Geçen yazıda 2013 mayısındaki Gezi olaylarının ve aynı yılın sonuna doğru patlayan 17-25 Aralık vakasının yakın dönem Türkiye tarihindeki iki büyük kırılma olduğunu ifade etmiştim ve bu iki olayı incelemiştim. Gezi olayları ile beraber AKP ve Erdoğan’ın Türkiye üzerindeki iddiası artık demokratikleşme değil, ülkenin gerçek sahiplerinin iktidarını kurma olarak yeniden şekillenmeye başlamıştır. 17-25 Aralık ise hâlâ ayrıntılarına vakıf olmadığımız ve anlayamadığımız nedenlerden dolayı Gülen-Erdoğan ittifakının dağılmasının ve devlet kadroları içindeki büyük iç savaşın önemli bir safhasıdır. Bu iki olayın sonucunda Erdoğan iktidarının halk desteğinde bir azalma olmasa da iktidar bugüne kadar devam eden derin bir güven krizine sürüklenmiştir. Bu yazıda üçüncü büyük kırılmayı, Suriye iç savaşı ile iç içe geçen çözüm sürecinin en kritik noktasında çöküşünü ve Türkiye’nin karmaşık bir şiddet sarmalına girdiği 2014-2015 yılını incelemek istiyorum. Bu dönem o kadar karmaşık ki, nasıl yazsam diye düşündüm, sonunda bir tarihçinin en eski ve en iyi bilmesi gereken yolu tercih ettim. Bu çok karmaşık dönemi kronolojik bir anlatı ile inceleyen bir denemeye ne dersiniz? Önceden uyarayım, biraz can sıkıcı bir yazı olacak.
Kuzey Suriye meselesi
Türkiye tarihini derinden etkileyecek AKP hükümetinin Kürt siyasî hareketi ile yürüttüğü çözüm sürecinin gelişimi ve ardından çöküşü Kuzey Suriye’deki gelişmeler ile iç içe geçmiştir. 2012 ağustosunda Suriye iç savaşının bir safhasında, Kürtlerin Rojava olarak isimlendirdikleri Kuzey Suriye’de, ağırlığını Kürtlerin oluşturduğu gruplar yedi özerk bölgenin demokratik birliğini ilan etmişti. Bu ilan Suriye rejimine karşı olduğu kadar, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi birleştirmek isteyen IŞİD’e karşı bir meydan okumaydı. Bunlar olur biterken 2012’den beri gelgitlerle devam eden çözüm süreci, tüm krizlere ve Türkiye devleti içindeki iç mücadelelere rağmen, yürütülüyordu. Rojava’da kurulan, daha sonra PYD adını alacak Kürt silahlı hareketinin PKK ile olan akrabalığı bilinse dahi ilk safhada Türkiye bu gelişme karşısında net bir tutum almamıştı. Şüphesiz Türkiye PYD’nin Rojava’da hâkim siyasî hareket olmasından rahatsızdı ama 2013 yazından itibaren PYD lideri Salih Müslim Türkiye’de bir dizi görüşme yapıyordu. Kürt meselesinin çözümü için baldıran zehrini bile içeceğini ifade eden Erdoğan, Salih Müslim ile görüşmekten çekinmemiş, hatta bir rivayete göre PYD liderini evinde ağırlamıştı. 2013’ün Temmuz ayındaki ziyaretinde Salih Müslim’in İmralı’ya gideceği ve Öcalan’la görüşebileceği dahi konuşuluyordu. Ağustos 2014’te Sincar’da yüzlerce Yezidinin IŞİD militanları tarafından katledilip kadın ve çocukların köleleştirilmesi dünya kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmektedir. Eylül 2014’ten Mart 2015’e kadarki dönem, IŞİD ile PYD’nin en etkin silahlı unsuru olan Rojava güçleri arasında Kobane merkezli çatışmalarla geçer. Bu dönemde Türkiye tam iki arada bir derededir. İktidar Batı kamuoyunda IŞİD’e karşı mücadeleyi üstlenen PYD’ye karşı büyük bir ilgi olduğunun farkındadır. Diğer yandan Suriye rejimine karşı PYD dışında el-Kaide ve el-Nusra ile ilişkili milislerin oluşturduğu başka bir gücü Suriye’de rejime karşı oluşturmak isteyen Türkiye, ABD ile Kuzey Suriye meselesini bir türlü halledememektedir. IŞİD’e karşı mücadeleyi önceleyen ABD, Türkiye’nin Rojava’ya yardım etmesini ve gerekirse PYD ile işbirliği yapmasını istiyordu. Diğer yandan çözüm sürecindeki zikzaklar, taraflar arasındaki gizli yürütülen görüşmelerde güvenin bir türlü tesis edilememesi ve çözüm sürecine karşı güvenlik bürokrasisi ve muhalefet içinden yükselen muhalefet işleri daha da çok karıştırmaktaydı. 2014 ağustos ve eylül’ünde IŞİD’in Kobane’ye saldırıları yoğunlaşır. Kobane’nin düşme tehlikesi yaşadığı bu dönemde, Avrupa ve Türkiye’deki Kürt kamuoyunda büyük bir hareketlenme olur. Türkiye’den, Suriye’den ve Irak’tan gelen Kürt silahlı güçleri için Kobane’ye bir koridor açması istenir. Türkiye bu konuda isteksizdir ve bu isteksizlik Irak’ta, Türkiye’nin Kobane’nin düşmesine göz yumacağı algısını güçlendirir. 6 Ekim’de bir ay önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 10 gibi kayda değer bir destek alan Selahattin Demirtaş’ın ve Figen Yüksekdağ’ın HDP adına yaptıkları açıklama ile Kürt halkı iktidarı protesto etmeye davet edilir. Bu çağrı üzerine Diyarbakır’da Kobane protestoları başlar. Hendeklerin kazıldığı ve bir direnişin örgütlendiği Sur kısa sürede kurtarılmış bölgeye dönüşür. Ama kısa sürede iktidar Sur’daki direnişi PKK’nın örgütlediği bir isyan hareketi olarak ilan eder. Ardından 6-8 Ekim’de güvenlik güçleri ile protestocular arasında çatışmalar büyür, kadın ve çocukların bulunduğu 42 kişi hayatını kaybeder, tarihi Sur yerle bir olur.
6-8 Ekim olayları ve Dolmabahçe mutabakatı
İktidar başta Demirtaş ve Yüksekdağ olmak üzere, HDP yönetimini, HDP yönetimi ise iktidarı ve güvenlik güçlerini 6-8 Ekim olaylarında yaşanan can kaybından sorumlu tutar. 6-8 Ekim olayları Demirtaş ve Erdoğan arasında büyük bir husumete yol açsa da çözüm süreci sona ermez. Kobane’ye yardım için Türkiye, Irak Kürdistan’ından gelen peşmergenin Kobane’ye geçmesini sağlar ve ABD’nin havadan desteği ile olası bir IŞİD zaferi engellenir. Rojava’yı IŞİD’in elinden kurtaran Kobane savunması Kürtler için büyük bir zafer olarak görülür. 2015 başında çözüm süreci müzakereleri yoğunlaşacaktır. Bu dönemde iki ilginç gelişme olur. 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de HDP heyeti ve iktidar arasında bir mutabakat metni kamuoyuna açıklanır. Türkiye tarihinin en ilginç gelişmelerinden biri olan Dolmabahçe Mutabakatı, çözüm sürecini 10 maddelik bir çerçeveye oturtmaktadır. Aslında Abdullah Öcalan’ın onayladığı, hatta onaylamakla kalmayıp büyük oranda formüle ettiği belli olan bu mutabakat metni çözüm sürecinden çok daha geniş bir kapsamı içermekteydi. Metin kadın meselesinden çevre sorununa kadar birçok unsuru değindikten sonra 10. maddesinde yeni bir anayasa önerisi getirmekteydi. İşin doğrusu Dolmabahçe mutabakatı çözüm sürecinden öte AKP ile Kürt siyasi hareketi arasında olası bir ittifaka da işaret etmekteydi. Bu mutabakatın Erdoğan’ın Gezi ve 17-25 Aralık vakasından sonra yeni müttefikler arayışının tam ortasında kaleme alınmış bir metin olduğunu düşünebiliriz. Dolmabahçe Mutabakatı’nın arkasındaki hikâyenin ayrıntılarını ancak ileride öğreneceğiz. Ama kısa sürede başta Bülent Arınç olmak üzere, AKP’nin önde gelen bazı simaları bu mutabakatı kuvvetli şekilde eleştirir. Erdoğan mutabakatın kendi bilgisi dahilinde imzalanmadığını ima eder. Davutoğlu bir süre sessiz kalır. Buna mukabil Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan eleştirileri mutabakattan kısa bir süre sonra tekrar yoğunlaşır. Mutabakattan sadece iki hafta sonra, 17 Mart’ta Selahattin Demirtaş HDP’nin meclis grup toplantısında Erdoğan’a seslenir ve üç kere “Seni başkan yaptırmayacağız!” der. Bu dönemde Demirtaş ve Öcalan arasında çözüm sürecinin nasıl yürütüleceği konusunda bir anlaşmazlık olduğu yazılır. 20 Mart’ta Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, Diyarbakır’da Öcalan’ın Nevruz bildirisini Nevruz için toplanmış büyük bir kalabalığa Kürtçe ve Türkçe okurlar. 7 Haziran seçimlerine giderken çözüm süreci gelgitlerle devam etse de çatışmasızlık hali bozulmaz. Evet, bir yandan Demirtaş-Erdoğan gerilimi artmaktadır ama bu gerilim Kürt hareketi ve AKP içindeki rekabetleri gölgelese de perdeleyemez. Erdoğan-Davutoğlu arasında AKP’nin, Öcalan-Demirtaş arasında ise Kürt hareketinin liderliği konusundaki rekabeti o günlerde gözlemlemek hiç zor değildir. Tüm bu çılgın gelişmeler olurken, devlet kadroları içindeki Gülenciler ve diğerleri arasındaki iç savaş devam eder. 7 Haziran’a giden o günlerde Gülenci gazetecilere ve bazı bürokratlara karşı operasyonlar çoktan başlamıştır. Ve seçimden iki gün önce HDP’nin Diyarbakır mitinginde bir patlama meydana gelir ve 5 kişi hayatını kaybeder. Bu patlama seçim sonrası kan gölüne dönüşecek Türkiye’nin habercisidir.
7 Haziran seçimleri
7 Haziran 2015 seçimlerinde Ahmet Davutoğlu liderliğindeki AKP yüzde 40’ın üzerinde bir oy elde etmesine karşılık TBMM’deki çoğunluğunu 2002’den beri ilk defa kaybeder. HDP ise tarihi bir başarı ile yüzde 13 oyla dördüncü parti olur. Aynı zamanda çözüm sürecine en ağır eleştirileri yönelten MHP de oyunu yüzde 16’ya çıkarmıştır. Çözüm sürecinin AKP’ye karşı HDP ve MHP’nin oylarında dramatik artmaya yol açtığı belli olmuştur. AKP içindeki bir grubun bu yenilgiden çözüm sürecini sorumlu tuttuğu bilinmektedir. Erdoğan da belli ki bu günlerde baldıran zehrinden vazgeçecektir. Seçim sonunda bir ay devam edecek olan AKP-CHP arasındaki meşhur “istikşafi görüşmeler” başlar. Bu görüşmeler Türkiye siyasî tarihi açısından bir dönüm noktası olabilecek bir AKP-CHP koalisyonuna evrilebilecekken böyle bir koalisyon belli ki Erdoğan tarafından engellenir. Davutoğlu’nun kurulmasını istediğini bildiğimiz AKP-CHP koalisyonunun neden Erdoğan tarafından istenmediği önemli bir konudur. Bir teze göre Erdoğan böyle bir koalisyonun, nihayetinde kurmak istediği başkanlık sistemini imkânsız kılacağını düşünüyordu. Diğer bir teze göre Erdoğan ve CHP arasında çok büyük bir güvensizlik vardı. Aslında CHP de Erdoğan’ın liderliği yerine Davutoğlu ile süreci yönetmek istiyordu. 17-25 Aralık’ın gölgesinde CHP’nin olduğu bir koalisyon Erdoğan ve çevresi için çok büyük bir risk olacaktı. Özellikle de Davutoğlu’nun 17-25 Aralık soruşturmalarında suçlanan bakanlar ve bürokratlar konusundaki rahatsızlığı biliniyorken... Yine de bu görüşmelerin müzakerelerinin Türkiye siyasî tarihi açısından çok ilginç olduğu açıktır. Erdoğan, Davutoğlu’nun diğer partiler ile müzakereleri tamamladıktan sonra kabine kurma yetkisini CHP Genel Başkanı’na vermesi gerekirken, bu anayasal teamülü atlayarak, erken seçime gidilmesini sağlamıştır. Hemen her gün teamülleri ve hatta Anayasa’yı ihlal eden radikal kararların alındığı bu dönemde Erdoğan’ın hükümet kurma yetkisini, yetkiyi alması gereken ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na vermemesi bize vaka-i adiyeden gelebilir ama o zaman Erdoğan’ın bu tutumu hiç de sıradan bir “Erdoğan uygulaması” değildi. Ağustos başında erken ya da daha doğru bir tabirle “yeniden seçim” kesinleşir.
Kan gölü ve çözüm sürecinin sonlanması
AKP-CHP görüşmeleri devam ederken ve daha sonra Türkiye seçime giderken, Türkiye tarihinin en karanlık olaylarının bazılarına tanık oluruz. 20 Temmuz’da Suruç’ta Kobane’ye yardım göndermek isteyen Ezilenlerin Sosyalist Partisi üyesi ve bazı sol gençlik örgütleriyle ilişkili bir gruba IŞİD’in üstleneceği bir intihar saldırısı gerçekleşir ve saldırı sonuncunda 34 yurttaş hayatını kaybeder. Bu patlamadan iki gün sonra, 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis memuru uykularında öldürülür. İlk önce PKK’ya bağlı HPG’nin üstlenip sonra reddettiği bu eylem sonucu yargılanan sanıklar daha sonra beraat edecektir ve olay faili meçhul kalacaktır. Bu arada davayı yürüten yargıcın ve otopsi savcısının Gülenci oldukları gerekçesiyle şu anda hapiste olduklarını kaydedelim. 24-25 Temmuz’da birçok HDP üyesi tutuklanır. 25 Temmuz’da Şehit Yalçın Operasyonu ile hem PKK hem IŞİD mevzileri Türk Hava Kuvvetleri tarafından vurulur. Bu hava harekatıyla çözüm süreci fiilen biter. PKK çatışmasızlığa son verir. 1 Kasım seçimlerine sadece 20 gün kala eski Ankara Garı önünde Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırısı gerçekleşir. DİSK, TMMOB, KESK, TTB’nin dışında birçok sol örgütün katıldığı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’ndeki intihar saldırısında 104 yurttaş hayatını kaybeder. Saldırının faili Suruç saldırısını örgütleyen IŞİD’le bağlantılı Adıyamanlı iki kardeş olarak tespit edilir. Türkiye’yi kan gölüne çeviren bu birkaç aydan sonra yapılan seçimlerden Ahmet Davutoğlu liderliğindeki AKP büyük bir zaferle çıkar ve tek başına iktidarını yeniden kurar. Ama asıl “zafer” seçimi direten Erdoğan’ındır. HDP ve MHP’nin oyları düşer. CHP iki seçimde de aşağı yukarı aynı oyla ana muhalefet partisi olmaya devam eder. Bir ay sonra çok değerli bir insan hakları savunusu, Diyarbakır Barosu Başkanı avukat Tahir Elçi, Sur’da Şeyh Matar Camii’nin Dört Ayaklı Minaresi önünde çözüm sürecinin yeniden başlaması için bir basın açıklaması yaparken PKK ve güvenlik güçleri arasındaki çatışmada bir “kaza(!)” sonucu öldürülür. Haftaya tüm bu olayları biraz da yorumlayarak devam edelim.