29 Mart 2024, Cuma
21.05.2021 06:00

Adı kötüye çıkmış ama ‘LDL kolesterol’ kötü değildir!

Kolesterolün düşük olmasını öngören, LDL kolesterolün ise sağlık için kötü olduğunu söyleyen yaklaşımlara çok alışkınız. Bu yazımda, adı kötüye çıkmış LDL’nin aslında kötü olmadığını açıklayacağım. LDL kolesterolü bir itfaiyeci gibi düşünelim. Eğer vücudun bir hücresinin zarı üzerinde bir yangın varsa (bu yangının tıbbi adı inflamasyondur), LDL o yangını söndürmeye çalışan itfaiyecidir. Yangında yaralanır ve adı kötüye çıkar. Bu olayı açıklayalım: Hücrelerimizin zarlarında neden yangın çıkar?  Hücrelere biyolojik olarak uygun ve uygun olmayan gıdalar vardır. Bir gıda enerjiye dönüşürken, o gerçek biyolojik gıda değilse bu dönüştürme işi çok fazla zararlı son ürüne sebep olur. Yani motora iyi yakıt koymazsak, enerji ve hız elde edeceğimize, bol egzoz üretiriz. Adı gıda olan ama gerçekte hücre için çöp sayılan işlenmiş yiyecekler tüketildikçe, hücre içerisinde metabolik artıklar giderek artar. Biz bu metabolik mikro artıklara serbest radikaller diyoruz.  Konu burada hücre zarlarındaki yangına bağlanır. İşlenmiş gıdaların egzozları (serbest radikaller), hücreye zarar vermeye hücre zarından başlar.  Tüm hücre zarlarında bol kolesterol vardır. Kolesterolün varlığı hücre zarı için vazgeçilmezdir. Hücre zarının yaptığı işlerde kolesterol gereklidir. Kolesterol zarlarda esneklik sağlar. Zar üzerinde açılıp kapanan kapılar için bu esneklik çok önemlidir. Zar üzerindeki hormon reseptörlerinin hormonlara uyumu da bu esneklikle ilgilidir. Mesela insülin duyarsızlığı ifadesinin, insüline hücre zarındaki insülin reseptörünün duyarsızlığı olduğunu bilirsiniz. İşte bu reseptörlerin duyarlı olması için hücre zarının esnek olması gerekir. İşte tüm hücre zarlarındaki kolesterol de hücre içindeki kötü gıdaların yarattığı fazla egzozun saldırısından nasibini alır. LDL kolesterol yangında durumu kurtarmaya çalışırken kendisi yanan itfaiyeci gibidir. Biz ‘yanmış LDL’ ye okside LDL deriz. Özetle, kötü beslenme sebebiyle hücrede artan serbest radikallerin hücre zarlarındaki yağları okside etmesi sebebiyle LDL  kolesterol okside olur. Okside olmuş LDL kolesterolü vücut kullanamaz. Onu temizlikçi hücrelerin yok etmesine bırakır. Gerçekten de adı makrofaj olan ve buldukları herşeyi yiyen hücreler, okside LDL’yi de yerler. Bazen o kadar çok okside LDL ortalıktadır ve makrofajlar o kadar çok okside LDL yerler ki, içleri yağ damlacıklarıyla dolar.  Bunlar köpük hücreleri adını alırlar. Damarlardaki plakların ilk oluşum aşaması bu köpük hücreleridir (Foam cell)… Vücudun LDL’nin ve diğer zar yağlarının okside olmasını engelleyen antioksidan sistemi vardır. Glutatyon, selenyum, sistein, vitamin E ve vitamin C bu listenin başında gelir. Ancak kötü beslenme ve kötü yaşam koşulları devam ettikçe temizliğe vücudun rezervi yetmeyecektir. Bizim onu desteklemiz gerekir. Eğer siz yaşam şeklinizi ve beslenmenizi değiştirmiyorsanız, kolesterol düşürücü ilaç kullanmanız önerilir.  Kolesterolün kötü değil iyi ve gerekli bir molekül olduğu, tüm hücre zarlarının özellikle beynin kolesterole ihtiyaç duyduğu, LDL’nin kötü kolesterol değil, okside olmasının bir sorun olduğu literatürlerden okunabilir. Bizim LDL’mizin okside olup olmadığını anlamak için kullanacağımız, okside LDL testi vardır. Ancak ben, PLA2 olarak yazılan Fosfoslipaz A2 diye okunan testi daha önemli buluyorum. Laboratuvarlar bu testi ‘Plac’ testi olarak uygularlar. Adı üstünde, bu test damar cidarı hücrelerinde bir oksidasyon, bir inflamasyon var mı gösterir. CRP testinin genel inflamasyonu göstermesi gibi, Plac testi daha çok endotel kaynaklı inflamasyonu gösterir.

Total kolesterolün ve LDL’nin düşük olması kalp damar sağlığı açısından hiçbir şeyi garanti etmez. Bunu unutmamak gerek. LDL’nin okside olması tehlikeli. İşlenmiş gıdalar, unlu-şekerli yiyecekler, kızarmış, yüksek ısıda pişmiş gıdalar, sigarave hatta aşırı egzersiz, LDL’nin oksitlenmesine neden olur.
LDL kolesterolü okside eden nedir?
  • İşlenmiş gıdaları tüketmek
  • Unlu-şekerli gıdaları tüketmek
  • Kızarmış, barbekü veya yüksek ısıda pişmiş gıdaları tüketmek
  • Sigara içmek
  • Aşırı egzersiz yapmak
LDL kolesterolü kurtarmak için antioksidanlarımızı şöyle artıralım:
  • İşlenmemiş gıda tüketmek.
  • Antioksidan zengini tüm sebze ve meyveleri çiğ olarak yemek.
  • Özellikle pancar gibi mor renkli gıdalara ağırlık vermek.
  • Bol C vitamini içerikli gıdalarla beslenmek.
  • Vitamin E içeren işlenmemiş yağlı tohumları ve kuruyemişleri beslenmemize katmak.
  • Omega 3 içeriği için bol deniz ürünü yemek.
  • Orta düzey egzersiz yapmak.
Okside olmak oksijensizlikle çok ilişkilidir. Bol oksijen almak için şunları yapalım:
  • Uyku apnesi damar sağlığını bozmada sigara kadar etkilidir. Mutlak düzeltilmelidir.
  • Benzer şekilde deviasyon veya burun tıkanıklığı giderilmeli.
  • Ağız değil burun nefesi alınmalı. Burun nefesi damarları koruyan nitrik oksidi arttırır.
‘LDL kolesterolüm yüksek, durumum kötü’ diye düşünüyorsanız, konu sadece LDL değil. Onu okside eden sebepler ortadan kaldırılmalı. Ayrıca şunu bilmeliyiz ki, total kolesterolün ve LDL’nin düşük olması, kalp damar sağlığı açısından hiçbir şeyi garanti etmez. Az olanı oksitlerseniz durum daha da kötü olur.  Kardioloğunuzun önerilerine sadık kalarak ilaçlarınızı kullanırken yukarıda sıralanan yanlışlarla doğruları yer değiştirmeye başlayabilirsiniz.

Siz zayıflayamazsanız bağışıklığınız zayıflar

Bağışıklıkla yatıp bağışıklıkla kalktığımız bu günlerde, kilolu olduğunuz için kilolu olamayanlara göre kendinizi daha fazla risk atında görüp endişe ediyorsanız; endişenizde haklısınız.  Gelin bu mekanizmanın nasıl çalıştığını öğrenelim. İnsan genleri on binlerce yıldır aynı. Açlığa adapte olmuş durumda. Aç kalmakla nasıl baş edeceğini biliyor. Ancak birkaç yüzyıldır yiyeceğin bolluğu diye bir durum oluştu. Ama genlerimiz yiyeceğin bolluğuna adapte değil. Nasıl baş edeceğini bilemiyor. Yiyeceği, çok fazla tükettiysek veya yanlış zamanda yediysek (akşamları yemek), bu fazlalığı depoluyor. Böylece kilo alıyoruz. Buraya kadar bildik konu. Ancak mesele bu yağ dokusunun sitokin üretmesi. Sitokin ifadesini, virüslerle savaşımızda kanda artan istenmeyen moleküller olarak biliyoruz.  Göbeğinizdeki yağların sitokin salmasının sebebi şu: Vücuttaki yağ dokusu hızla yağ hücreleriyle dolduğu zaman, bu hücrelerin arasındaki kan akışı vücudun diğer yerleriyle aynı olamıyor. Sıkışmış yağ dokusu daha az kan damarı taşıyor. Bu yüzden kanlanması ve oksijenlenmesi normal dokulardan az oluyor. Bir dokuya yeterince kan ve oksijen gitmezse oradaki hücreler hasarlanmaya başlar. Biz yağ hücrelerine adiposit deriz. Adipositlerin bir kısmı bu sıkışıklıkta ölmeye başlar. Ölmüş yağ hücreleri de bir tür artık çöp oluşturur. Biz bu artığa debris deriz. Debris temizlenmelidir. Diğer yazıda geçen çöp yiyici hücreler olan makrofajlar bunları da yer. Ama bu esnada sitokin salarlar, inflamasyon olur. Bizim virüs veya bakteriye karşı kendimizi savunmamızda makrofajların ve onların salgıladığı sitokinlerin rolü vardır. İşte kilolu olmak, kronik düşük düzey inflamasyon yaptığı için bağışıklığı boşa yoruyor diyebiliriz. Özellikle akşam yemeklerini erken saate çekerek, inflamasyon yapan iç organ yağlarından kurtularak bağışıklık işinde kilo konusunu halledebiliriz. Kilomuz olmasa da sağlıksız işlenmiş karbonhidratları tüketmemeliyiz. İncecik de olsanız bunlar bağışıklığı düşürür. Diyelim ki tatlı ve unlu gıdaları seviyorsunuz, vazgeçemiyorsunuz. O halde şunu bilmelisiniz: Glikoz (şeker) ile vitamin C, hücreye girmek için birbiriyle yarışır. Yarışı şeker kazanınca, besinlerdeki antioksidanlardan vitamin C’yi hücrenize ulaştıramamış olursunuz. Bunların giriş kapıları benzerdir. Unlu, tatlı, şekerli yedikçe, vitamin C’niz azalır. İnsanlar vitamin C üretemezler, mecburen dışardan alırız. Şeker yedikçe vitamin C’yi hücre içinde kullanamayız. Vitamin C, hem virüs hem bakteri savaşlarında bize lazım olan maddedir. Grip olduğumuz dönemlerde karbonhidratı kesip vitamin C içeren sebzeleri arttırabiliriz.