22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
06.08.2021 04:30

Toplumda demokrasi talebi var mı?

Yalnızca son bir haftada yaşanan orman yangınları, seller, olimpiyatlarda kadın voleybol takımının galibiyetleri, Konya’daki aile katliamı etrafında yaşananlara bakın, ortak ufku kaybolmuş, “biz” duygusu parçalanmış, tasada, kederde, sevinçte bile ortak duyguları eksik olan bir toplumuz artık. İktidar ülkeyi ve sorunları yönetme kapasitesini de niyetini de kaybetti... Muhalefet ise düzene değil iktidara muhalefete sıkışmış halde. Tüm bu çaresizlikten çıkış ise yeni bir ortak umut, ortak heyecan, ortak başarı üretmekle mümkün. Bunu da gençler ve kadınlar inşa edecek

Geçen haftalardaki bir Oksijen yazım üzerine bir okurum not gönderdi. Dikkat çektiği konu, bir gazeteye röportaj veren ünlü bir mutfak şefinin «Mutfak demokratik bir yer değil” ifadesiydi. Diyordu ki “gözlem yapacak kadar yaşadığım Avrupa’da, bırakın restoran mutfaklarında çalışanları, hemen her alanda insan davranışlarına kadar sinmiş demokrasi kültürünün, ilkokuldan itibaren nasıl verildiğine çok şahit oldum.” Bu çerçevede çokça sorulur ya da sorgulanır, “Bu toplumun demokrasi talebi var mı?” Soruyu böyle formüle edince, dünyanın hangi ülkesine, hangi toplumuna gitsek, “eşitlik, adalet, özgürlük, hukuk, şeffaflık, katılım” gibi değerleri sorsak, hangisi hayır der ki.    Nitekim Türkiye’de de sorduğumuzda; her 100 kişiden 69’u “Devlet, tüm özgürlükler ve başörtüsü, cinsel yönelim gibi her türlü kişisel tercih karşısında, bu tercihler ne olursa olsun tarafsız kalmalıdır”, 62’si “Vatandaşların ait oldukları grup, kültürel kimlik ya da cemaatler olarak yaşayabilme özgürlükleri tanınmalıdır”, 85’i “her vatandaşın ait olduğu grup, kültürel kimlik ya da cemaatler tarafından maruz kalabileceği baskılara karşı devlet müdahale edebilmelidir”, 76’sı “ Yargı devleti değil, bireyi korumakla yükümlüdür ve bu anayasaya konmalıdır”, 57’si “anayasal hak ve özgürlükler Terörle Mücadele Kanunu ve benzeri hiçbir özel kanunla sınırlandırılamaz” önermelerine onay verir.  Asıl sormamız gereken soru şudur bence: Toplumun, her bireyin naturasına içkin olan eşitlik, adalet, özgürlük gibi talepleri neden siyaset üzerinde etki ve enerji üretecek bir demokrasi talebi haline dönüştürebilecek örgütlenmeyi, hareketi üretemiyoruz? Sorun demokrasi talebinin olup, olmaması değil talebin zayıf veya güçlü, örgütlü veya örgütsüz olması meselesidir. 

Muhatap birey değil siyasiler

Hiçbir toplum ya da birey değerler dünyasında eşitliğe, adalete, özgürlüğe, kendine dair kararlara katılmaya itiraz etmez. Sorun bu değil. Sorun toplumun bu taleplerinin vücut bulmasının, güçlenmesinin, karar vericileri etkileyecek kapasiteye ulaşmasının önündeki yasal engeller kadar ruhi ve zihni eşiklerin ne olduğu, bu eşiklerin nasıl aşılacağıdır. Soruyu böyle sorunca sorunun muhatabı toplum değil, toplumun entelektüel sermayesi ve demokrasi talebini hayata geçirecek olan siyasi aktörler olur. Yani bence sorumluluk sade bireylerin değil, toplumun yumuşak gücü olan eğitimlilerin, aydınların, entelektüellerin ve siyasetçilerindir. Sorun Türkiye’de de diğer ülkelerde de demokratların sorunudur. Özellikle ekonomik krizin, pandeminin ürettiği can derdinin, doğal afetlerin ve bilumum ağırlaşan sorunların altında olan, umutlarından çok bireysel hayatlarına dair kaygı ve endişeleri ağır basan sade bireyler böyle sıkışık zamanlarında yol göstermesini, öneriler ve çözümler üretmesini beklediklerine bakarlar.  Türkiye’de toplumun yeniden bir “biz” duygusu, ortak bir gelecek tasavvuru ve birlikte yaşama iradesi geliştirebilmesi için devletin ve yönetim sisteminin demokratikleşmesi şart. Hele bugünkü keyfiliğe, merkeziyetçiliğe, otoriterliğe daha fazla yönelmiş ve tüm sorun yönetme refleksleri yok olmuş sistemin, bürokrasinin ve hukukun demokratik ilkeler esas alınarak yeniden yapılanması gerek.  Bunun da yolu, demokrasiyi sadece makbul partilerin var olabildiği çok partili sistem ve seçimlerin yapılabiliyor olması olarak görmek değil, demokratikleşmenin olabilecek en geniş anlamıyla ele alınması ve hayata geçirilmesi… Bu da zihniyetlerimizin, kurumlarımızın ve kurallarımızın eş zamanlı olarak demokratikleşmesi demek. Bunlar arasında en zoru kuşkusuz zihniyetlerimizin değişmesi, çünkü yönetim mekanizmalarını ve bürokrasiyi değiştirmeye benzemiyor. Toplumsal zihin haritalarının, değerlerin ve gündelik hayat pratiklerinin değişmesi demek ki, hiç de kolay değil. 

Karşımızda üç ayrı Türkiye var

Toplumun yüzlerce yıllık tecrübeyle oluşturduğu zihin haritaları, hayat pratikleri, alışkanlıkları, korkuları, algıları ve beklentileri var. Bunların bir kısmı etnik kimlik ve inanç aidiyetinden, bir kısmı içinde bulunduğu ekonomik koşullardan ve sınıftan, bir kısmı gelenek görenek gibi ortak deneyimlerden, bir kısmı da güncel meselelerden besleniyor. Güncelden beslenen davranış ve tutumların en büyük kaynağı ise yaşanmakta olan kimliklere sıkışma ve kutuplaşma. Bugün, toplum gelecek hayali, ihtiyaç ve talepler dizisi itibariyle üçe bölünmüş durumda. Karşımızda muhafazakarlar, sekülerler, Kürtler şeklinde şemalaştırabileceğimiz, coğrafi-siyasi-ekonomik-sosyolojik olarak da haritalanabilecek, açıklanabilecek üç Türkiye var.  Yalnızca son bir haftada yaşanan orman yangınları, sel baskınları, Olimpiyatlarda kız voleybol takımının galibiyetleri, Konya’daki aile katliamı etrafında yaşananlara bakın, ortak ufku kaybolmuş, “biz” duygusu parçalanmış, tasada, kederde, sevinçte bile ortak duyguları eksik olan bir toplumuz artık.  Bu yüzden toplum değişim ve demokrasi konusunda kararsız ve ikircikli bir görüntü veriyor. Toplum pek çok paradoksal duyguyu ve ihtiyacı aynı anda yaşıyor.   

Özgürlükler değil devletin güvenliği

Türkiye toplumu gecikmiş bir modernleşme ve kentleşme sürecini, biraz savruk, biraz da ikircikli yaşıyor. Mehteran yürüyüşünün bu toplumdan çıkmasının elbet bir hikmeti var. Belli ki yürüyüşünü dura kalka, bastığı yerden emin olarak sürdürmek istiyor. Teorilerin, modellerin çelişkili ve paradoksal sandığı şeyler belki de toplumun melez ya da hibrid alanlarını oluşturuyor. Yani kategoriler ve kümeler arasında geçişin yaşandığı alanlar onlar. Toplumsal tutum ve davranışlarda ikircikliliği gösteren alanlardan birisi değerler ile pratikler arasındaki yarılma. Yukarıda bazılarını not ettiğim bulgulara bakınca toplum değerler, ilkeler üzerinden bakınca oldukça eşitlikçi, çoğulcu görüntü veriyor. Ama gündelik hayat pratiklerine bakıldığında özgürlükleri değil devleti ve güvenliği önceliyor.  “Devlet, tüm özgürlükler ve başörtüsü, cinsel yönelim gibi her türlü kişisel tercihler karşısında, bu tercihler ne olursa olsun tarafsız kalmalıdır” diyenler yüzde 69, “Vatandaşların ait oldukları grup, kültürel kimlik ya da cemaatler olarak yaşayabilme özgürlükleri tanınmalıdır” fikrinde olanlar yüzde 72 oranında. Ama buna karşılık yüzde 45 insan yasa dışı örgüt üyesi birisine, yüzde 13 insan eş cinsel birisine, yüzde 7 insan dinsiz birisine “bir polisin veya devlet memurunun gerekirse kötü muamele etmesini” normal sayıyor. “Devletin kendi vatandaşlarına fiziksel şiddet uygulamasını normal ve kabul edilebilir bir şey” olarak görenler yüzde 33 oranında.   Toplumun hukukun üstünlüğüne olan inancı çok düşük. Deneyimleriyle öğrendiği hukukun “hayatı düzenleyen” değil “hayatı denetleyen” mekanizmalar, kurallar olduğu yönünde. “Hâkimler, savcılar, polisler karşılarındakilerin zengin mi fakir mi olduğuna göre farklı davranıyor, işlem yapıyor, karar veriyor” kanaatinde olanlar yüzde 54 oranında. “Suç işlemedikçe kanunların ve mahkemelerin beni koruyacağına inanmıyorum” diyenler yüzde 33 oranında.

Birey olmak mı yurttaş olmak mı?

Türkiye toplumu birey olmak konusunda son derece gayretli, arzulu. Bireysel sorunlarını çözmek söz konusu olduğunda formal veya informal, etik veya etik dışı her yolu meşru görüyor. Ama ortak hayat, sokağındaki, mahallesindeki, şehrindeki sorunlar söz konusu olduğunda o gayret ve arzu yok oluyor. Birey olmak konusundaki arzu yurttaş olmak konusunda gözlenmiyor. Çünkü devlete, devletin yargısına, güvenlik güçlerine güvenmediği için ortak alanda eylemsizliği tercih ediyor. Arzularıyla deneyimleri, değerleriyle pratikleri, istekleriyle karşılaştıkları, bireysel hayatları çıkarlarıyla ortak hayatın kazanımları arasında ikirciklilik, tedirginlik baskın çıkıyor.  Devlet ile yurttaş, demokrasi ile refah, özgürlük ile güvenlik arasında sıkışmış bir toplum var karşımızda.  Türkiye toplumu ikircikli bir toplum. Belki bu toplumun bu karakterini dikkate alarak yeni okumalar, anlamlandırmalar yapabilsek özlemlerini, umutlarını, korkularını, öfkelerini anlamak ve yeni bir cevap, hayal, iddia üretebilmek için sağlam ve tutarlı bir başlangıç noktası belirlemiş olacağız.  Fakat sorun ülkenin tüm bu sorunlarına çare üretmesi beklenen entelektüel ve sosyal sermayesinde de tüm bu ikirciklilikler geçerli. Son bir haftada yaşanan olaylara sosyal medyadaki tepkilere bakınca çare bulması, siyaset üretmesi gerekenleri de sade bireylerle benzer bir ruh halinde oldukları görülüyor. Bir yandan gerçeklikle ilişki entelektüel dünyada da siyasi aktörlerde de bozuluyor. Son bir ayın tüm sorunları gösteriyor ki iktidar ülkeyi ve sorunları yönetme kapasitesini de kaybetti niyetini de… İktidarın tek önceliği ve her bir iç veya dış dinamiğe, olaya bakışı kendi iktidarını sürdürme fırsatı ya da riski üzerinden. Muhalefet ise düzene değil iktidara muhalefete sıkışmış halde. Tüm bu çaresizlikten çıkış ise yeni bir ortak umut, ortak heyecan, ortak başarı üretmekle mümkün. Bu yeni ortak umudu ya da demokrasi hareketini ise gençler ve kadınlar inşa edecek.  “Sizce hangisinin olduğu bir toplumda can ve mal güvenliği daha kolay sağlanabilir” diye sorulduğunda 18-28 yaş aralığındaki her 100 gençten 31’i kalkınmış ekonomi, 50’si işleyen hukuk düzeni, 18’i özgürlükçü ortam fikrinde. Aynı 100 gencin 67’sine göre “devletin güvenliği değil vatandaşın can ve mal güvenliği öncelikli olmalı.