05 Mayıs 2024, Pazar Gazete Oksijen
19.01.2024 04:30

Üniversiteler dönemi bitiyor mu?

Bugün başta ABD, hemen her ülkede üniversiteler ile sağ arasında yeni bir çatışma gözlemliyoruz. ABD ve Avrupa’da sağ radikalleştikçe üniversitelerden dışlandı. Bugün üniversitelerde sağ temsil edilmiyor. Bu durum üniversitelerden ziyade sağın geçirdiği dönüşümle, sağın eski muhafazakâr entelektüel altyapısını terk ederek, gerçek ötesicilik, aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve demogojiyle ilişkilenmesi ile ilgili muhtemelen


Üniversiteler tarihe mi karışıyor? Acaba bir taraftan siyaset, diğer taraftan piyasa, öbür taraftan toplumsal “hassasiyetler” üniversiteleri yavaş yavaş kemirerek toprağa mı gömüyor? Uzun zamanda bin yıllık, yakın zamanda iki yüz yıllık hikâyenin sonuna mı geliyoruz? Son iki ayda ABD’de üniversite özerkliği ve akademik özgürlük üzerine gelişen tartışmalar bu soruları sorduracak nitelikte.

Şüphesiz üniversiteler çok önemli ve etkili kurumlar. Onlar sistematik bilginin, bilimin üretildiği ve öğretildiği müesseseler. Aynı zamanda önyargısız tartışma ortamının yuvaları olmaları gerekiyor. Farklı hakikat arayışlarının saygı ile karşılanması gereken mecralar olmaları gerekiyor. Özgür düşüncenin üretilmesi için gerekli farklı düşünce gruplarının, teorilerin, varsayımların birbirine saygı duyarak bir arada bulunabilmesi gereken çoğulcu düşünce bahçeleri olmaları gerekiyor... Akademisyenlerin ürettikleri düşünceler, teoriler ve varsayımlarla ancak kendi meslektaşlarını ikna ederek rekabet ettikleri camialar olmaları... 

Kurumsal özerklik ve akademik özgürlük

Şüphesiz siyasetin, piyasanın ve toplumsal dinamiklerin üniversiteden tamamen ayrışması, üniversitelerin tamamen siyasal, ekonomik ve geleneksel yaşamın dışında ya da üzerinde olması mümkün değil. Ama tam da siyasetin, piyasanın ve toplumsal önceliklerin üniversitelerdeki bilgi üretimine ve öğrenimine hâkim olmaması için üniversitelerin kurumsal açıdan bilimsel ve mali özerkliğe sahip olmaları gerekmiyor mu?

Bu özerklik/özgürlük sadece devletin siyasetinin ve piyasanın yönlendirmesinin karşındaki özerklik/özgürlük ile sınırlanmamalı. Belki de daha zoru bilginin toplumsal varsayımlar, inançlar ve gelenekler karşısında bağımsızlığı meselesidir. Üniversiteler bilgi üretiminin özerkliğinin sadece devlete ya da piyasaya karşı değil, içinde yaşadığımız toplumun önceliklerinin, dinamiklerinin, dini ya da geleneksel hassasiyetlerinin de dışında - hadi burada üzerinde demeyelim - konumlanması, tüm bunlara karşı korunması gereken alanlardır.

Özerklik üniversitenin namusudur

O zaman şunu ifade edelim: Bir üniversite siyasete/devlete, piyasaya ve topluma karşı özerkliğini kaybeder ise yani siyaset/devlet, para/piyasa ya da toplumsal inanışlar/gelenekler üniversitede üretilen bilginin yönünü ve sınırlarını çizer, neyin nasıl tartışılacağını, ifade edileceğini belirlerse, üniversite üniversite olma niteliğini kaybetmeye başlar. Bu demek değildir ki üniversitede üretilen bilgi her zaman toplum için olumlu sonuçlar doğurur. Ya da bu özerklik üniversitenin her zaman gerçeği bulup çıkarmasını garanti altına alır. Üniversitenin iç hiyerarşisi her zaman doğru sonuçları karşımıza koymaz. Bazen üniversite kendi iç hiyerarşisine de başkaldırır. Hatta kaldırmalıdır. Ama şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Akademi ancak özgür bir ada olur ise insanlık adına bir işe yarar. İnsanlık için iyi sonuçlar verecek nesnel ve evrensel bilgi ancak özgür bir ortamda üretilir. Özgür olmayan bir üniversite ancak binalardan, ruhsuz kitaplardan ve bireysel çıkarlardan ibarettir.

İnanın ki üniversite özerkliği bir ülke için lüks değildir. Tam tersine özgür akademi bir ülkenin hadi beyni demeyelim... Pankreasıdır.

Bilgi, güç ve toplumsallık

Antik yüzyıllardan bugüne bilginin ve bilgi ile uğraşanların siyaset, piyasa ve toplum karşısında özerklik ve özgürlük mücadelesi üzerine çok uzun yazılar yazılabilir. Sadece Batı’da değil. İslam dünyasında, Çin’de, Afrika’da bilgi ile uğraşan, işi bilgi olanların siyasal otorite, piyasa ve toplum karşısındaki kurumsal ya da bireysel özerklik arayışları insanlık tarihinin önemli mevzularından biridir. Bilgisi için bedel ödeyenlerin listesi çok uzun. İki örnek: Bilginin özerkliğinin temsilcilerinden biri Sokrates ise, diğeri bilgisi için işkence gören Ebu Hanife’dir.

Aynı şekilde bilginin sahiplerinin siyasal otorite ve ekonomik güç ile kurdukları ortaklıklar ya da hâmilikler ve o ortaklıklar ya da hâmilikler sonucu değişen konumlar da uzun bir listedir. Bilgi üretenler ile siyasi ve ekonomik güç arasındaki ilişki belki bilgiyi üretenlerin özerklik arayışlarından çok daha kapsamlı bir tarih anlatısı sunacaktır. Aynı şekilde bilgi üretenin toplumsal kabul görmesi aslında sorunlu karşılanması gereken bir olgudur. Akademik ve nesnel bilgi ile toplumsal öncelikler arasındaki gerilim akademinin şânıdır. Toplum kendine ters düşen bir bilgi insanını bağrına basıyorsa kendini aşar, olgunlaşır, kendinin ve geleceğinin sahibi olur...

Modern zamanlarda bilgi ve üniversite

Modern üniversitenin tarihi konusunda da çok farklı teoriler öne sürebiliriz. Ama genel kanı günümüzdeki üniversitenin on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, Alman doğa felsefecisi Wilhelm von Humboldt’un kurduğu araştırma üniversitesi modelinin günümüzdeki üniversite formunun prototipini oluşturduğudur. Bu modele göre bilgi bir bütündür. Üniversite bilgiye holistik yani bütünsel ve evrensel bir programla yaklaşmalıdır. Birincisi doğa bilimleri ve insani ve sosyal bilimler arasında bir bütünsellik ya da ayrışmazlık vardır. Üniversite bu bütünselliği ve evrenselliği sunar. Üniversite bu bütünsel ve evrensel bilgi üretimi sonucu bireyin yetiştiği dünyanın ötesine geçmesini ve bir dünya insanı haline gelmesini sağlar.

İkincisi üniversite, mali ve idari açıdan ulusal bir kurum bile olsa, amaç evrensel bilgiye ve medeniyete katkıda bulunmaktır. Ulusal ya da yerel idari yapı evrensel bilgi üretimini sınırlamamalıdır. Asıl olan evrenselliktir. Bu evrensellik ya da dünyalılık için üniversitenin siyasal otoritenin kontrolünde olmaması şarttır. Evet, üniversite ulusal kalkınmaya ve aydınlanmaya katkı sağlar. Ama bunu ancak özerk kurumlar olarak yapmalıdır. Üniversite ulusun hizmetinde olamaz. O ancak insanlığın hizmetinde olur. Ulus ondan faydalanır.

Bu yaklaşım 19’uncu yüzyıl sonundan itibaren Avrupa’da ve ABD’deki yükseköğretim kültürüne ve daha sonra dünyanın başka yerlerindeki üniversite vizyonuna hâkim olmaya başlar. Bu süreçte üniversite öğretim üyelerinin ve öğrencilerin siyasal otorite karşısındaki konumu önemli tartışma konularından biri olmuştur. Uluslaşma sürecinde üniversitelerin ne kadar uluslarından özerk, ne kadar uluslarının hizmetinde ve devletlerinin çizdiği sınırlar içinde olmaları gerektiği 1950’lere kadar tüm dünya siyasetinin temel meselelerinden biri olur.

Bu arada mühendislik ya da kamu yönetimi gibi pratik alanlar ile üniversitelerin temeli olan doğa ve insani bilimler (buna hukuku da ekleyin) arasında ayrım kurumsal olarak 20’nci yüzyılın ortalarına kadar devam eder. Ama 1950’lerden sonra üniversiteler pratik ya da uygulama alanları da alacak şekilde büyür; ya da pratik alanların okulları olan politeknikler ya da siyasal bilgiler okulları üniversiteye dönüşür. Bir noktada pratik alanlar ile teorik alanlar arasındaki kurumsal ayrım da ortadan kalkar.

Akademik özgürlük - kadrolu (tenured) olmak

1920’lerin Sovyet Rusya'sının, 1930’ların Nazi Almanya'sının, 1950’lerin McCarthy Amerika'sının akademi üzerinde kurduğu baskılar, akademinin devlet ya da rejim tarafından nasıl kontrol edildiğinin, buna karşı akademinin nasıl direndiğinin ya da bu durumu kabullendiğinin hikayeleri üniversite tarihi literatürünün önemli bir bölümünü oluşturur. Aynı şekilde üniversite özerkliği mücadeleleri de bu dönemlerin şahitliği ile verilmiştir. Üniversite hocalarının ancak kendi iç hiyerarşileri içinde kendi meslektaşlarının yetkinliğini değerlendirmesini sağlayan kurumların oluşması, hocaların kadroya geçtikten sonra iş güvencesi elde etmeleri, bu sayede bilimsel özgürlüklerinin risk altında olmadan sağlanması 1950’lerden sonra yaşanan üniversite reformu süreçleri Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde gündeme gelir.

Yine de üniversitelerin siyaset, piyasa ve toplumsal öncelikler ve hassasiyetler karşısında özerkliklerini koruyacak şemsiyeler elde ettiklerini söylemek doğru olmaz. Siyasetin ve devletin üniversiteler üzerinde etkisi her ülkede farklı seviyede de olsa hep hissedilir. Bu bazen tasfiyeler, sürgünler, sansürlerle bazen ise verilen teşviklerle, idari düzenlemelerle olur. Piyasa ise kendi önceliklerini dayatan maddi katkılarla ya da iş piyasasındaki önceliklerin kaçınılmaz etkileri ile üniversiteler üzerinde etkili oldu. Yine de 1950-2020 üniversitelerin belki en parlak dönemiydi. ABD ve Avrupa’daki büyük üniversiteler dev maddi kaynakları ile küresel liderliklerini kurar. Aynı zamanda dünya üniversiteleri kendi network’lerini oluşurur. Dünyada farklı devletler, kültürler bir yana, üniversiteler kendi bağları, öncelikleri, kozmopolit tarzları ile adeta küresel bir cumhuriyet kurar.

Yeni sağ ve üniversiteler

Son yıllarda ise üniversitelere karşı siyaset, piyasa ve toplumlar yeni bir taarruz girişimindeler. Bunun çok karmaşık nedenleri var. Onları gelecek haftalarda irdeleyelim. Ama şunu ifade ederek bu yazıya son vereyim: Bugün başta ABD, hemen her ülkede üniversiteler ile sağ arasında yeni bir çatışma gözlemliyoruz. ABD ve Avrupa’da sağ radikalleştikçe üniversitelerden dışlandı. Bugün üniversitelerde sağ temsil edilmiyor. Bu, üniversitelerden ziyade sağın geçirdiği dönüşümle, sağın eski muhafazakâr entelektüel altyapısını terk ederek, gerçek ötesicilik, aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve demogojiyle ilişkilenmesi ile ilgili muhtemelen. Ama yeni popülist ve otoriter sağ üniversitelerden çekilirken toplumda güçleniyor. Bunun sonucu üniversiteler ve toplum daha keskin bir şekilde karşı karşıya geliyor. Gelecek hafta buradan devam edelim.