29 Mart 2024, Cuma
24.09.2021 04:30

Varlığıyla yokluğu arasına sıkıştığımız Kürt meselesi

Mesele artık yalnızca Kürtlere dair ve Kürtlerden ibaret olmadığı gibi sadece teröre dair ve terörden ibaret de değil. Giderek çok katmanlı, çok boyutlu, çok aktörlü hale dönüşüyor ve doğal olarak daha da karmaşıklaşıyor. Çözüm hala elimizdeyken, çözmemiz gerekiyor

Bir kez daha, döndük dolaştık, Kürt meselesi var mı yok mu tartışmasında en başa geri döndük. Kürt meselesi var mı? Çözüm ne? Çözüm sürecinin muhatabı kim? Şaşırtıcı olan gök kubbe altında bu memlekette bu mesele üzerine söylenmemiş, yazılmamış bir söz, yaşamadığımız acı, ödemediğimiz bedel kalmadı dediğimiz noktada bile en başa geri dönmüş olmak. Anlaşılan o ki yeniden, yeniden her şeyi konuşmamız gerekiyor. Meselenin tanımı, boyutları üzerine ayrıca yazmak gerekiyor. Düşünmeye ve konuşmaya başlama noktasında şu en sade tespitte anlaşmamız gerekiyor: Ülke nüfusunun yüzde 20’ye yakınını oluşturan bir aidiyetin mensubu olan yurttaşlar diyor ki “derdimiz var”. Sizin meseleyi nasıl tanımladığınızdan, varlığını yokluğunu tartışmanızdan öte bir grup yurttaşın derdi olduğunu söylemesi bile düşünmeye, tartışmaya, çözmeye mecbur olmanız için yeterli.

Niteliği değişiyor

Mesele çözülmeden var olmaya devam ettikçe de her geçen gün dinamikleri, niteliği değişiyor. 20 yıl önceki, 50 yıl önceki ve hatta beş yıl önceki Kürt meselesi ile bugünkü meselenin aynı olduğunu söylemek mümkün değil. Dolayısıyla o günkü ile bugünkü çözüm de aynı değil.  Meselenin değişmeyen özü Kürtlerin kimlik talepleri, değişmeyen ve değişmeyecek olan çözüm yöntemi de siyaset. Elbette konunun Kürtlerin kimlik talepleri yanı sıra ekonomik, sosyal, dış politika ve terör boyutları da var. Ama önemli olan meselenin katmanlarının değişiyor olması. Her konu gibi Kürt meselesi de tüm siyasal, ekonomik, sosyolojik dinamiklerle değişiyor. Örneğin 30 yıldır Kürtler de kentlileşiyor. Yalnızca bu nedenle bile Kürtlere dair anlatıların, ananelerin, törelerin, ihtiyaçların ve taleplerin de değişiyor olduğunu görmek gerek.  Mesele Kürtlerin varolma talepleriyle devletin 100 yıldır süren tektipleştirici ve güvenlikçi politikaları nedeniyle Kürtler ile devlet arasında bir gerilim olarak başladı. Çözülmeden sürdükçe de Kürtler ile devlet arasındaki katmana ek olarak toplumsal katman gelişti, güçlendi ve Türkler ile Kürtler arasında da bir gerilim katmanı oluştu. Daha önemlisi bu sürede dünya da Orta Doğu da değişti, gerilimler çeşitlendi. Bugün dünya yeniden büyük bir siyasal ve ekonomik egemenlik kavgası yaşıyor. Türkiye de Orta Doğu coğrafyası ve halkları da farklı nedenler ve dinamiklerle olsa da bu yeni küresel egemenlik kavgasının hem öznesi hem de sahnesi. Bu nedenle Kürt meselesi yalnızca Türkiye’nin iç meselesi ya da dış politika meselesi olmaktan öteye geçiyor giderek. Bazı ülkelerin Türkiye’ye dair hesapları kadar yeni bölüşüm kavgasının riskleri ve fırsatları da bölgesel ve küresel bir katman olarak meseleye eklendi. Şimdi bu üç katman da bir arada yaşanan, her bir boyutu farklı dinamiklerden beslenen ya da o dinamikleri etkileyen daha karmaşık bir mesele haline dönüşüyor giderek. 

Yalnız Kürtler değil

Üstelik Kürt meselesinin ürettiği zihni engeller nedeniyle de kendimize ait Kürt meselesinin boyutları ve unsurları değişti. Türkiye’nin demokratikleşmesi, yönetim mekanizmasının değişmesi, yeni toplumsal uzlaşı gibi tüm meseleleri de Kürt meselesinin zihni ambargosundan besleniyor. Kısacası artık Kürt meselesi yalnızca Kürtlere dair ve Kürtlerden ibaret olmadığı gibi sadece teröre dair ve terörden ibaret de değil. Giderek çok katmanlı, çok boyutlu, çok aktörlü hale dönüşen mesele daha da karmaşıklaşıyor doğal olarak.  Bu meseleyi hala bizim meselemizken ve çözümü de bizim elimizdeyken çözmemiz gerekiyor. Çözümü de siyaset üretecek.  Bu sorunu birbirimizin ihtiyaç ve taleplerini konuşarak, anlayarak, birbirimizi ikna ederek ve uzlaşmalar üreterek çözebiliriz. Bunun da tek bir yolu var, siyaset. Öncelikle de siyaset kültürünü particilik duygusuna hapsolmaktan, kutuplaşmaların zihni ambargolarından kurtarmamız gerekiyor. Aynı zamanda her siyasi aktörün de meselenin toplumsallaşmış katmanını anlaması, dikkate alması gerekiyor. Mesele Kürtler ile devlet arasındaki gerilim aşamasındayken Meclis’te yasal düzenlemelerle halledilebilirdi. Bugün önce yasal düzenlemeleri yapabilecek toplumsal uzlaşma iklimini inşa etmek gerekiyor. Bu da daha zorlu süreçler demek. Toplumsal iklimin önünde ise dikkate almadan düşünmenin mümkün olamayacağı güçte zihni engeller var. Kürtlerin haklı kimlik talepleri kadar Türklerin kimliğinin bir unsuru olmuş güvenlik talebine cevap üretmek gerekiyor. Hangi talebin haklı, doğru veya öncelikli olduğu değil konu, iki duyarlılığı da dikkate alacak dili, söylemi, politikaları oluşturmak. Halbuki bugün toplumsal pencereden bakınca muhafazakârlar, sekülerler, Kürtler şeklinde üçe bölünmüş bir toplum var karşımızda. İktidar yandaşlığı ve karşıtlığı eksenine dönüştüğünde zaman zaman pozisyonlar yer değiştirse de bugün bu üç kümeyi de dikkate almadan bir Türkiye hayali mümkün değil. Dolayısıyla birbirine bir kimliğin iyi-doğru-güzel tanımını dayatmak, kabul ettirmek ya da bir kimliğin baskın karakteriyle bir toplumsal uzlaşma üreterek gelecek tasarlamak mümkün değil.  Bugünün siyasi kutuplaşması zihnimizi esir alıyor. Farklılıklarımızla bir arada yaşamak yerine farklılıklarımız üzerinden kutuplaştık önce. Siyaset yapanı, siyasete niyetleneni, sivil toplumcusu, entelektüeli, okuyanı, çizeni bu tuzağa düştük. Birbirimizden korkar olduk. Ayrı hayaletler, hortlaklar, öcüler yarattık ötekileri korkutalım diye. Sonra kendimiz onlardan korkar olduk. Kutuplaştıkça birbirimizle teması, ilişkiyi, iletişimi kestik. İçimize kapandıkça yalnızlaştık. Yalnızlaştıkça önce diğerlerine sağırlaştık, giderek dilsizleştik. Yalnızlaştıkça korktuk. Duvarlar ördük kendimize, kimliğimizi koruyacağımızı sanarak. Ördüğümüz duvarlar bizi hapsetti.  Birbirimize yabancılaştık, birbirimizin acılarına, dertlerine yabancılaştık. Giderek ortak geleceği hayal etmeyi reddettik.  Bu kör sokaktan çıkış var. Kutuplaşmaya, kutuplaşmamızı isteyenlere inat, birbirimizin acılarını, korkularını, umutlarını anlamaya çalışmalıyız. Birbirimizle konuşmalıyız, birbirimizi dinlemeliyiz.  Korkuları, paranoyaları çoğaltmaya çalışanlara inat umudu, ilişkiyi, diyaloğu çoğaltmalıyız.  Ve elbette bu toprakların insanlarına, kimliklerine, tercihlerine, oylarına, ihtiyaçlarına, taleplerine, dillerine saygı duymalıyız. Bu nedenlerle ilk yapılması gereken şey, bir yandan siyasi aktörleri çoğaltmak, güçlendirmek, cesaretlendirmek, öte yandan ilişki ve diyalog zemin ve mekanizmalarını artırmak.  Umutlanmakla umutlanmamak, adım atmakla atmamak, karşısındakine güvenmekle güvenmemek arasındaki gidiş gelişler doğal engellerin ağırlığını artırıyor.   Bugün şu sorulara cevapların muhalefet blokunda sorulduğu görünüyor. HDP ya da temsil ettiği Kürtler olmadan seçimi kazanmak ne kadar mümkündür? Daha da önemlisi Kürtlerin ihtiyaç ve taleplerini dikkate almadan yeni bir siyasal ve toplumsal mutabakat üretmek ve gidişatı değiştirmek, yeniyi inşa etmek ne kadar mümkündür? 

Önemli bir çağrı

Bu noktadan hareketle Kılıçdaroğlu’nun başlattığı, Demirtaş’ın, Sancar’ın destek verdiği, Babacan’ın, Karamollaoğlu’nun, Davutoğlu’nun bir biçimde katkı sunduğu söylem, Kürt meselesinin adlı adınca anılması ve siyasi aktör olarak HDP’ye çağrı, ülkenin geleceği için önemlidir. Bu çağrı ve destekler önemlidir ama etrafında oluşan tartışmalar, riskli alanlarını da gösterdi aynı zamanda.  Yaşanan küresel bölüşüm kavgasının Orta Doğu coğrafyasındaki kısmı ve bu coğrafyayı etkileyen yansımaları ülke için de bu mesele için de riskler ve fırsatlar barındırıyor. Küresel bölüşüm kavgasının üreteceğini varsaydığı risklere ya da fırsatlara yalnızca kendi kimliği, varlığı ve çıkarı üzerinden bakan, bu risk ve fırsatları kendi kimliği üzerinden önceleyen bakış açısıyla hareket eden aktörlerin ve zihniyetlerin siyasetin önündeki en büyük engeller olacağı anlaşılıyor. Ve elbette meseleyi hala terörle, silahla, şiddetle çözebileceğini sananların olduğu da... Önümüzdeki mesele yalnızca seçim hesapları, hangi partinin hangisiyle ittifak oluşturduğu tartışmalarına hapsolmak değil, tüm farklılıklarımızla bir arada, herkesin onurlu yaşam hakkına sahip olduğu ortak yaşamı nasıl inşa edeceğimiz meselesidir.