23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
20.08.2021 04:30

Çığ tehlikesi olan yerde nara atmak

Toplumun felaketler karşısındaki çaresizliği ve umutsuzluğu kutuplaşmayla birleşince ortak yaşam iradesi iyice zayıflıyor. Çığ dediğimiz işte budur. Çığ tehlikesi olan yerde ayrımcılığı ve nefret söylemini körüklemek yalnızca tehlikeyi artırır

Afganistan düştü, Erdoğan’ın «Türkiye’nin inancıyla alakalı ters bir yanı yok” diye düşündüğü Taliban ülkeyi ele geçirdi. ABD’nin Vietnam benzeri sahnelere kapı açan çekilişiyle Afganistan’da hayatın bundan sonra nasıl seyredeceği aşağı yukarı belli de bu gelişmelerin bölgeye ve dünyaya etkilerinin neler olacağını yakın zamanda göreceğiz. ABD’nin arkasında bıraktığı yıkım yalnızca Afganistan’a dair değil çünkü. Arap Baharı ve turuncu devrimler diye başlayan arayışın geldiği yer bazı ülkelerde devletsizleşme, bazılarında iç savaş, bazılarında yeni otoriterlikler ve bazılarında da yeni işgaller getirdi. Ama yaşananlar hiç de o ülkelerin toplumlarının arzuladığı devrimi, demokrasiyi, refahı getirmedi.  O nedenle sembolik olarak Afganistan yeni bir paradigma değişimini ima ediyor olabilir. Dünya bir kere daha gördü ki bir ülke kendi geleceğini kendi aktörleri ve dinamikleriyle belirleyebilir. Hele askeri güç kullanarak bir ülkeye bir sistem götürmek mümkün değil. Kaldı ki bir zamanlar Rusya, sonrasında da ABD’nin Afganistan’a müdahalesi de sistem götürmekle alakalı değildi. Şimdi mesele geçmişin tartışmalarına takılıp kalarak çözülemeyecek. Ama Afganistan’da, Yemen’de, Tunus’ta, Mısır’da, Suriye’de, Ukrayna’da, Kırım’da yaşananların topluca gösterdiği geleceğe dair bazı ipuçları var. Dünya yeni bir bölüşüm ve egemenlik kavgası yaşıyor. Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası artık dünyanın tek kutuplu olacağı iddia edilse de artık ortaya çıktı ki ABD ve topluca Batı’nın, NATO’nun böyle bir mahareti ve kapasitesi yok. Yıllar içinde Rusya ve giderek Çin yeni bir siyasi egemenlik kavgası başlattı.   Aynı yıllarda sosyalist sistemin dağılışıyla ekonomik sistemin tek hakiminin kapitalist ekonomiler olacağı iddia edilmişti. Bu tez de iki katmanda yerle bir oldu. Çin ve sonrasında Hindistan dahil bazı gelişen ekonomilerle Batı arasında müthiş bir ekonomik egemenlik kavgası başladı. İkinci katmanda da kapitalist ekonominin üretim ve tüketim modeline yaslanan, standart üretim ve tüketime dayalı ölçek ekonomisinin yararlarından beslenen, yerküreyi-havayı-suyu-toprağı sonsuzmuş gibi hoyratça kullanan yaşam biçimi yerkürenin ritminin değişimiyle türlü felaketlerle de araları giderek daralan sürekli ekonomik krizlerle de karşı karşıya. Bu iki gerilim hattının yanı sıra insanlık siyasi ve ekonomik egemenlik savaşından da beslenen, aynı zamanda bu kavgayı da interaktif biçimde etkileyen kültürel bir gerilimle karşı karşıya. Müslüman coğrafya ile Batı arasında müthiş bir gerilim yaşanıyor. Batı’da güçlenen İslamofobi’nin yanı sıra şoven ve popülist hareketlerin yükselişiyle ayrımcılık ve nefret Müslümanlara yöneliyor. Müslüman coğrafyada IŞİD, Taliban türü radikal İslamcı hareketler Batı düşmanlığı üzerinden yeni popülist akımları tetikliyor. 

Göçler durmayacak

Ama insani hareketleri, ülkelerin kendi içlerinde, ülkelerarası, kıtalararası göç dalgasını durdurmak da mümkün değil. İnsanlar doğaları gereği daha iyi bir hayata doğru hareket etmekten vazgeçmiyorlar. Teknolojik devrim, iletişim, ulaşım teknolojilerindeki sıçrama sayesinde başka şehirlerde, ülkelerde nasıl bir hayat olduğunu gördükleri için hareket ediyorlar. Bundan sonrasında hayatlarını sürdürebilmek, kuraklıktan, sellerden, iç savaşlardan, otoriter yönetimlerden kurtulabilmek için de bu hareket güçlenerek sürecek. Ama kültürlerin karşılaşması yeni bir sentezi, dengeyi, huzuru üretmediği gibi yeni ulusal, bölgesel, evrensel gerilimlerin de kaynağına dönüşmüş durumda. Müslüman coğrafyasının da Batı dünyasının da yükselen popülist siyasi hareketlerinin ve liderlerinin ortak noktası karşılıklı nefret söylemi. Bu nefret söylemi korkuları manipüle ederek, toplumların gerçeklikle ilişkisi bozup yeniden şekillendirerek içine kapalı toplumlar üretmeye çalışıyor. Göçmenler de her iki dünyanın yeni ayrımcılık ve nefret söyleminin cisimleştirilmiş hedefleri oluyor. Bu küresel ara buzul dönem sürdürülemez. Ne ekonomik model ne siyasi modeller aynen böyle sürdürülemeyecek. Ama yeni hayatın hikayesi de bu hikayeden beslenen yeni siyasi liderler ve hareketler de yok karşımızda.

Batı çözümsüzlüğe razı

Bu gidişat içinde belki de Batı popülizmi küresel ara buzul dönemi değiştirilemez kabul edip şöyle yeni bir senaryoya oynuyor: Siyasi ve ekonomik bölüşüm kavgasında, kültürel gerilim ve yeni denge arayışında çözüme dair yeni bir senaryo üretilemedikçe, çözümsüzlüklerin kontrollü biçimde sürdürülür olmasına razı olunuyor. Çözümsüzlük karşı tarafa da yaramayacak, kendisi üzerinde de yeni riskler üretmeyecek, kendi coğrafyası içinde sınırlı kalacak biçimde tercih ediliyor. Müslüman coğrafyasında olanlara Batı’nın siyasal, ekonomik, sosyolojik dokusu üzerinde ürettiği riskler ve fırsatlar üzerinden bakılıyor örneğin. Bugün güncel ve yakın risk göç ise sınırlarını yükselterek kontrol ederken, kendi toplumsal yapısına uyacağını varsaydığı, kendi ekonomik dinamiklerine katkısı olacağını hesapladığı insanları, sermayeyi kontrollü biçimde götürüyorlar. Geri kalan insanları ve sorunları da izole ederek kendi kaderlerine bırakıyorlar. Evrensel demokrasi, insan hakları, küresel barış gibi meseleler artık gündemde bile değil ve kısa vadede de olmayacak.   Mısır’da, Tunus’ta, Afganistan’da ve hatta Türkiye’de iktidarların neyi, nasıl yaptıklarıyla değil, kendilerine doğru olan riskleri kontrol edip etmedikleriyle ilgililer. Bu nedenle bu otoriter yönetimlerle ister İslamcı olsun ister olmasın uzlaşmaktan kaçınmayacaklar. Bu ülkeler büyük bölüşüm kavgasının sahaları, yeri geldiğinde feda edilir piyonları olarak görülecek. Bu senaryo Müslüman coğrafyasının kültürel ve finansal sermayesinin de eksilmesi, bu ülkelerin belirli bir ekonomik seviyeyi yakalama şanslarının da yok edilmesi demek. Zaten IŞİD veya Taliban benzeri örgütlerin ekonomik kalkınma ya da demokrasi ve insan hakları gibi hedefleri yok. Ama bu gidişat içinde Türkiye’nin konumu farklı. Türkiye dünyanın yaşadığı bu yeni üç ayrı katmandaki bölüşüm kavgasının hem öznesi hem sahnesi. Üstelik Türkiye bu kavgayı ülkenin riski ve fırsatları üzerinden değil kendi iktidarını sürdürmesinin üzerinde ürettiği risk ve fırsatlar olarak okuyan bir iktidar zihniyetiyle bu süreci yaşıyor. Gerek iç gerek küresel dinamikler, gerekse de yerkürenin ritim değişikliği ve iklim krizinin ürettiği bir dizi gerilimi ve felaketi bir arada yaşıyoruz. Ekonomik buhranın ürettiği işsizlik ve enflasyon nedeniyle geçim derdi, pandemi nedeniyle can derdi bir arada yaşanıyor. Ki pandemide dördüncü dalgadayız, günlük kayıp sayıları 150’yi aşmış durumda. Orman yangınları, sel felaketleri ardı ardına yaşanıyor.  Bu felaketler sarmalı içinde bile iktidar “biz ve onlar” ayrımı yapmaktan, seçilmiş belediye başkanları eğer muhalif partiden ise yok saymaktan, yangın söndürmeye, can kurtarmaya, ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırmaya çalışan sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini kısıtlamaya çalışmaktan vazgeçmiyor. Haberlere, bilgilere müdahale ediliyor ama kamuoyuna da ne pandemide ne ekonomide ne de felaketlerde doğru dürüst bilgi veriliyor, açıklama yapılıyor.   Ama felaketzedeler daha ölülerini gömememiş, yaslarını tutamazken çay dağıtılmaya, felaket alanlarına konvoylarla ziyarete, Bakanlar Kurulu toplantılarını sürekli ertelemeye, davet usulüyle kapalı ihalelere devam ediliyor. İktidar sahiciliğini yitiriyor. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun farklı kanatlarında tabi ki iktidarı sürdürmenin yanı sıra Türkiye için farklı gelecek hayalleri var. Ak Parti sözde dünyanın ve ülkenin geleneksel siyasi, ekonomik ve sosyolojik egemenleriyle kavga görüntüsü verirken aslında onlarla anlaşma yolları arıyor. Nitekim önce Suriyeliler şimdi de Afganlar üzerinden Batı ile pazarlık üretiyor. Sığınmacıları Türkiye’de tutarken Batı’dan hem mali destek hem de siyasi destek arıyor. Ama bunu kendi seçmenine “güçlü Türkiye” illüzyonuyla anlatmaya çalışıyor.  Klinik psikolog Rüveyda Çelenk Yılmaz analiziyle “2013 yılı sonrasında mevcut politik gücünün sınırlarını test ettiğini anlayan iktidar, toplumda daha büyük bir mutabakat aramaktan vazgeçti ve elinde olan kitlesini daha da konsolide etmek için “Güçlü Türkiye” söylemi altında bir ‘Yeni Osmanlı’ illüzyonu yaratmaya başladı. Darbe girişimi sonrasındaki milliyetçi çizgiye kayışla birlikte bu söylem daha radikal bir şekilde kullanılarak bu kitle için bir tutkal görevi gördü. Aradan geçen yüzyıla rağmen hala Osmanlı’nın yıkılışının yasının tutulamamış olması ve bu süreçte yaşanan kolektif travmalarla boğuşan kitle, kendisini iyi hissettiren ve bireysel zayıflığını örten, bir üst kimlik gibi çalışan bu illüzyona sıkı sıkıya bağlandı. Zihinlerdeki bu şişirilmiş güçlülük imgesi, iyi olan her şeyi kendine mal etti, kötü olan her şeyi de dışsallaştırdı ve yansıttı.” Ama ıskaladıkları, zamanın ve toplumun ruhunun da değişiyor olduğu ve tüm bunlara yeni bir cevabı nasıl vereceği. Çünkü gerçek ve güncel sorunlar ve hele felaketler bu soyut anlatıyı da geçersiz hale getiriyor. İktidar bir yandan felaketler ve sorunlar karşısında maharet eksikliği yaşarken, gerçeklikten uzaklaştığı oranda sahiciliğini de yitiriyor, seçmenini yeniden yakalama ve konsolide etme ihtimalini de kaybediyor. 

Ortak irade zayıflıyor

Toplumun gerçek meseleler, felaketler karşısında umutsuz ve çaresiz oluşu kutuplaşmayla birleşince sinme, sessizleşme, hissizleşme yaşanıyor. Daha da önemlisi ortak yaşam iradesi zayıflıyor.   İşte çığ budur. Bir yandan ortak ufku kaybetmek, tasada, kederde, sevinçte bile artık ortak olamamaktır gerçek çığ tehlikesi. Öte yandan dünyanın bilim kurgu romanlarındaki gibi alt dünya, orta dünya şeklinde uzlaşmaz biçimde ayrıştığı bir dünyada, alt dünyada olmaya razı olmaktır gerçek çığ tehlikesi. Tehlikeyi ya da siyasi stratejiyi yalnızca bugünkü keyfi ve merkezi düzende mühür kimde olsun siyasetine indirgediğimiz sürece meseleyi çözemeyeceğiz demektir.  Dünyaya entegre olma, sözünü ettiğim paradigma değişime bir karşı tez olacak çıkışın, ekonomik sıçramanın, toplumsal uzlaşmanın peşinde olmayacaksak da başaramayacağız demektir.  Çığ tehlikesi olan yerde ayrımcılığı ve nefret söylemini körüklemek, popülizmi daha kaba popülizmle yenmeye kalkışmak, bu merkeziyetçi otorite ve keyfi yönetim düzenine itiraz yerine ben daha doğru yönetirim demek, dünyadan yalıtılmış bir Türkiye’yi savunmak yalnızca çığ tehlikesini artırır.  Böyle bir ortamda herkese düşen, yalnızca bağırarak, daha güçlü bağırarak felaketi haber vermekten çok bu gidişatı değiştirip yeni bir geleceği nasıl inşa edeceğimize emek harcamaktır.  Dünyanın içinden geçtiği koşulları ve yerel dinamikleri dikkate alarak, Batı’da da Doğu’da da popülist söylemlere, hareketlere, liderlere inat, onurlu yaşam hakkını, insan haklarını, demokrasiyi, evrenselliği, insanlığı, iyiliği, merhameti savunmaktır. Kendimiz için de dünya için de.