Cumhuriyet Meydanı’na ve daha sonra Canal Saint-Martin’i takip ederek, yine Aleksander Parodi’ye ulaştığım o geceki yürüyüş Paris hakkındaki fikrimin oluşmasında çok belirleyici olmuştu. 

Şehirde yürümek/Şehri yürümek

Gerçi o yürüyüş, akşama doğru başlayıp gece yarısı bitmişti ve şehirle ilk içli dışlı olduğum o anlara gece karanlığı ve Paris’in sarı ışıkları eşlik etmişti. Bir iki gün sonra aynı yerleri gündüz gözüyle görünce adeta başka bir şehirle karşılaştım. Işık, ritim, sesler, kokular, her şey farklıydı. O zaman gece ve gündüz yürüyüşlerinin değişik deneyimler olduğunu, akşam karanlığı ve gün içinin saatlerinde insana farklı şeyleri görme, tecrübe etme ve tabii farklı duyguları tatma imkânını tanıdığını daha iyi anlamıştım. (Yıllar sonra tekrar Paris’e yine uzun süre kalmak için gittiğimde, ilk gece 2003’teki yürüyüşümü tekrarlamaya çalıştım ama biraz uzun geldi ve yarı yoldan geri döndüm. Tesadüf o ziyaretimde de 10’uncu arrodissment’ta kalıyordum.)  2003 Kasım’ındaki o saatler süren Paris gece yürüyüşü gibi, hayatımda yüzlerce başka uzun şehir yürüyüşleri de oldu. Doğup büyüdüğüm Ankara, daha sonra uzun zaman içinde ya da yakınında yaşadığım İstanbul, Montréal, Boston, New York, San Francisco ve Viyana yürüyüşleri... Mesela sevgili meslektaşım Himmet Taşkömür ile Cambridge’den Northend’e, iki çenebaz, beş altı saatlik Boston yürüyüşlerini hiç unutmam. 2005 senesi yazında kaybolduğum ve kendimi tekin olmayan bir mahallede bulup ilk önce biraz korktuğum, sonra tanımadığım bir grubun ev yapımı Bulgar rakısı teklifini kabul edip bayağı hoş vakit geçirdikten sonra, kör kütük sarhoş otele döndüğüm bir Sofya yürüyüşü… Bir gün süren, Patricia ile yaptığımız, sabah Córdoba’da cami/katedral’de başlayıp 8 saat dolandıktan sonra, tekrar caminin avlusunda sonra eren Córdoba yürüyüşü. 8 saatlik bir yürüyüşü Córdoba camisi ile çerçevelendirmek çok hoşuma gitmişti.   Berlin’e ilk gittiğimde, Doğu Berlin’deki Alexanderplatz’tan Batı Berlin’deki rahmetli babam Alaettin Yaycıoğlu’nun okuduğu ve daha sonra çalıştığı Berlin Teknik Üniversitesi’ne yürüyüşümü çok severim. Mart ayıydı. Aslında normal şartlarda iki saatlik kısa düşünülecek bu yürüyüş hem dayanılmaz soğuktan hem bir tarihçinin ilk defa Doğu Berlin’den Batı Berlin’e geçmesinin ona verdiği yüklü manasından unutulması mümkün olmayan bir yürüyüştü.  Ama benim için hepsinden önemlisi, bir sene önce kaybettiğim babamın 1954-1968 yılları arasında okuduğu Teknik Üniversite’yi ve yaşadığı şehrin iki yüzünü (Berlin Duvarı’nın örülmesine tanıklık etmişti) düşünerek yürümenin bana yaşattığı duygulardı herhalde. Daha sonra Berlin yürüyüşlerim devam etti. Babamın gençlik yıllarını geçirdiği bu şehri onun yokluğunda, onun anlattıkları arasında hatırladıklarımın rehberliğinde (küçüklüğüm babamın Berlin hikâyeleri ile geçmişti) 1960’ların Berlin’ini tahayyül etmeye çalıştığım saatler dolu yürüyüşler.  Yürümenin aslında sadece şehri tanımak ve anlamak için değil, şehirle beraber farklı hisleri yaşamak için bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz herhalde. Yürürken, şehri mekânsal, tarihsel, görsel, duysal, kokusal, vb. özellikleri ile tecrübe etmenin ürettiği duyguları hayatımızın arşivine soktuğumuzda, artık bu duygular bizim peşimizi bırakmaz. Michel de Certeau «L’Invention du Quotidien»de yürüme bir anti-müzedir der. Tam da bu. Evet, şehirde saatlerce yürümenin bize yaşattığı tecrübeyle, aynı zamanda bu yürüyüşteki duygu ve duyularla bir müze değil ama bir arşiv kurarız. Netice bu arşiv duyguların saklandığı yerler değil, tam tersine mekanla çeşitlenmiş imgelerin ve duyguların sürekli yeniden yaşanmasına izin veren bir birikimin ta kendisi olur.  Frederic Gros, “Yürümenin Felsefesi” adıyla farklı yürüme deneyimlerini incelediği kitabında sadece şehir yürüyüşlerinden bahsetmez. Farklı yürüme pratikleri ile düşünme ve duyumsama şekilleri arasındaki ilişkiyi kurar. Aslında unutmayalım, yüzyıl önce dahi bir şehirden diğerine yürüyen insanlar vardı. Arnold Toynbee günlüklerinde Londra’dan Viyana’ya yürüyüşünü anlatır. Hermann Hesse’nin “Narcissus ve Goldmund” kitabi Veba salgınında biri sürekli doğada yürüyen ve diğer manastırda duran iki arkadaşın hikâyesdir. Evliya Çelebi bir şehirden diğerine seyahatlerinde atından inip uzun uzun yürümeyi çok sever. Ahmet Hamdi Tanpınar ise “Huzur”u Nuran ve Mümtaz’ın İstanbul yürüyüşleri etrafında çerçeveler. Bu yürüyüşler bir aşkı başlatır ve sona erdirir. 
İsfahan... Mescid-i Şah’ın ya da şimdiki adıyla Mescid-i İmam’ın birkaç evin arka bahçesinden görünen arka yüzü...
İsfahan... Mescid-i Şah’ın ya da şimdiki adıyla Mescid-i İmam’ın birkaç evin arka bahçesinden görünen arka yüzü...

Şehri çizmek

Evet, yürümek bir şehrin ritmini, sesini, kokusunu, mekânsallığını, mimarisini, ölçeğini, iç ilişkisini ve merteryalitesini anlamak için çok değerlidir. Aynı zamanda şehrin içimizde üreteceği duygular ve duyular o yürüyüşlerde kendini serbest bırakır. Ama benim şehirleri tanıma ve anlama çabamın bir başka yönü daha var ve onu da paylaşmam gerekiyor: şehrin resmini yapmak. Bu benim için eski bir alışkanlık. Şehir yürüyüşlerimde sürekli bir defter ve kalem, hatta bazen küçük bir sulu boya takımı, yanımda olur, yürümenin bir anında bir köşeye çekilir, şehrin bir açısının skecini yaparım. Şehrin resmini yapmak o kadar öğretici gelir ki, bu biraz bakmak ile görmek arasındaki fark gibidir. Şehirde yürürken (ya da şehri yürürken) etrafı temaşa eder, dokunur, koklar ve dinlerim (ve bazen bir şeyler atıştırır ve tat alma duyumu da işin içine sokarım). Tüm bunlar şehirle benim aramdaki duyusal ve aslında duygusal ilişkiyi kuruverir.   Ama çizerken şehirle kurulan bu ilişki fena halde derinleşir. O zaman şehrin çizdiğim bölümünün ışığını, binaların malzemesini, yerler ve duvarlar arasındaki bağlantıyı, ölçü ve yüksekliği, yeni, eski ve kalıntı halindeki örgüleri, elektrik tellerinin konumunu, ağaçların durumunu, şehrin duvarlarında lekeler oluşturmuş endüstriyi, duvar resimlerinin çekingen mi kendine güvenli mi olduğunu ya da mesela Saraybosna’da çizerken idrak ettiğim gibi, duvarlarda savaştan kalan kurşun izlerinin kompozisyonunu, bunun gibi sonsuz ayrıntıyı görmek ve düşünmek zorunda kalırım. Ölçeği, malzemeyi ve birçok ayrıntıyı bir arada ancak yürürken, oturup şehrin bir köşesinin resmini yapmaya kalkınca kafamda konumlandırırım. Resmin başarılı olup olmaması bir yana, şehrin tüm bu mekânsal mantığı hatta ontolojisi, işte o zaman bir sorun halinde önüme gelir ve bunu nasıl boş bir kâğıda yansıtabilirim sorusunu sormak zorunda kalırım.  İtiraf edeyim, arada fotoğraf çektikten sonra şehir köşelerinin resmini daha sonra fotoğraftan yaptığım olur. Bu da ilginç bir deneyimdir. Zaten fotoğraf üzerine de ayrıca çok şey yazılabilir. Ama gerçekten şehri düşünmek istiyorsanız, bir köşeden şehri çizmeniz çok daha öğreticidir. Hatta o oturduğunuz köşede resim yaparken ışığın ve canlıların hareketi resminizin statikliğini de bozar ve üzerine düşünürseniz, size bir oyun imkânı sunar. Tüm bunlar renkler ya da perspektif hakkında bir şeyler bilmekle ilgili olsa da aslında bu bilgi ve belki yetenekten müstakil bir eylemdir çizmek. Şehri resmetmenin aynen şehri yürüme gibi aslında bir görme, düşünme, duyumsama ve arşivleme şekli olduğunu anlayınca, zaten her bakan, bir de görmek için çizmeye koyulabilir. 

İsfahan 

Geçen iki yazıda İran’ı yazdım. Eğer okurlardan itiraz gelmiyorsa, İran üzerine yazmaya birkaç hafta devam etmek istiyorum. Bugün söz verdiğim üzere İsfahan’ın üzerinde duracaktım ama yine hızımı alamadım ve şehri yürümek ve çizmek üzerine bazı fikirler paylaştım. Olsun, yazımı İsfahan’la bitirmeme bir mâni yok.  2019 Nevruzu’nda Patricia ile yaptığımız İran gezimiz, Tahran’dan başladı, üç hafta Kaşan, İsfahan, Yazd ve Şiraz’a, İran’ın ana kuzey-güney aksı üzerinde devam etti. Bu şehirlerin hepsini ayrı ayrı yazmak ve çizimlerimi paylaşmak çok isterim ama işin doğrusu Oksijen’de başka konulara da değinmem gerektiği için buna fırsatım olmaz belki. Defterime bakıyorum. 25 Mart 2019 günü sabahı Patricia ile İsfahan’ın merkezi sayılacak, Nakş-ı Cehan Meydanı ile Çehel Sütun ve Heşt Beheşt sarayları arasındaki Abbasi otelinden yürümeye başlamışız. Şehrin merkezi olan bu mahalle, aynı zamanda bir kişinin hatırasını her köşesinde taşıyor. İsfahan’ı Safavî İmparatorluğu’nun başkenti yapan ve muazzam bir kamusal meydan olan Nakş-ı Cihan Meydanı ve ona bitişik Mescid-i Şah (Devrim’den sonraki ismi ile Mescid-i İmam) ile Ali Kapu Sarayı’nı ve bu sarayı çevreleyen bitmek bilmeyen bahçeleri inşa ettiren Şah Abbas (1571-1629)… Şehirler ve şehri kuranlar ya da onu yücelten büyük bâniler arasındaki ilişki oldukça ilginçtir. Hele daha sonra şehirler kendi kurucularına ya da onlar öldükten sonra, onların tahakküme dönüşmüş hatırasına isyan ederlerse…  İleriki yazıda Çehel Sütun’daki Safavî Hanedanı’nın hikâyesini anlatan İslam coğrafyasındaki en ilginç ve en büyük ölçekli duvar resimleri hakkında yazmamak olmaz. Hele şehir ve resim arasındaki ilişkiden bu kadar dem vurmuşken. 25 Mart günü İslam coğrafyasının en büyük kamusal meydanından çıkıp, Gölbahar Mahallesi’ndeki bazar’a geldiğimizde, bir şehrin iç devamlılığı içinde bir cenneti hedefleyen hanedan bahçesinden, hanedanın amme ile karşılaştığı “meydana” ve oradan erken modern İslam coğrafyasının en büyük ticaret merkezlerinden birine nasıl geçildiğini düşündüm. Tabii ki 17’nci yüzyıldan beri İsfahan çok değişmişti ve bu geçişler arasındaki sınırlar çoktan yok olmuştu. Yürümek bu değişiklikleri görmek, tahmin ve tahayyül etmek için oldukça elverişli bir usuldü şüphesiz.  Sayfada gördüğünüz resim, bazar’dan çıkıp Hatef Caddesi üzerinde, Masjid-i Cami’ye giderken bir kafeye oturduğumuzda, Patricia kahvesini yudumlarken çizmeye başladığım bir resim. Resimde gördüğünüz, meydanın etrafındaki kümelenen Mescid-i Şah’ın (ya da şimdiki adıyla Mescid-i İmam) birkaç evin arka bahçesinden görünen arka yüzü. Bazar’ın arka mahallesinde, bir duvarın üzerinden ilk çizimini yapmıştım. Sonra devam ettim. Mescid-i İmam’ın avluyu çevreleyen binalarına bitişik evler ve onların sıvaları dökülmüş bahçe duvarları… Çöpler... Yıkılmış bir evin arta kalan betonarme bölmesi…  Arada birkaç ağaç... Elektrik direkleri… Bu arka alan ve etrafında örülü açık renkli tuğlaların turkuaz çiniyle kaplı dev kubbelerle kurduğu ilişki beni çok etkilemişti. Ölçek çok ilginçti. Sanki Mescid hemen duvarın öbür tarafında konumlanmıştı. Hâlbuki, resmi çizdiğim yerle Mescid arasında beş altı yüz metre olsa gerek. Tabii ki Mescid-i İmam’ın “olması gereken” görüntüsü bu değildi. Farklı açılardan bu binanın yüceliğini, dev taç kapıların meydanla ve eyvanlarla kurduğu ilişkiyi çok daha kuvvetli temsil edecek açılar vardı. Ama beni en çok işte sadece yürürken yakalayabileceğim bu farklı malzemenin, farklı dokuların, farklı ölçeklerin ve bununla beraber farklı tarih ve ekonomilerin bir arada bir kareye girdiği bu açı heyecanlandırdı.  Bazar’ın meydana yakın olan turistik bölümünden, Mescid-i Cami’ye doğru daha çok İsfahanlıların alışverişlerini yaptıkları bölüme geçiş yaptığımızda 52 metre yüksekliğindeki dev Ali Minaresi etrafında yoğunlukla karşılaşmıştık. İmam Ali Meydanı’nı geçip ana yolun öbür tarafına geçtiğimizde, Mescid-i Cami’nin ana gövdesindeki Nizamü’l-Mülk ve Taç al-Mülk kubbesini gördüm. Mescid-i Cami niye önemliydi? Evet, İsfahan bir Safavî şehriydi ve Şah Abbas ve torunlarının yaptırdığı saraylar, uçsuz bucaksız bahçeler ve meydan ile öne çıkıyordu. Ama aynı zamanda Safavi İmparatorluği öncesi, orta çağ İslam dünyasının en görkemli camisi de buradaydı. 8’inci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar, çeşitli eklemeler yapılmış bu muhteşem yapının geçirdiği en büyük dönüşüm, 11’inci yüzyılda Selçuklu İmparatorluğu zamanındaydı. Camiye kimliğini veren karşılıklı iki kubbe Alp Arslan’ın ölümünden sonra fiilen imparatorluğu yöneten iki rakip vezirin yaptırdığı iki kubbeydi. Caminin yapısı, geçirdiği dönüşümler bir yana, içindeki 11’inci yüzyıldan kalma mihrapları görmek pek de herkese nasip olacak bir şey değildi. Bu heyecanla hızlıca yürürken, Meclisi Caddesi’nde Şahname’deki sahneleri gösteren resimlere ve maketlere rastlıyorduk. Aklıma Tahran’la İsfahan arasındaki tuhaf kontrast geldi. Tahran’ın tersine etrafta devrim şehidi duvar resimleri neden çok azdı?  Haftaya yürüyüşümüze devam edelim ama isterseniz yürüyüşümüze Şah Abbas’ın girişimleri sonucu inşa edilen ve Safavi İmparatorluğu’nu kısa süre de olsa Asya’nın en önemli ticaret devletlerinden bir haline getiren Ermeni tüccarlarının oturduğu Nev Culfa mahallesinden başlayalım.
Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu