26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
01.10.2021 04:30

Belki bugün dünden güzeldir

Geçtiğimiz hafta 1000 km’den fazla araba kullandım. Kitaplarımı imzalamak için çıktığım Türkiye turunda İstanbul, Bursa, Balıkesir, Ankara istikametinde bir şehirden diğerine giderken dinlediğim şarkılar, içtiğim kahveler eşliğinde bol bol düşünmek, anımsamak, küçük şeylerden pişman olmak, geleceği yeniden tasarlamak için vaktim oldu. Arkadaş evlerinde, otel odalarında uyandım. Unuttuğum eski seyyah sabahlarımı yeniden yaşarken fotoğraflar çektim, yollarda düşündüklerimi yazdım not defterime. Eskiden defter arasında kalan notlar, kutularda biriken fotoğraflar şimdilerde Instagram sayesinde herkesle kolayca paylaşılabildiğinden ben de paylaştım bir tanesini. “Belki bugün dünden güzeldir” dileğimi iliştirdim altına.  Yorumlarıyla katılanlar, katılmayanlar oldu bana. Düşüncelerini sevip, önemsediğim gazeteci Şermin Terzi ise “Sırtını denize dönmüş şu koltuk gibiyim” notunu bıraktı o fotoğrafın altına. Durdum kaldım. Tam da bir gece önce şunları söylemiştim evinde konuk olduğum arkadaşıma: “Bir şey oldu bir yerde. Olup biten pek çok şeyi hatırlıyorum. Ne, ne zaman, neyi  nasıl değiştirdi hayatımızda filan, çoğunu hatırlıyorum ama şu olanı anımsamıyorum: İstanbul’a yerleştiğim 1996 yılından bu yana Boğaz’daki köprülerden her geçişimde iki yakaya da büyük aşkla bakar, yaşadığım ne olursa olsun gözümün gördüğü o muhteşem İstanbul’un bir parçası olduğum için çok sevinirdim.  Gam, keder, telaş her ne ise, onların içindeysem bile hep güzeldi İstanbul. Yıllarca değişmedi bu hayranlığım, ona ait olmaktan duyduğum sevinç. Sonra bir gün iki yana bakmadan köprülerden geçtiğimi; alımlı, çekici, güzel, seksi, baş döndürücü bulduklarımın pek de umurumda olmadığını fark ettim. Arkam dönük oturuyordum manzaraya. Kafamı kaldırıp bakmıyordum eskiden gözümü alan şeylere. İşte bu ne zaman nasıl olmuştu, ne vakit başlamıştı onu bilemiyordum. Çok düşündüm, düşünüyorum. Yaş almanın da payı vardır mutlaka ama  galiba sıradan bir şeyden mutluluk duymanın suçluluğu da etkili.  Sevinmenin, küçük şeylerle teselli bulmanın sığ bir düşünce ve davranış olduğuna ben de mi inandım, ne oldu acaba? Her şey bu kadar kötüyken sevinmek için nasıl olur da bir neden bulabilirim, buna nasıl cüret edebilirim diye mi düşünmeye başladım? Vaktiyle bolca mı harcadım çocuksu, sağlıklı sevinçlerimi? Şimdi geriye bir şey mi kalmadı yoksa?” Arkadaşım kafasını sallayarak dinledi beni. Vaktiyle babasıyla yaptığı bir konuşmayı aktardı sonra. “10 yıl önceydi sanırım. Arkadaşlarımla dışarı çıkacağım için mutlu mutlu hazırlanıyordum. Bir süsler, bir püsler. Babam beni izliyordu ben evin içinde bir odadan diğerine geçerken. Yeni açılan bir mekanmış sen de gelsen, bak hoşuna gider dediğimde yok be yavrum, doydum ben artık. Hiç merak etmiyorum yeni bir şeyi demişti. Bazen ben de kendimi babam gibi hissediyorum. Sanki merakım kalmadı hayata, yeniliğe. Yaştan mı yaşlanan dünyadan mı bilemiyorum ben de. Ama doğrusunu istersen dışarıyı merak etmesem de kendimi hiç yaşlı hissetmiyorum. Hiç hem de!”

İstanbul’a karşı yıllarca değişmeyen hayranlığım, ona ait olmaktan duyduğum sevinç ne zaman bitti, bilemiyorum. Vaktiyle bolca mı harcadım çocuksu, sağlıklı sevinçlerimi?
İstanbul’a karşı yıllarca değişmeyen hayranlığım, ona ait olmaktan duyduğum sevinç ne zaman bitti, bilemiyorum. Vaktiyle bolca mı harcadım çocuksu, sağlıklı sevinçlerimi?

Öyle deli gibi esme

Arkadaşıma ertesi akşam imza sonrası Eskişehir İF sahnesinde izlediğim “Şimdi Doksanlar” konseri sırasında bütün kalbimle katıldım. Metin Özülkü sahneye çıkıp, “Öyle deli gibi esme başım dönüyor” der demez Eskişehir İF’i dolduran yüzlerce insan adeta el ele tutuşup hep beraber 1990’lı yıllara uçtuk.  Jale, Reyhan Karaca ve Ümit Sayın sırayla sahnede yerlerini aldıkça en önde herkesten çok bağırarak şarkı söyleyen ben, salondaki 20’liklerden daha 20 yaşımdaydım. Yemin edebilirim. Zaten bir süre sonra çevremi saran gençlerle şarkı söylerken bunu sadece hissetmediğimi aynen öyle yaşadığımı da fark ettim. Kızım bugün 19 yaşında. Eğlenmek için bir araya geldikleri, her an her yerde hep doksanlı yılların şarkılarını söylüyorlar ve o yılların listelerine benden daha hakimler. Bizden daha iyi biliyorlar. Hayret ediyorum.  Kızım Ankara’da geçen sanat etkinlikleri ile dolu çocukluk ve gençliğimi, tiyatro okuduğum üniversite yıllarımı, iki Almanya’nın birleştiği yıllarda yaşadığım Berlin’i,  tiyatro yaptığım dönemi ve medyadaki o şahane zamanları anlattığımda imrenerek ve üzüntüyle dinliyor beni.  “Şarkıların iyisini dinlediğiniz yetmiyor gibi bir de ne güzel günler yaşamışsınız. Ne kadar özgürmüşsünüz” diyor. Oysa o vakit o özgürlük yetmezdi bize. Rüstem Batum rahmetli Turgut Özal’ı programında ağırlayabilir, yanındaki genç komedyene Özal taklidi yaptırabilirken bile daha fazla özgürlük isterdik. Youtube’da o günleri izlerken kızım şaşkınlıkla, bense sızıyla bakıyorum ekrana. 
Ankara’da Kent Flarmoni Orkestrası konserini dinlerken içimde tomurcuk tomurcuk umut yeşerdi yine...
Ankara’da Kent Flarmoni Orkestrası konserini dinlerken içimde tomurcuk tomurcuk umut yeşerdi yine...

Cesur çocuklardık

Daldan dala atladım yine ama o gece Eskişehir’de konser sonrası eski dostlarımla şehrin  heykellerle bezeli güzel sokaklarında yürümek, çok sevdiğimiz bir başka mekanda kendi şarkılarımızı söylemek, dertleşmek, ‘ne kahraman ne güzel ne cesur çocuklardık’ diyebilmek iyi geldi. Hepimize.  Ben sonra ertesi sabah erkenden Balıkesir’deki imzam için yola çıktım. Dedim ya yol boyu düşünmek iyi geliyor bana. Zihnim açılıyor. O gün Balıkesir yolunda imzalarım sırasında yaşadığım, tanık olduğum güzelliklerin beni nasıl toparladığını, yeni güne, yeni bir basamağa hazırladığını, okurlarımla, dinleyenlerimle de paylaşmam gerektiğini düşündüm. Zira Türkiye’yi İstanbul’dan, toplumun yapısını gündüz programlarında özenle seçilmiş insanların yansımasından ibaret kabul eden; sosyal medya yaklaşımları nedeniyle büyük kültürel keçeleşme-ahlaki yozlaşma- değer yitimi- adalet duygusunun örselenmesi tüm toplumu kapladı ve çürüttü diye düşünüyoruz. Bu da çok derin ve giderek daha çok köklenen bir mutsuzluğa neden oluyor. Hashtag’lerle iliştirilen mutluluk kelimelerinin samimiyetine, çok filtreli, çok oynanmış fotoğrafların gerçekliğine kimse inanmıyor. İnanmıyor ama bakmadan geçemiyor. Baktıkça insanın her yanını kaplayan samimiyetsizlik daha da rahatsız edici oluyor. Oturduğumuz koltukta, baktığımız ekran kadar gördüğümüz hayatın mutsuz esiri oluyoruz. Oysa şehir şehir dolaşırken sokaklarda, mesela o güzelim imza kuyruklarında üç kuşağın bir konsere hazırlanır gibi hazırlanıp geldiğini ve sabırla bekleyen yüzlerinde gerçek bir küçük sevinç görmek, onlarla tanışmak tarifi zor bir  rahatlama ve umut veriyor bana.  Büyük baba, büyük anne, anne baba ve çocuğun hatta son zamanlarda bebek arabasında torunların bile getirildiği o imza günlerinde konuşulanlar, yaşananlar, o yıpranmış kitaplar öyle sahici bir güç veriyor ki… Bulaşıcı bir umut, bir tebessüm uzayıp gidiyor o kuyruk boyunca. Balıkesir’den sonra geçtiğim Ankara’da benzer şahane bir kalabalıkla karşılaşıyorum. Ankara çok uzun yıllardır benim Ankaram değil öte yandan. 1990’da ayrıldığım şehrin aynı kalmasını beklemek saçmalık elbette ama bu öyle bir değişim ki binası, sokağı değil sözünü ettiğim. Şehirler insanlarla, yaşayanıyla, bırakılan eser ve anılarla anlam buluyor. Zihnimdeki Ankara’ya ait tüm zariflikler çok zaman önce büyük bir buldozerin altında kaldı. Her neyse... İmzadan sonra  Ankara Büyükşehir Belediyesi himayesinde kurulan Ankara Kent Filarmoni Orkestrası’nın açılış konseri bekliyordu beni. Eskisi gibi bir klasik konser için giyinip kuşanmak, geceye özenmek ne güzeldi.  Yeni CSO binasını ilk kez görüyordum. O modern binayı dolduranların alkışları içinde açılış konuşmasını yapmak  üzere Başkan Mansur Yavaş sahneye çıktı. “Çok sesli müziğin yaygınlaşamadığı toplumlarda demokrasinin, kent kültürünün çok sesliliği hayat bulamaz” diye başladı konuşmasına. “Yurt ve kira sorunu yaşayan üniversiteli gençlerimiz de bu gece bizimle, burada. Sorunları çözüldü. Şimdi Ankara’nın kültür yaşamına katkıda bulunacakları günleri görmek için sabırsızlanıyoruz” diye devam etti.  “Ankara 25 yıl sonra nihayet kültür ve sanata yeniden kavuşuyor” diye bitirdi konuşmasını.  Ankara’da CSO’da çocukluğumun, gençliğimin o güzel melodileri yükselirken içimde böyle tomurcuk tomurcuk bir umut gösterdi kendini yine. Sanki hepimiz mavi bir denize doğru oturmuşuz,  yüzümüz güzele doğru, kalbimiz güm güm... Kitaplar okunuyor. Kemanlar çalınıyor. Rock konserleri, tiyatro oyunları, dans gösterileri, sergiler... Ama ne güzel günler geliyor, ne güzel günler...