26 Kasım 2024, Salı Gazete Oksijen
15.01.2021 01:02

'Türkiye’de büyüyememek içimde bir yaradır'

Türkiye onu, “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisindeki Mustafa rolüyle tanıdı. Covid-19 sırasında yeğeni Ozan ile çektiği dans videoları, karantina günlerinin neşesi oldu. Fırat Çelik’le Stuttgart-Tunceli-Paris-İstanbul-Paris hattında geçen ömrünü, bir yere ait olamama, kendi tabiriyle “Arafta Kalma” duygusunu ve şu günlerini nasıl geçirdiğini konuştuk
  • Ailenizden ve çocukluğunuzdan bahseder misiniz? 
1981’de Stuttgart’da doğdum. Alevi-Zaza bir ailenin, dört çocuğundan biriyim. Babam Stuttgart havalimanında temizlik işçisi, annem ev hanımı... Kağıtları alamayınca ben üç yaşındayken Tunceli’nin Şihmerek köyüne dönüyoruz. Köy dediğin de 50 kişilik bir yer. Dört beş senem geçiyor orada. Davara giderdim. Bahçemizde sebze meyve yetiştirirdik. Ninem yoğurt, peynir yapardı. Tüplü küçük bir televizyonumuz ve bahçede çamurlu bir havuzumuz var diye köyün en varlıklı ailesi kabul edilirdik. Hala aile mezarlarımıza kadar, her şeyimiz orada. Yıllar sonra oraya tekrar gittiğimde, bütün hatıralarım canlandı. Durdum ve ağlayabildim sadece. 
  • Güzel hatıralar anladığım kadarıyla...
Çok güzel hatıralar, yine de oraya geri dönmek bana iyi gelmiyor. Toprağımızı terk etmek zorunda kalışımızı hatırlıyorum. Bilinmeyene doğru yola çıkmak yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk için ürkütücü olabiliyor.
  • Neden terk etmek zorunda kaldınız?
Tunceli o yıllarda, güvenli değildi. Amcam Paris’te yaşıyordu. 1989’da babam onun yanına gitti, bir sene babasız kaldık. Biraz para biriktirip bizi yanına aldı. Boş evlerin kapısını kırar, içine döşek atardık 
  • Paris’te nasıl bir hayat peki?
Kalacak yerimiz yok. Her gün başka bir akrabada kalırdık. “Kapı kırma” diye bir şey vardı. Boş evlerin kapısını kırar, içine bir döşek atar, altı kişi yerleşirdik. Ta ki polis bizi gelip oradan atana kadar. Babam yine birçok işe girip çıkıyor. Fransa’nın aşırı sağcı olduğu yıllar. Yine kağıdımız yok. Babam bir dakika eve geç kalsa, ‘yakalandı ve sınır dışı edileceğiz’ diye ödümüz kopardı. Annem hep korku içindeydi. Sonraki yıllarda inşaat alanında izolasyon işinde başarılı oldu. Biz de kağıtlarımızı alıp, Paris’te kalıcı olabildik. 
  • Alışmak zor olmuştur.
Tek kelime Fransızca bilmiyorum. O yıllarda bir de göçmenleri ayrı sınıflara koyarlardı. Herkes mülteci ve farklı dil konuşuyor. El kol hareketleriyle anlaşırdık. Uyum sağlamanın ilk kuralı dil öğrenmek. Fransızcayı çok hızlı bir şekilde, Balzac kitapları okuyarak çözdüm. Okulda notlarım iyiydi. Hemen çalışmaya ve aileye destek olmaya başladım. Erken olgunlaştım. Eğlenelim, gezelim gibi bir modda olmadım hiç.
  • İlk işiniz neydi hayatta?
Babama inşaatlarda yardım ediyordum. Üniversiteyi bu nedenle okumadım. Babam, itiraz etti ama yorulduğunu görüyordum. Para kazanmak kolay değil o devirde. Bunca zaman bizim için tek başına mücadele etti. Sıranın bana geldiğini düşündüm. Fakat inşaat işine dayanamadım, başka bir iş bulmaya karar verdim. İstanbul’a 28 yaşında adım attım
  • Modellik ve oyunculuğa geçiş nasıl oldu? Birileri size “Yakışıklısın, gel model ol” mu dedi?
Tam öyle oldu. Sokakta yürürken biri beni durdurdu. “Değişik bir yüzün var, modellik düşünür müsün?” diye sordu. Ajans sahibiymiş meğer. 18-19 yaşlarındaydım. “Neden olmasın?” dedim. Zaten artık o sıralar bir Fransızdan farksızım. Dilim oturmuş, barmenlik yapıyorum, Paris’te oturuyorum. Modellikten iyi para kazandım ama ondan da sıkıldım. Oyunculuğa profesyonel olarak başlamam ise 2006 yılında, Thierry Harcourt’ın sahneye koyduğu Otomatik Portakal oyunuyla oldu.
  • İlk uzun metrajlı filminiz “Welcome”. Bu film İstanbul Film Festivali’nde gösterilince Türk yapımcıların dikkatini çekiyor ve İstanbul’a geliyorsunuz. Anlatır mısınız?
Yönetmen Philippe Lioret beni arayıp, filmin festival gösterimleri için önce Berlin’e, sonra İstanbul’a gideceğimizi söyleyince dizlerimin bağı çözüldü. 2009 yılıydı, 28 yaşındayım. Hayatımda İstanbul’a adım atmamışım. Hayat gailesiyle memleketten o kadar kopmuşuz ki, İstanbul’u fotoğraflardan bile bilmiyorum. Şehri görünce aşık oldum. Döndükten sonra telefonum hiç susmadı. Bir sürü iş teklifi geldi.
  • İstanbul’a yerleşmeniz “Fatmagül’ün suçu ne?” dizisiyle oldu değil mi?
Evet. Yine zor bir karardı. Konfor alanımdan çıkarak yine bilinmeyene atıldım. Geldiğimde Türkçe’m yoktu. Fatmagül bu nedenle dublajlı çekildi.  İstanbul’un dev bir ahtapota benzeyen garip bir enerjisi var
  • Peki nasıldı İstanbul hayatı? Tersine kültür şoku oldu mu?
Olmaz mı? Diksiyon dersleri almak için, çekimler başlamadan iki ay önce yerleştim İstanbul’a. Sıraselviler’de küçük bir daire tuttum. Karşımda hastane, korna ve siren sesleri, trafik, kalabalık... Şehir beni korkuttu. Bir tane arkadaşım yok, konuşacak kimsem yok. Zaten Türkçe’m yok. Sürekli ailemi arayıp, alışamadığımı söylüyordum. Bunalıma girdim. İstanbul’un dev bir ahtapota benzeyen garip bir enerjisi var. Çekimlerle birlikte iş yoğunluğu başladı. Yavaş yavaş alıştım. Dizi yayınlanıp da, bir anda ünlü olup dışarıya adım atamayınca ayrı bir şok geçirdim.
  • Fransa’da öyle bir paparazzi kültürü yok tabii.
Yok. Bir de ben kameralar karşısında rahat bir adam değilim. Beni kovaladıklarında bir kaç kez refleks olarak korktum ve koşarak kaçtım. Sanki bir suç işlemişim gibi kaçmam komik bir durum elbette. 
  • Tekrar Fransa’ya dönüş kararını ne zaman ve niye aldınız?
Kötü bir karakter canlandırarak işe başlamam biraz şanssız oldu. Hep o tip roller gelmeye başladı. Halk, dizi karakterlerini gereğinden fazla benimsiyor, bu nedenle sert biriymişim gibi bir algı oluştu. Buna da çok şaşırdım. Uzun bir ilişkim vardı, o bitti. Öyle boşta kaldığım ve psikolojimin bozulduğu bir dönemdi. İstanbul’un beni yorduğunu ve enerjisinin bana iyi gelmediğini hissettim. Paris’te hep bir restoran açma hayalim vardı. “Hadi” dedim “Vakti geldi.” 8 sene sonra, 2016’da Paris’e dönmeye karar verdim. 
  • Yine tersine kültür şoku mu?
Tabii dili biliyorum artık ama döndüğüm şehir başka. Tüm arkadaşlarım evlenmiş. Yine bir adaptasyon dönemi... Bir sene kafamı dinledikten sonra restoranı açtım.  Minik bir Fransız lokantası açtım
  • Biraz restorandan bahseder misiniz?
Bildiğiniz minik bir Fransız mahalle lokantası. Tek sayfalık bir mönüsü var. Üç başlangıç, üç dört ana yemek, iki tatlı, iyi şarap. O kadar. Koronavirüs salgını öncesinde iş şahane gidiyordu.
  • Hem film sektörü hem restorancılık koronavirüsünden çok etkilendi. Siz ne yaşadınız?
Tüm dünya etkilendi, elbette bizim işler de... Paris’te iyi bir menajerle anlaşmıştım. Planlar başlamadan rafa kalktı. Restoran çalışanlarının maaşını Allahtan devlet ödüyor. Öğlenleri paket sevisi yapıyoruz, o kirayı karşılıyor. Bir şekilde devam ediyoruz. İşe dönmeyi heyecanla bekliyorum. Herkes gibi ben de evde oturmaktan çok sıkıldım.
  • Koronavirüs dönemini şenlendiren videolar da sıkıntıdan çıktı sanırım... 
Kesinlikle. Karantina dönemini yalnız geçirmeyeyim diye ablamın yanına taşındım. Ozi de yerinde duramayan bir tip. Öyle sıkıntıdan bir video çektik. Acayip ilgi görünce devam ettik. Her video daha da patladı. Dayı-yeğen iki erkeğin dansının bu kadar sevilmesine biz de şaşırdık. Ben ünlü olmayı biliyorum ama Ozi hala şokta. Ritm duygusu kanımda var
  • Neye bağlıyorsunuz bu ilgiyi?
Videoların kısa ve pozitif olmasına... İnsanları mutlu etti, eğlendirdi. Dünyanın her yerinden mesaj yağdı. Tebrik edenler, teşekkür edenler, dansa başladığını söyleyen erkekler... Gazeteciler arıyor, iş teklifleri geliyor. Kendi imkanlarımızla evlerimizden dergi çekimi, reklam çekimi filan yaptık. İnsanlar bu samimiyeti sevdi.
  • Türkiye’deki Mustafa’yla gelen“sert erkek” imajınızı da böylece kırdınız. 
Kesinlikle. İnsanlar sempatik yönümü gördü. Seksi bulanlar, “Dans bir erkeğe bu kadar mı yakışır?” diyenler... Yeni jenerasyon beni oyuncu değil, dansçı olarak tanıdı. 
  • İlgi alanlarınız ne?
Restorancılık dünyanın en zor işlerinden biri ve bunu çok iyi yapıyorum. Ama beni besleyen şey sanat. Gitar çalayım, şarkı söyleyeyim, oyunculuk yapayım. Ritm duygusu kanımda var. Yorgun bir iş gününden sonra eve geldiğimde dans ederek rahatlarım mesela. En son Zeynep Baksi Karatağ ile bir düet yaptık. Neşet Ertaş’ın “Niye çattın kaşlarını”yı söyledik. Şimdi ben repertuvarımı hazırlıyorum. Oyunculuğa tekrar başlamayı da heyecanla bekliyorum.  Gurbet kolay değil
  • Üç farklı ülkede yaşam sonrası kendinizi nereye ait hissediyorsunuz? 
İki kültür arasında kalmak kolay değil. Gurbet kolay değil. Bazen arafta kalıp ben de nereye ait olduğumu şaşırıyorum. İki kültürün de zenginliğinden faydalanmaya, durumu avantaja çevirmeye çalışıyorum. Paris benim şehrim. Burada büyüdüm. Benim geçmişimi bilmeyen Paris’e keyif için göçtüğümü zannediyor. Eyfel’e karşı kruvasan yemek için gelmedik biz buraya. Tercihen gelmedik. Kendi ülkemde büyüyememek içimde yaradır. Neyseki burada tutturduk. İşim var, çevrem var, ailem burada. Paris’i Parizyen gibi yaşayabiliyorum. Burada kimse Türk olduğumu anlamaz. Ama içim Türk. Hem de nasıl Türk! Ben biliyorum bunu. 
  • En Türk yanınız ne?
Çok havalı bir Paris partisine giderim. Eve döner, Orhan Gencebay açarım. Türkü dinlediğimde, çok nostaljik olurum. Sabah kahvaltıda sucuk varsa, dünyanın en mutlu insanı olurum.