Bundan bir süre önce Cambridge Üniversitesi benden ‘Osmanlı dönemini kapsayan bir demokrasi tarihi’ yazmamı istedi. Hemen ‘Osmanlı’da demokrasi mi vardı?’ diye tepki göstermeyin derim. Evet, erken Orta Çağ’dan 19’uncu yüzyıla demokratik rejimler oluşmadı. Ama toplumun geniş kesimlerinin aktör olduğu, siyasal ve sosyal süreçlere katıldığı birçok ‘demokratik’ pratik yaşandı. Buna isyanlar da dahil
Bir süredir demokrasi tarihi ve kuramları üzerine okuyorum. Bir yandan da Osmanlı ve Türkiye’de demokratik patrikler ve demokratik düşünce tarihi üzerine bir çalışma yürütüyorum. Aslında bu ilginin hoş bir hikayesi var. Bundan bir süre önce Cambridge Üniversitesi Yayınları yeni bir demokrasi tarihi derlemesi yayınlamaya karar verdi. Benden de Osmanlı dönemini kapsayan bir demokrasi tarihi bölümü yazmam istendi. (Hemen ‘Osmanlı İmparatorluğu döneminde demokrasi var mıydı? Ne saçma’ diye tepki göstermeyin derim. Aşağıda meseleyi anlatacağım.)
Cambridge demokrasi tarihi derlemesi Cambridge Üniversitesi Yayınları’nın literatürde oldukça etkili olan tarih serisi içinde yayınlanacak. Bilenler bilir, ‘Cambridge History of…’ diye başlayan başlıklarla çıkan bu derleme serisinde neler yoktur ki: Antik Çağ tarihinden Soğuk Savaş’a, siyaset felsefesinden ekonomi düşüncesinin evrimine, Budizm tarihinden İslam tarihine... 2006-2013 arasında yayınlanan dört ciltlik Cambridge History of Turkey belki literatürde yeni ve taze tartışmaları tetiklemekte eksik kalmıştır ama sentetik bir derleme olma özelliği ile değerli bir katkıdır.
‘Cambridge Demokrasi Tarihi’ derlemesi üç ciltten oluşacak. İlk ciltte yeni yaklaşımlar ışığında demokrasi düşüncesinin ve demokratik pratiklerin Antik Helen ve Roma dönemindeki hikayesi ele alınacak. Ama bununla yetinilmeyecek, bu ciltte Çin ve Hindistan’a da eğilen, bu bölgelerdeki adı demokrasi olmasa da demokratik pratikleri ele alan bölümler yer alacak. Üçüncü ciltte ise 18’inci yüzyıl sonlarından günümüze modern demokrasi düşüncesinin ve demokrasilerin (ve tabii demokrasi eleştirilerinin) küresel hikayesi incelenecek.
Orta Çağ’dan modern döneme anti-demokrasi
Mesele ikinci ciltti! Bu cilt Orta Çağ’dan 19’uncu yüzyıla, demokrasinin bir rejim olarak kabul görmediği o uzun yüzyılları kapsayacak. Malum, ne Orta Çağ’da ne erken modern dediğimiz 15’inci yüzyıldan 18’inci yüzyılın sonundaki devrimler çağına uzanan dönemde, demokrasi kabul gören bir rejim olmamıştı. Akademideki demokrasi tarihi üzerine çalışmaların çoğu, antik dönem ve modern zamanlara eğilir, bu bin yılı aşan dönemi kısaca geçer. Diğer yandan dar anlamda demokrasi olmasa da Avrupa’daki modern siyasal ve hukuksal kurumların kökenleri ve günümüze uzanan siyasal düşüncenin olgunlaştığı bağlam yine de bu dönemde saklıdır. Ama bu gelişmeler demokrasi tarihi bağlamından ziyade, mesela hukuk devletinin şekillendiği, özel mülkiyet anlayışının olgunlaştığı, kamu-özel ayrımının netleştiği ya da mesela cumhuriyet düşüncesinin küçük şehir devletçikleriyle sınırlı kalsa da anlamlı bir gelişme gösterdiği yüzyıllar olarak düşünülebilir.
Hatta daha ileri gidelim. Avrupa’yı ele alırsak, erken Orta Çağ’dan 18’inci yüzyılın sonlarına, hatta 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar, halkın kendi kendini yönetmesi, egemenliğin yurttaşların toplamında olması, kararların direkt yurttaşlar tarafından ya da onların belli bir dönem için ve sınırlı bir yetkiyle seçtikleri temsilciler tarafından alınması, ülkenin seçilmiş liderlerinin halk ve hukuk tarafından sürekli denetlenmesi ve tabii eğer yöneticiler onlara verilen yetkileri aşarlar ise halkın isyan hakkının olduğu anlayışı hiç de cazip değildi.
Demokrasi iki yönlü eleştiriliyordu. Bir yandan egemenliğin Tanrı ve Tanrı’nın dünyadaki gölgesi olanlardan alınıp, halka verilmesi kabul edilemezdi. Kalabalıkların kendini yönetecek ne yetkisi, ne yeteneği, ne geçmiş bilgisi ne gelecek öngörüsü, ne de dünyevi ve ruhani şuuru vardı. Evet, halkın rızası anlamlıydı şüphesiz. Ama egemenlik ve yönetim gücü “bilenler”de ve Tanrı’nın yetkilendirdiği kişi ve kurumlarda olmalıydı. Halkın menfaati de zaten böyle korunurdu.
Demokrasiyi bir rejim olarak değil de demokratik pratikler olarak düşünürsek çok daha zengin küresel bir tarih yazabilirdik. Hatta o zaman demokrasiyi Batı kanonunun dışında görmek imkanları belirir, bu da günümüzdeki demokrasi teorilerini başka şekilde ele almamıza yardımcı olabilirdi
Diğer yandan demokrasinin kaos ve çatışma yarattığı fikri hakimdi. Demokrasi nizamsızlık demekti. Halk kendi dar ve sınırlı bilgisi ile toplumun, nizamın geleceğini tahayyül ve tayin edemez, ülkenin genel çıkarı için kararlar veremez, olsa olsa kendi dar ve kısa erimli menfaatini düşünerek tepki verirdi. İşler kötüye gidince de bir kurtarıcı seçer ve o kurtarıcı da tiranlığın yolunu açardı. Demokrasi tiranlığın sadece bir ön aşamasıydı.
Belki de Batı’da erken Orta Çağ’dan Amerika ve Fransız devrimlerine uzanan bin yılı aşan dönemdeki siyasal kurgu kapalı bir demokrasi karşıtlığı üzerine kurulmuştu diyebiliriz.
Demokrasinin ikinci cildinde Batı kanonunun dışına çıkmak
Peki o zaman demokrasinin reddiyesi üzerine kurulan yüzyılları kapsayan o ikinci ciltte ne yazacaktık? Bu sorunun cevabından önce daha da ilginç bir husus var. Editörler benden 13’üncü yüzyıldan 19’uncu yüzyıla Osmanlı tarihi ve kısmen İran’ı kapsayacak, sentetik bir makale istiyorlardı. Peki bu dönem için Batı tarihinde bulamadığımız demokrasiyi İslam ve Osmanlı tarihinde bulabilecek miydim?
Bu cildin mimarisi ve özellikle benim yazacağım bölüm üzerine ikinci cildin editörü, Oxford Üniversitesi siyasi düşünceler tarihi profesörü meslektaşım Sophie Smith ile uzun yazışmalar yaptık.
Sophie iki noktanın altını çiziyordu. Birincisi demokrasi tarihini farklı şekilde düşünmek ve demokrasi tarihini demokratik rejimlerin tarihine indirgemeden yazmanın imkanlarını sorguluyordu. Bir yönüyle demokrasi tarihini demokratik pratikler tarihi olarak yeniden kurgulayabilir miydik? Evet, erken Orta Çağ’dan 19’uncu yüzyıla demokratik rejimler oluşmadı. Ama demokratik, yani toplumun geniş kesimlerinin aktör olduğu, siyasal ve sosyal süreçlere katıldığı birçok pratik yaşandı. Buna isyanlar da dahildi. Farklı kurumların iç bünyelerinde kimi demokratik unsurlar, mesela rıza ya da kamuoyu mekanizmaları şekil buldu. İnsanların fiktif de olsa hakem olduğu siyasal ve dini tasavvurlar oluştu. Yani meseleye demokratik rejimler tarihi değil de demokratik pratikler ve tahayyüller tarihi olarak bakarsak çok zengin bir anlatı kurabileceğimizi düşündük.
İkinci olarak, Sophie demokrasi tarihini Batı kanonundan özgürleştirmek istiyordu. Eski Yunan’dan ortaya çıkan, sonra uyumaya geçen, arkasından 18’inci yüzyılda devrimler ile yeniden uyanan ve günümüzdeki liberal ve sosyal demokrasiye uzanan o anlatı yerine çok daha küresel, çok daha dağınık bir anlatının imkanlarını zorlamak amacındaydı.
Sophie ile şu noktada anlaşıyorduk: Evet, günümüz demokratik rejim kurgusunun eski Yunan düşünce ve pratiklerine giden bir jeneolojisi vardı. Ama dünyanın hemen her sosyal ve siyasal oluşumunda bu jeneoloji içinde yer almasa da farklı biçim ve isimlerde demokratik pratikler mevcuttu. Neticede demokrasi halkın kendini yönetmesi ve bunun etrafında geliştirilen düşünce ve tahayyüller ise her toplumsal ve siyasal varoluşta şu ya da bu şekilde kolektif yönetim, siyasal katılım, kamuoyu, müzakere, seçim, rıza gösterme, protesto ve tabii isyan etme şekillerinin katmanlaştığı unsurlar vardı. Demokrasiyi bir rejim olarak değil de demokratik pratikler olarak düşünürsek çok daha zengin küresel bir tarih yazabilirdik. Hatta o zaman demokrasiyi Batı kanonunun dışında görmek imkanları belirir, bu da günümüzdeki demokrasi teorilerini başka şekilde ele almamıza yardımcı olabilirdi.
2020’lerden demokrasi tarihi yazmak
Bir Osmanlı demokrasisi var mıydı? Bu soruyu haftaya tartışalım ama yazının ilk paragrafının sonundaki parantezdeki ifadem konusunda bir açıklık getireyim. Evet, meseleye demokratik rejim olarak değil ama farklı demokratik pratik ve tahayyüller olarak bakarsak karşımıza zengin bir resim çıkıyor. İşin ilginç tarafı, isyanlar ya da devletin iç borçlanması sonucu binlerce insanın devletin ortağı olması gibi farklı “demokratik pratiklerin” çoğu geleneksel Osmanlı tarihçiliğinde gerileme ile ilişkilendirildiği için Türkiye’nin uzun bir demokrasi tarihi anlatısı oluşmamış. Öyle olunca da cumhuriyet kendini demokrasi ile değil “devlet ve nizam” ile ilişkilendirerek tarihselleştirmiş. Bu konulara ileride de dönelim.
Bitirirken Sophie’nin davetinden sonra yaşadığım demokrasi tarihi üzerine okuma ve yazma serüvenim hakkında birkaç satır ekleyeyim. Bir tarihçi olarak demokrasi üzerine okumak ve yazmak için en ilginç dönemlerden birini yaşıyoruz. Malum uzun süredir son yüz elli yılda gelişmiş liberal ve sosyal demokratik rejimler büyük bir kriz yaşıyor. Popüler (popülist) otoriter liderlikler liberal ve sosyal demokrasiye çok büyük eleştiriler getiriyor. Toplumlarından güçlü destek alan popülist liderler, yürütme yetkisini genişletiyor.
Güçler ayrılığı, özerk kurumlar ve siyasal partiler gibi aracı mekanizmalar üzerine kurgulanan halk egemenliği kavramı yerine, halkın büyük yetkilerle donatarak direkt seçtiği, onlarla duygusal bir rabıta kuran, Pierre Rosanvallon’un deyimi ile millet-insan’ların liderliğinde demokrasi yeniden kurgulanıyor. Bu yeni liderlik 20’nci yüzyılın diktatörlüklerden farklı şüphesiz. Ama millet-insanların Orta Çağ ve erken modern demokrasi eleştirilerinde bize anlatılan, halkın seçtiği popüler tiranlarla bir akrabalıkları var.
İşte tam bu zamanlarda demokrasi tarihini, demokrasi anlatısını yeniden düşünmek bir tarihçi için ne kadar heyecan verici tahmin edebilirsiniz. Hele bir Türk tarihçi için!